Erkut sezgin poiESİs deneyiMİ: mucizevi kimildanma



Yüklə 71,53 Kb.
tarix07.12.2017
ölçüsü71,53 Kb.
#14145
növüYazı

ERKUT SEZGİN

POİESİS DENEYİMİ: MUCİZEVİ KIMILDANMA



Auto-hetero-affektiv kımıldanış: Yaratıcı Yazımın Dokusu

Geçit Resmi

içimden geçiyor herşey

içim içimden geçiyor

dışım içimden

içim dışımdan

ne içim, ne dışım,

bulutlar, ağaçlar, gökyüzü, yıldızlar, kalem, kalemi tutan elim birbiriyle bağlantılı geçiyor hem içimden

hem dışımdan

aynı anda varoluyor herşey

ben, sen, onlar,

ne varız, ne yokuz,

aynı anda hem varız hem yokuz

bu geçit resminde

sesler, konuşmalar geçiyor hem içimden hem dışımdan,

aynı anda

kendi sesimi dinliyorum

kendi dışımda,

dışımdaki ses içimdekini kımıldatıyor, içimdeki dışımdakini...

sesim sesine, seslere karışıyor

sesler, görüntüler geçiyor hem içimden hem dışımdan

aynı anda birbiri içinden

aynı anda kımıldıyor herşey

zaman kendisi olarak

kımıldıyor aynı anda

hem içimde

hem dışımda

içim dışımda

dışım içimde

herkes, herşey,

bulutlar, gökyüzü, yeryüzü, yıldızlar…

kımıldanıyor, yankısına karşılık sözü-yazıyı hep yeniden ve yeniden başlatmak için.

Ağaçlar, gökyüzü, bulutlar, kalem, elim, kolum gövdem... Hepsi aynı anda!

“bulutlara”, “yeryüzüne”, “dağlara”, ormanlara”, “yıldızlara”… dokuna-yazan elimi, kolumu, gövdemi, sesimi, gırtlak hareketlerimii birlikte devindiren kımıldanışın dolayımında hem bellek alışkanlıklarım araç-sonuç sıralı, mekan-zaman yapılı, niyetli, ön-beklentili kullanımlara örülmekte; hem de belleğin “araç”-“sonuç”, “neden”-“sonuç”, “önce”-“şimdi”, “şimdi”-“sonra” sıralamalı temsili adlandırma ve gösterim kurallarını kullanmayı/izlemeyi öğrenmekle birbirinden ayrışan ve katılaşan nesnel doğruluk inanışlarımı yapılandırmakta. Bu nedenle “işte” gösterimiyle gerçekliğin aslını, kendisini, doğruluğunu, kesinliğini deneylediğime, algıladığıma, gözlemlediğime dair inanışlar bütün dünyaya, bilimsel doğruluklara, gerçekliklere dair inanışlarımı “belirliyor” kibarca ifadesiyle; ya da “koşulluyor” daha açık ifadesiyle. İmlem farklarını temsil eden resmin imlem bağlantılı Kullanımı yerine; resmin benzerliğinin çağrıştırdığı imgeyle resmin temsil edilen anlamını birbirine karıştırmak (confüzyon) doğan sanılar.

