388
vardır. Zamanı geldiğinde güzelliği bulmak, içindeki doğurma ve üretme
gücünü aktif hale getirmek için yola çıkar. Bu durum, Şölen’de şu şekilde
dile gelir: “Bu insanlardan biri ta genç yaşından beri içinde bu değerlerin
tohumunu bir tanrı gibi taşıyorsa, olgunluk çağında canı doğurmak,
yaratmak arzusuyla yanar. İşte asıl o zaman sağa sola başvurup, hangi
güzellik içinde doğuracağını araştırır. Çirkinlik içinde doğuramaz hiçbir
zaman. Bu arzuyla yüklü oldukça çirkin bedenlerden çok güzel bedenlere
yönelir, onlar arasında güzel, cömert, soylu bir cana rastladı mı, bu iki
güzelliğe birden vurulur, böyle bir varlık karşısında dili çözülüp, ona
erdemi, iyi insanın nasıl olacağını, neler yapacağını anlatır, kısacası onu
geliştirmeye çalışır. Güzelle düşüp kalkma, ona çoktan beri canında taşıdığı
tohumu geliştirme, filizlendirme olanağını verir; yanında, uzağında hep
onu düşünür” (Platon, 1995: 65).
3. Sevginin Ortaya Çıkış Biçimi
Diotima, ölümsüzlük isteğine bağlı olarak, doğurma ve yaratma
konusunu iki farklı açıdan ele alır. Bunlardan ilki, bedeninde bereket
taşıyanların sevme, doğurma, kendi canlarından yeni canlar dünyaya
getirme biçimi, biyolojik olarak üreme tarzları, diğeri ise canında bereket
taşıyanların kendi ölümsüzlüklerini eserde, işte, eylemde ve erdemde oraya
koymalarıdır. Leylâ ve Mecnun’da bu aşamalar, “olgunlaşma” olarak ifade
bulur (Fuzûlî, 2006: 401). Mecnun’a babası şöyle der: “Gençler için aşk
bir marifettir, olgunluğa götüren bir kılavuzdur” (Fuzûlî, 2006: 379). Bu
kılavuz sayesinde kişi, kendi gücüne sevginin gücünü ekleyerek insanlık
yolunda büyük bir avantaj elde eder. Bu güçten yoksun olan kişi, sıradan
bir yaşam sürer. Mevlâna, Mesnevî’de, “Kimin aşka meyli yoksa kanatsız
bir kuş gibidir, vah ona” der (Mevlâna, 1988; 3) Bu konu Fîhi Mâfih’te de
ifade bulur. Mecnun’un dilinden şu rivayetlere yer verilir: “Ben Leylâ’yı
dış güzelliği ve görünüşü bakımından sevmiyorum. O, görünüşünden
ibaret değildir. Leylâ benim elimde bir kadeh gibidir. Ben o kadehten
şarap içiyorum ve bu şaraba aşığım.” (Mevlâna, 1990: 113). Böylece sevgi
yaşantısı, bir gelişme ve olgunlaşma süreci olarak ortaya çıkar.
