mantıksal bir hata araştırmasına indirger. En başından beri “eleştirel”
felsefeciler insan ilişkilerini kendi konumlarına göre, yani
düşünselleştirilmiş bir tarzda tanımlarlar. Hoşgörülerinden dolayı kendi
kendilerini kutlayan bu insanlar ya dünyadan bihaber ya namussuz ya
da (benim tahminim o ki) her ikisidirler.
Görecilik
bu bihaberlik ve namussuzluktan uzaklaşır. Bir kültür için
doğru olan bir şeyin ötekiler için doğru olması gerekmez, der (benim
için doğru olanın senin için de doğru olması gerekmez). Batı
akılcılığıyla birlikte yükselişe geçen daha soyut for- mülasyonlar âdet,
gelenek, fikir ve yasaların ait oldukları kültürlere “göre” olduklarını
iddia eder. Bu anlamda görecilik keyfilik demek değildir (bunu Kesim
C ve H’de tartışmıştık), ne de yalnızca göreciler “için geçerli”dir.
Nesnelci dokudaki büyük boşlukları ortaya çıkartarak onu içerden,
kendi ölçütleriyle çökertir.
Fırsatçılık
görecilikle yakından bağlantılıdır; yabancı bir kültürden
alıp özümsenecek değerli şeyler olabileceğini kabul eder; işine yarayanı
alır gerisine dokunmaz. Batı biliminin yayılmasında fırsatçılığın büyük
rolü olmuştur.
Japon tarihinden bir örnekle bu sürecin nasıl işlediğine ışık tu-
tabiliriz. 1854’te Deniz Binbaşı Perry zor kullanarak Hakodate ve
Shimoda limanlarını Amerikan gemilerine açtı (ikmal ve ticaret). Bu
olay Japonya’nın askeri açıdan zayıf olduğunu ortaya çıkarmıştı. 1870
başlarında aralarında
Fukuzawa’mn
da bulunduğu Japon
Aydınlanmasının temsilcileri şöyle düşündüler: Japonya bağımsızlığını
ancak daha güçlü olursa koruyabilir. Ancak bilim yardımıyla daha
güçlü olabilir. Bilimden sonuç alıcı yararlar elde etmek istiyorsak
uygulamayla kalmamalı, onun altında yatan ideolojiye de
inanabilmeliyiz. Gelenekçi birçok Japon için bu ideoloji barbarca bir
ideolojiydi (katılıyorum). Fukuzawa’nm takipçileri tartışmayı öyle bir
yere sürüklediler ki hayatta kalmak için bu barbarca usûlleri alıp
kullanmak, onlara gelişmiş şeyler gibi muamele etmek ve tüm Batı
uygarlığını öğrenmek artık bir zorunluluktu. Buradaki tuhaf ama tutarlı
akıl yürütmeye dikkat edelim: Bilim dünyanın doğru bir tasviri olarak
kabul edilmiştir ama bilimin
bizzat
doğru bir tasvir olmasından dolayı
değil, böyle öğretilmesi halinde daha iyi silahlar üretilebileceğinden
dolayı.
“Bilimin ilerlemesi” denen şey, bu tür olaylar olmasa hemen çökerdi.
52
Argüman
kültürel alışverişin tüm biçimlerinde önemli bir rol oynar.
Batı akılcılarının bir icadı da değildir. Fırsatçı yaklaşımın özsel bir
parçasını oluşturur: fırsatçı yabancı şeylerin kendi hayatını nasıl
geliştirebileceğini, orada başka ne tür değişikliklere neden olacağını
sormak zorundadır. Zaman zaman “ilkeller” onları akılcılık yoluna
çelmeye çalışan antropologlarla konumlarını değiştirmek üzere
argümana başvururlar (bkz. Dipnot 43’le ilgili kısımda verdiğimiz
örnek). Evet argüman tıpkı ritüel, sanat ya da dil gibi evrenseldir ama
yine tıpkı ritüel, dil ya da sanat gibi birçok biçim altında görülür. Bir
hareket ya da homurtu bizim uzun ve renkli nutuklara ihtiyaç
duyacağımız bir yerde bazılarını ikna etmeye yetebilir. Luther kutsal
metinlerin yeniden yorumlanmasını önerenlerden kanıt olarak mucizeler
göstermelerini istemişti; resmi yönetim kurumlan ve genel olarak halk
bugün dini önderlerden, bilimadamlarından hâlâ mucizeler istiyor. Ar-
gümanların çoğu katılımcıların inanç ya da tutumlarını hesaba katar.