“İşte kırmızı!” diye kırmızı sözünün çağrışımı olan renk imgesini kırmızının anlam kriteri sanma yanılgısını, koşullanması böyle bir sanı. Kırmızı imgesinin benzerlik çağrışımıyla göz-önüne gelen imgesinin, gözün gördüğü rengin kırmızı mı mavi olarak mı adlandırılacağının anlam kriteri olduğunu sanmak… Kavramsal farkların imlem farklarının bağlantılı bir kullanım dokusu içinden öğrenildiği, kurallaştığını kuralları imgelem tepkileri ve çağrışım alışkanlıklarıyla izleyen insan; kendi gövdesi, konuşan ağzı, dudakları, gırtlak hareketleri, gösterimde bulunan parmağı, parmağın dokunumu onu izleyen olayların nasıl bağlantılı, birbirinden soyutlanamaz ayrılamaz birleşiklik içinde tezahür ettiğini artık hiç farketmez, düşünemez bir düşünme/imgeleme yapısına hapsoluyor. Her şeyin aslının, özünün, kavramsal farkının, son çözümlemede “işte” gözlemi, tanındığı, algılandığı, gözlemlendiği adlandırıldığı gerçekçi, pozivist-analitik gerçekçi, kendini “bilimsel” sanan “bilimselci” (scientisizm) inanış hakikatte safdil (naiv) bir sağduyu inanışı olarak düşünemez hale gelmiş; fakat içine doğduğu dil-kültür-temsil sisteminin kurallarını, tekniklerini araç sonuç döngüsü içinde kullanan insanın kendi yarattığı temsil-sisteminin bir aracı halinde işleyen düşünmesini, bilimsellik ve felsefi düşünme adına zihniyetini açığa vurmakta. Türkiye’nin hakim eğitim sistemi, herkesin sözünü ettiği “ezberci” eğitim sistemi tam da bu hastalığı tedavi bir yana üreten ve güçlendiren bir eğitim anlayışını tam da bu döngülere hapsolma nedeniyle sürdürmekte.

Herkes’in şikayet etttiği “ezberci” öğrenim ve öğretim alışkanlıkları gerçekte “ezberci” teşhisi, düşünmeyi yaratıcı kılan kendi yapılanmalarını çözen bir özgür bir devinime uzak kaldığı için sendromun kökenine inen dinamikleri değil; araç-sonuç hedefli, üretim tüketim teknikleri, teknolojileri üretimi hedefleriyle döngülenen bir eğitimin yaşam değerlerini elde etmeyi yaşamın değerleriyle karıştırmaktan öteye gitmiyor. Hayatın insanı kendi asli değerlerine değmeye yani dokunmaya çağıran yazının, metnin, sözün dokusuna yabancı eğitim sistemleri, üniversiteler, bu kurumların maaşlı memurları kendilerini kendi insanlıklarına, en asli özlerine yabancılaştıran bir sisteme sessizce boyun eğmekteler ne yazık ki. Bu durumda genel olarak sistemin ve eğitim sisteminin sistematik yozlaşmasına; insanlık değerlerine yabancılaşmasına dikkat çeken eleştiri de sistemin şiddetinden kendi payına düşeni almakta.

Hastalık ortalığı kötürümleştirmiş ve çoraklaştırmış. Değer yozlaşması sorunu kurumlarda değil böylece, kurumlar insanların kurduğu, kurallaştırdığı kurallarla, değer anlayışlarıyla varolmakta. Ama “değer anlayışı” hayata dokunan (değen) yaratıcı bir zekanın bilginin ne olduğunu; insan zihnini, imgelemini, değer duyarlığını nasıl yapılandırdığına; hayatın ritminden kopartıp araç sonuç, üretim tüketim döngüsünün inanış ve değer sistemiyle nasıl yozlaştırdığına dair bir zekanın felsefi uyanışını, bu uyanışı uyandıran kültürel birikimin yazımına karşılık veren bir düşünümü talep ediyor. Bu düşünümün yeşermediği kültürlerde, insanın insana yabancılığı, sorumsuzluğu, iç saygısızlığı, bundan doğan baskıcı, tatminsiz, düşmankar, yabancı kültürlere düşmankar, rekabetçi, öne geçmeci, açgözlü değerleri peşinde bir insan tipolojisi ürüyor. Saygı sevgi gösterisi konvansiyonel dış biçimler, ahlak, ethik adına uzlaşılan kurallar, normlar, gelenek, içerde henüz insanlığı olgunlaşmamış canlıyı sadece bir ölçüde dizginliyor.