Leylâ ve Mecnun’da,
Şölen diyaloğunda dile gelmeyen farklı bir
durum, farklı bir deneyim söz konusudur. Bu farklı durumu “aşk acısı”
kavramıyla ifade edebiliriz. Sevgi yolu, çile ile, acı çekerek yürünen bir
yoldur. Sevgide mutluluk değil, ıstırap vardır. Olgunlaşma, acının insan
ruhunu terbiye etmesidir. Gam ve hüzün, olgulaştırıcı bir güçtür (Fuzûlî,
2006: 117). Tanrı’nın, aşk derdini artırması, bir “ihsan”dır. Bu nedenle,
Mecnun, kendisini aşk acısından uzak tutmaması için yakarır (Fuzûlî,
389
2006: 217). Olgunlaşmanın, aşamalardan geçmenin, aşk acısı ile olacağı
açıkça görülür. Öyle ki, aşkın vereceği mutluluktan bir kaçınma ve kedere,
ayrılığa, ıstıraba doğru eğilim duyma söz konusudur. İnsanlık yolundaki
olgunlaşmanın bu sayede olacağı varsayılır. Bunu Leylâ’nın dilinden
söylenen bir gazelden anlayabiliriz: “Felek bağrımı kan etmeden, gönlüm
açılıp serpilmedi,/ Beni böyle ağlatıp inletmeden sevindirmedi./ Kılmadan
zulm ile yüz parça şu yaralı göğsümü,/ Bu bahçede, gül gibi, bir anlık bile
güldürmedi” (Fuzûlî, 2006: 473). Leylâ gam köşkünde ağlar, Mecnun aşk
vadisinde başıboş dolaşır. Sevginin erdemi acı çekmekle olgunlaşır. Aşk
buna yöneliktir. İstenen budur. Mecnun’un, normalde, seven biri olarak,
Leylâ’nın babasının, davranışlarını düzeltmesi, akılını başına devşirmesi
halinde Leylâ’yı kendisine vereceği vaadi karşısında, kendisinden
istenileni yapması, Leylâ’ya kavuşmak için akınlı başına toplaması
gerekirdi. Fakat o, bu beklentinin aksine hareket eder ve “aşk delisinin
akıllanmayacağını” söyler. İşte burada öykü farklı bir boyut kazanır. Artık
kavuşma değil, kavuşmama isteği öne çıkar. Sever ama bu sevgi kavuşma,
birlikte olma amacına yönelik değildir. Sevgi neredeyse kendi başına bir
değere kavuşur: sevgi için sevgi, aşk acısı için aşk. Mecnun, amacının
aşkın zevk ve sefasını sürmek olmadığını, kendisinde akıl olsaydı bunu
önceden yapabileceğini söyler. Sevgiden gelen ıstırabı ilaç olarak görür.
Rahat ve huzuru bir yana bırakır. Aşkın gam ve acısını tercih eder. Sevgiyi,
yalnızca acı çekmenin, yanmanın ve böylece olgunlaşmanın bir vesilesi
olarak görür. Aşkın kaderi, yazgısı Leylâ’nın dilinde şu şekilde ifade bulur:
“Belâlı âşıklar güngörmezler.” (Fuzûlî, 2006: 249). Mecnun da “acının
zevki”nden söz eder (Fuzûlî, 2006: 419). O aşka değil, aşkın verdiği acıya
taliptir. Sevgiliye değil, sevgiliden gelecek ateşe taliptir. “Gam çekmeye
müptela isen ey peri yüzlü güzel; gam çekmek için, hep perde arkasında
kalarak, daima gizlenmeyi adet edinmen yeterlidir.” (Fuzûlî, 2006: 487).
Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnun mesnevîsinde verdiği öncelikli mesaj, aşkın
hakikatine, aşkı tensel haz aracı hâline getirerek değil, belâ vadisinden
geçilerek ulaşabileceği yönündedir. Aşkın hakikatine, aşkın erdemine
ulaşabilmek için, ondan gelebilecek ıstırabı sahiplenmek gerekir. Aşkın
daha ilk adımında bir yol ayrımı vardır. Yollardan biri tensel, diğeri tinsel
yaşama gider. Tensel yaşamı seçenler, aşkın kişiye kazandırabileceği
erdemlere, güzelliklere ve manevi olgunlaşmaya erişemezler. Sevgiyi tinsel
yoldan yaşayanlar ise zorlu süreçlerden geçerler. Bu nedenle, Mecnun’un
adı Kays iken Mecnun olur. Kendi içinde büyük değişimler geçirir,
kırılmalara uğrar. Mesnevî’den çıkan sonuca göre aşk, bir “belâ vadisine
düşmek” ve orada kendinden geçmiş hâlde şaşkın şaşkın dolaşmak, akıldan
uzaklaşmaktır. (Fuzûlî, 2006: 513).