Argüman kullanan kişi belirli insan gruplarını ikna etmek amacındadır
ve yaklaşımlarını birinden ötekine değiştirir. İlk Batı akılcılarının icad
ettiği argümanın kendisi değil, kişisel öğeleri bırakın dikkate almayı,
açıkça reddeden özel ve standart bir tartışma biçimidir. Buna dayanarak
mucitlerimiz, sırası geldiğinde, insani arzu ve kaygılardan bağımsız
olarak geçerli usûl ve sonuçlar ortaya koyabileceklerini iddia
etmişlerdir.
Kesim F’de bunun niçin hatalı bir iddia olduğunu açıkladım. Burada
insani öğe sıfırlanmamış, yalnızca gizlenmiştir. Bir sömürge subayı
kralı adına konuşur, bir misyoner Tanrı ya da Papa adına. Her ikisi de
taleplerine güç veren üst makamı gerektiğinde tanımlayacak
durumdaydı ve tanımlamıştır. Akılcıların da üst makamları vardır; fakat
nesnelci bir edayla konuşarak, gıpta ettikleri ya da gibi olmaya
çalıştıkları insanlarla ilgili tüm göndermeleri ve ellerindeki usûlleri
benimsemelerinde etkili olmuş tüm kararları titizlikle ortadan kaldırarak
görüşlerinin bizzat Doğa ve
52. Konunun ayrıntılaruiçin bkz. Carmen Blacker, The Japanese Enlightenment,
Cambridge 1969. Siyasi arkaplan için krş. Richard Storry, A History of Modern
Japan, 3. ve 4. Bölüm, Harmondsworth 1982.
bizzat Akıl tarafından desteklendiği izlenimini yaratırlar. Kullandıkları
usûllere şöyle yakından bir bakış durumun söyledikleri gibi olmadığını
göstermeye yeter. Başarıyı ele alalım. Bugün bir usûlün başarısı sık sık
onun nesnel geçerliliğinin işareti sayılıyor. Ama başarı ve başarısızlık
bunların tezahür ettiği kültüre bağlıdır. Şu sözüm ona “yeşil devrim”
Batı pazarlama pratikleri açısından bir başarı, kendiııe-yeterliliği amaç
edinmiş kültürler açısından ise kasvetli bir başarısızlıktır. Üstelik çeşitli
alanlarda Batılı usûller ile yerli usûller arasında etkinlik karşılaştırması
yapan herhangi bir “nesnel” bilimsel çalışma yoktur. Tıp bile önümüze
ancak münferit başarı raporları ve Batılı olmayan tıbbi pratiklere dair
yine eşit ölçüde münferit başarısızlık raporları koyabiliyor, ama o
kadar: genel manzara belirsizdir.
Daha karmaşık bir argüman başarının kültüre bağlı olabileceğini
ama başarıya ulaşmak için kullanılan yasaların geçerliliğinin bağımsız
olduğunu iddia eder: insanlar elektrik karşısında farklı farklı tutumlar
alabilirler ama Maxwell eşitsizlikleri ve ortaya koyduğu sonuçlar bu
tutum farklılıklarından bağımsız olarak geçerlidir. Bu argüman
teorilerin uygulama sırasında değişmediğini varsayıyor. Fakat şu
“yaklaşıklaştırma usûlleri” denilen şeylerin birçoğu eldeki teorinin
iddiaları üzerine bir çizik atarak yerlerine yenilerini koyar; böylece
farklı alanların farklı usûller gerektirdiğini, genel, kapsayıcı teorinin
öngördüğü birliğin bütünüyle formel bir şey olabileceğini kabul etmiş
olur.
Söylenebilecek daha önemli bir şey doğa yasalarının hiç şüphe, yok ki
özgül, somut bir kültürden bağımsız olarak hiçbir yerde
bulunamayacağı
olgusudur. Örneğin termodinamiğin ikinci yasası gibi bir yasayı bulmak
için o yasayı sezecek, formüllendirecek, kontrol ve vazedecek -kimi
zaman son derece istisnai tarihsel ar- dardalıklarla birlikte özgül bir
toplumsal yapılanışta kendine yer açmış- epeyce özel zihinsel bir
tutuma ihtiyaç vardır. Bu şimdi sosyologlar, bilim tarihçileri, hattâ bir
kısım felsefeciler tarafından kabul ediliyor. Eski Yunan’da, 16. ve 17.
yüzyılda gelişen tipte bir bilimi başlatmak için gereken zekâ ve
matematik vardır ama olmamıştır. “Bilimsel devrimden önceki yaklaşık
on dört yüzyıl boyunca, Doğayla ilgili buluşlar ve bu doğa bilgisinin
insanoğlunun yararına kullanılması konularında Çin uygarlığı Av-
Dostları ilə paylaş: |