Bu tipoloji, “insanı organik bir canlının hayatından farklı olarak” kendisine verilmiş bir armağana uzanmak; onu hem kendisi için hem bütün insanlara verilmiş bir armağan olarak seslendirmek, paylaşıma açmak anlamında bir yazımı, sözü söylemeye, bu sözün çağrısına, zekasına karşılık vermeye yabancı bir zihniyet. Burada “kültürsüz bilgilenme” sözü eğitimin asli değerlerine dokunan bir duyarlığın kaynağı olan yaratıcı üst-insanlık kültürüne yabancı kalmaya tanı koyma işlevinde bir söz. Amaç bu yabancılaşmayı doğuran, bilginin asli temellerine dokunan, özgür düşünme devinimini uyandıran; kendini tanımayı, kültürel normların, inanış sistemlerinin belirlediği insan tipolojisini aşan İnsan’ın insanlığı. Fakat bu aşkınlık (transcendence), aynı zamanda insanlara, tarihsel kültürel sistemin içinden (immanent) kendi asli seslerini işitmeleri, kendi asli seslerine karşılık vermeleri için seslenen bir yazım, bir üst kültür etkinliği olarak felsefi düşünümü gereksiyor. O düşünümün sözünün, yazısının dokusundaki devinimde tınısı, rezonansı yükselen sese, çağrıya, Mucizevi Dokunum’a karşılık vermek ancak böyle olası. Dokunumun uyandırdığı yaratıcı devinim insana içinde olduğu tarihsel-kültürel temsil sisteminin kurallarının, normlarının, değerlerini kendi asli zeminine dokuna çözmenin; ethik “değerleri” onların asli kaynağına dokunumun ışımasında kendi tartısıyla tartmanın olanağını bir armağan olarak sunmakta. Armağana gerçekten hakiki dokunum aynı zamanda insanın duyabileceği en yüce dinginlik ve ondan doğan şükran. Bu nedenle armağan, şükran, özgürleşme hayata hem içkin hem aşkın bir deneyim, öznesi ego-aşkın bir farkındalığın ışıması olan.

Bu nedenle gerçekliği kavramsal olarak ayırdetme, gösterme, deneyimleme, algılama, adını koyma sanıları, fenomenolojik olarak olguların imlem bağlantılı olarak öğrenildiğine, kurallaştığına dair olgular gerçekten tanınmadıkça zihnin dilin dış bağlantılı adlandırma ve temsil etme kurallarıyla yapılanan tarihsel kültürel sanılarla koşullanması çözümlenmeden kalmaya yazgılı. Kırmızı kavramının dilde temsil edilen “kırmızı” adlandırılmasıyla “işte” diye gösterilen anlamı’nın, renk örneğinin imlem farklarını imleyen diğer imlem farklarının imleyen kullanımlarla bağlantılı öğrenildiğinin, kullanıldığının, kurallaştığının farkında olmayan sanılar. Sorun elbette sadece “kırmızı” kavramıyla sınırlı değil, bütün kavramsal adlandırmalarımızla ilgili. Adlandırmaya esas olan olguların imlem farklarının bağlantılı olarak öğrenildiği tezahür zeminine dair bir farkındalığın uyanışını talep ediyor. Bu uyanışı dolayımlayan ve ona dokunan bir dilin hatırlatmaları ve dokundurma dolayımı içinden, Wittgenstein’ın hatırlatmalarının tam olarak yaptığı gibi, bizim bu uyanışı temellük etmemiz için bir düşünme dolayımını kendi düşünme devinimimizin uyanışıyla kat etmemizi talep ediyor.

Örneğin, “kırmızı”nın kavramsal farkıyla doğru tanınmasına kural olan adlandırmanın, gösterime aracı olan renk örneğinin dilde başka imlerin, imlem farklarıyla bağlantılı olarak öğrenilen kullanımıyla öğrenildiğinin farkında olmak yerine; kırmızının bellekte, imgelemde çağrıştırdığı renk imgesi benzerliğini kırmızının anlamına, “kırmızı” sözcüğünün renk örneğini doğru tanımaya, seçmeye, kullanmaya kural/kriter olduğu sanıları içinde düşünürken, uykuda ve sanılarla belirlenmiş olduğumuzun bile farkında olmayan bir düşünme alışkanlığı içinde sürüklenmekteyiz! Sorun sadece “kırmızı” adlandırmasıyla sınırlı değil, bütün adlandırmaların anlam farklarının adlandırılmasına esas olan imlem farklarının bağlantılı tezahür bağlamına dair bir farkındalık yoksunluğuyla ilgili tekrar hatırlatmak gerekirse! Sanki “işte” gösterimiyle işaret edilen renk benzerliğini temsil ettiğine inanılan “kırmızı”yı çağrıştıran imge, son çözümlemede “kırmızı”nın kavramsal farkının asli/öz temsilcisi olarak ayırd-edildiği, adının konduğu sanısını beraberinde sürüklemekte. Kullandığımız kelimelerin doğru kullanımını yöneten kuralların kökeninde, onları temsil ettikleri kavramsal farklılıklara “işte” gösterimine eşlik eden tanıma, algılama, adını koyma deneyiminin olduğu inancı, bir inanış olarak değil, sanki kendi kendinin tanıtı/kanıtı olarak deneylendiği veya algılandığı veya gözlemlendiği imajinasyon ve çağrışım mekanizmalarına döngüleniyor. İmgenin adını, adın imgeyi çağrıştırdığı bir döngü içinde kişi, “işte” gösterim ve pasif imgelem (imagination reaction) döngüsü içinde sanki kavramsal ayrımı adıyla tanımanın, adıyla kurala bağlamanın ve kuralı doğru uygulamanın asli/öz kriteri sanan felsefe adına bilgi, mantık, anlam ve doğruluk teorileri kurguluyor. Adlandırma üzerinde bu temel yanlışlığın farkında olan Wittgenstein, daha Tractatus’ta (4.003) bu durumun dilin mantığını doğru anlamamaktan doğan, fakat anlamsızlıklarını teorik kurgusu içinde teorisyeninden de gizleyen saçmalıklar olarak tanılar.

Bu imgelem sanısının çözümleme yoluyla farkındalık içinde erimesinin yolu; “fiziki nesne/madde” kavramsal ayrımlarının da son çözümlemede imgelemde “yer kaplama” kavramının, onu temsil ettiği sanılan “cisimleştirilen”, “işte” diye insanın dokunduğunu, somut olarak deneyimlediğini sandığı “fiziksel cisim imajı”nın, fiziki kavramla karıştırıldığını insanın kendi imajinasyon sanıları içinde keşfetmesine bağlı. Bütün fiziki kavramsal ayrımların imlem farklarının imlem bağlantılı bir tezahür dolayımına iz sürümü üzerinden fenomenolojik bir dil kurma yoluyla Wittgenstein’ın hatırlatmalarının bir araya getirerek ilerleyen imlem farklarının bağlantılı tezahürüne dokuna yazan yolu, Novalis’in aşağıdaki sözünün asli anlamını da dokundurur. O zaman artık “Her yanda mutlak olanı ararken sadece nesneleri bulan insan” ; “nesne”, “madde”, “atom”, atom altı parçacıklar” vs. adlandırma ve modellemelerinin imlem farklarının tezahür zeminine dokuna-yazan bir farkındalığa dokunabilirse, imgeleminin kendine nasıl bir öznellik nesnellik sanısı ördüğünün düğümlerini çözmeye yoğunlaşabilir. Ve bu yolda yoğunlaşmaya yeterince kendini adarsa kendisine sunulan armağanın şükranı olarak onu dokunduran, çağrısını seslendiren bir düşünümün yazım, eklemlenme (artikülasyon) gereklerine uygun (appropriate) bir dili dokuya-yazmanın dolayımında özgürce kımıldanabilir. Bu kımıldanmanın açtığı dokunum alanında artık, mutlak’ı (hayatta asli, hakiki olanı) ararken artık sadece nesneleri bulmaz; “nesneler”, “cisimler”, “olaylar” vs. olarak gördüğüne, dokunduğuna, deneyimlediğine, algıladığına… Adını koyduğuna inandığı kavramsal farkların, imlem bağlantılı öğrenildiği; ifade olgusunun proto-phenomenon olarak imlem bağlantılı tezahür eden zeminini dolayımlar; dilin araç-sonuç amaçlı dış bağlantılı tanımlama ve betimlemelerle bir temsil dili olarak bellek ve imgelem tepkilerini de yapılandırmasının da izini çöze-yazmanın, temellük etmenin (Appropriation sorunu) yoluna çıkar.

Bu dış bağlantılı adlandırma, betimleme ve modelleme sistemlerinin kurallarıyla imgeleminin ve gösterim kurallarının nasıl yapılandığının, tepki verdiğinin, paylaşılan imgelem tepkilerinin kurallaşmasının nasıl ortak bir imaginasyonu, nesne/madde imajinasyonu ördüğünü farkede-yazmanın dolayımında mutlakı ararken artık sadece nesneleri, cisimsel farklılıkları bulmaz; fakat kendisindeki bir iç arzunun armağanına karşılık veren bir düşünüm etkinliğiyle herşeye eş-anlı dokunur; bu eş-anlı dokunumun deviniminde aralanan imlem farklarının birbirine bağlı tezahür zeminine, yoğunluğuna dokuna yazar. Bu yazım, her şeyi kavramsal ayrılıklarıyla temsil olarak imgelem alışkanlıklarıyla kullanmaya yapılanmış imgelemi, imlem farklarının bağlantılı dokunumunun mucizevi dokunumuyla tarihsel-kültürel yapılarından aşırır. “Transcendence”ın anlamı, bu dokunumun dolayımında imlem farklarının bağlantılı dokunumuna içkin (immanent) olarak kavranır. Dışsal, gösterimsel terimlerle düşünülmeye çalışılması; felsefede tartışmaya konu olması; imgelem tepkileriyle kavramlara, adlandırmalara tepki veren zihnin kendini henüz çözümleme yoluna çıkaramamış olmasıyla bağlantılı bir entelektüalizmdir. Bu, “felsefe” adı verilen kuram ve tartışma literatürünün, zihnin imgelem ve yönelim yapılanması çözümlenmedikçe ne denli sorunlu olarak kaldığına; hakiki anlamda felsefenin çözümleme dolayımından ne denli uzak düştüğüne dair bir hatırlatma!

“Felsefe aslında “evden ayrı düşme” hastalığıdır – heryerde evde olma arzusu.” ii

Sesler ve izlerle imlem bağlantılarına dokuna yazma mucizevi bir soyutlamadır. Üç harf bana Tanrıyı dokundurur– bir kaç im milyonlarca farklı şeye dokunur imlem dokusunda. O zaman ne kolaydır Evrenin oyununa katılmak! Ne denli görünürdür yoğunluğu tinsel dünyanın.

Dil felsefesi, tinsel tezahürün dinamiğine dokunumun dolayımından seslenir.

Her yerde mutlakı ararken sadece nesneleri bulduğumuz gerçeğiyle çözümleme yoluyla hesaplaşmak gerekiyor öte yandan. Çünkü “İşte” gösteriminin anlamının son analizde kendi kendinin doğruluk ve kesinliğinin asli temsilcisi bir deneyim olarak herkes tarafından aynı şekilde deneyimleneceği, algılanacağı, bilimsel gözleme/deneye nesne olacağı; aynı adlandırma gözleminin/deneyiminin paylaşılacağı sanısını sanı olarak tanıtmak, sanı adıyla tanımak burada sözkonusu yapıları çözen tanımayı, farkındalığı gerçekleştirmek anlamına gelmiyor öte yandan. Çünkü paylaşanlarca paylaşılan, öğrenilmiş, kurallaşmış, kurallar paradigma olarak yapılanmış bir imgelem sanısı olarak değil, bir gerçeklik deneyimi, kriteri olarak da işlev kazanmakta. Bu işlevleri “sanı” olarak yaftalamak, yeniden adlandırmak adlandırma ve sanı oyununun yapılanma döngüsünü yeniden başlatır, onu çözmez. Yapılanmaları çözümleyici yolun gerçekten kat-edilmesi, yolun ağırlık yüklerinin bizzat birbiriyle bağlantılı relativ tartısıyla tartılarak kat edilmeyi talep eden bir yol. Sözgelimi, “yer-kaplama”yı ve diğer adlandırmaların anlam gösterim karşılıklarını neden kendi dışımızda bir nesnellik, maddi gerçeklik, bir töz olarak kendi kendinin kanıtı/tanıtı olarak deneyimleyen bir öznellik, kendilik deneyimini deneyimler halinde düşünür haline geldiğimizin izini imlem farklarının bağlantılı öğrenildiği ve yapılandığı zemine kadar sürmek gerekiyor.

Bu nedenle Wittgenstein, bir gösterim ifadesi olarak parmakla gösterim dahil, hiçbir şeyin kendi kendisinin asli/öz temsilcisi olarak gösterilemeyeceğine; gösterimlerle temsil edilen anlam farklılıklarının, kendiliklerin kendi başına değil, birbirinin imlem farklarıyla eş-anlı, birinin diğerleriyle bağlantılı olarak öğrenildiği bir kullanım örüntüsünü düşünce denemeleriyle dokundura-hatırlata yazar. Dokundura yazmaya soyunduğu Kullanım Bağlamı, (“resmin kullanım bağlamı vs.”) bu nedenle artık temsili teorik bir resimle, tarihsel kültürel olarak temsilleri kullanarak düşünme hareketi yapılarla belirlenmiş bir öznelliğin düşünme alışkanlıklarına hitap etmez. Örneğin buradaki “Kullanım” sözü “özne”nin görüş noktasından anlaşılan sonuçları öngören bir kullanımı seçen veya seçmeyen bir öznenin kullanımına seslenmiyor. Tersine imlem farklarının bağlantılı öğrenildiği tezahür zemininden hareketle kurallı, sonuçları ön gören özne merkezli kullanımların özne merkezsiz imlem farklarının bağlantılı öğrenildiği zemine işaret ediyor. Bu zeminin imlem farklarının bağlantılı öğrenildiği tezahür dokusunda; özne merkezli, sonuçları ön gören kurallı kullanımların öznellik nesnellik kutuplu düşünen, tepki veren, kuralları izleyen “ben” merkezli konuşan, davranan öznellik ve nesnellik inanışlarının yapılandığı dokuyu farkına-vara dolayımlamaya çağırıyor.

Bu dolayımı farkede-yazmak dilin kurallarının yapılarıyla koşullanmış edilgin düşünmeyi yapılarından çöze-yazan bir dolayımı dolayımlar; hayatın tezahür zeminine rezonans içinde (appropriate) karşılık verme adanmışlığını sonuna dek sürdürür. Açıklığa kavuşturmaya çalıştığı “dilin kuralları”, “dil-oyunlarının tarihsel-kültürel kuralları” vs. konusu bu nedenle, dokuna-yazdığı sürdüğü imlem bağlantılı öğrenim kullanım bağlamını, okurun benzer bir karşılık verme içinden dolayımlamasını talep ediyor. Yoksa! Yoksa okurun kendi tarihsel kültürel yönelim, düşünme, konuşma, yazma, okuma alışkanlık yapıları içinde edilgin bir özne olarak kalmayı sürdürerek bu hatırlatmalardan genel teorik bir resim, felsefi bir genelleme, yeni bir çerçeve çıkarma şeklinde okuma düşünme alışkanlığı araya girmekte. O zaman bu alışkanlık, Fenomenolojik bir dil kurma yoluyla düşünce denemeleriyle açılan, belleği duralatan anlık bir aralıktan seslenen/dokundurulan bu hatırlatmaların uzattığı armağana ne yazık ki dokunmak yerine kendi yapılanmış edilgin alışkanlıklarıyla kendisi ciddi bir engel oluşturmakta!

Zen ustalarının İşaret eden parmağın kendi kendini göstereceğine, kendi kendini temsil edeceğine inanmayı döngüleyen düşünme, konuşma, yazma okuma alışkanlıklarına hapsolmaktan çıkmayı başarmak göründüğü kadar kolay değil! Bir iç görünün yoğunlaşarak temellük edilme yolu; rasyonel bir bilgi, bir mesaj olarak alınabilir, öğrenilebilir, metot/araç olarak okura sunulabilir bir yol değil. Tarihsel-kültürel olarak imgelemin ve zihnin imlem farklarının bağlantılı tezahürünün iz-sürümünde yoğunlaşan bir düşünümün ışımasında imgelem ve bellek yapılanmasının eridiği bir berraklaşma dolayımını okurun, felsefe profesörlüğü unvanları taşıyan kimliklerin bizzat bu kimliklerin sesini, söylem ve akıl yürütme alışkanlıklarını aşan trans-historik bir yazım düşünüm dolayımını seslendirmesini talep ediyor. Kendi asli kimlikler üstü sesinin çağrısına karşılık veren bir işitme, dinleme, yazma okuma dolayımını seslendirme olarak olarak Felsefe’nin asli anlamına, çağrısına karşılık vermek ancak böyle olası. “Filozof olmanın” ifade ettiği “bilgelik”, “bilgelik aşkı”… sözlerinin anlamı, bu yola adanmış sözün yazımına, çağrısına kişinin kendi sözüyle/yazımıyla karşılık vermesiyle; “filozof”, “Buda”, “Ermiş kişi”, “şair”, “kahraman” vs. tarihsel, kültürel kimliklere değer dünyası takıla döngülenen insan kimliğini yapılarından çöze-ışıtan sözün ebedi bir sonsuzluğa dokunumuyla kendi yankısını sonsuzluğa bırakıyor.

Oysa bu dereceler ve unvanlar bu yolu açan ve kat eden yazımları değil, adına tez denen yapılanmış bir mantığın yazma-okuma anlama sonuç çıkarma alışkanlıklarına seslenen kurallarla düşünme ve yazma alışkanlıklarını norm almakta. Dereceler, ünvanlar almak için tez yazanlar, unvan veren uzmanlar… Zemine yaratıcı tohumlar ekebilmek, orta halli ürünler almaya hizmet etmek bir yana, çoraklığı daha da çoraklaştıra-sürüklenen endüstriyel bir kültüre “insan” değil, “teknik eleman” “uzman” yetiştirme esasına göre örgütlenen bir kültür ve inanış sisteminin eğitim kurumlarının “uzman”lık dereceleriyle oynanan bir oyunun oyuncuları olarak bu oyunda yer almakta. Üstelik oyunun kuralları yarışmacı rekabeti ve sırtlan payından ödül kapmayı oyunun baş değerleri olarak oyuncuları çoktan belirlemiş. Bu oyunda, “felsefe dersi” olarak ne anlaşıldığına ne verildiğine, ne konuşulduğuna, bu öğretimden ne beklendiğine kısaca fakat dikkatli bir göz atmak bile, durumun ne kadar hazin olduğunu görmeye yeter bakan duyarlı bir göz için. Duyarlı bir zekâ uyanmamışsa, o zaman oyunda, oyunun kuralları ve değerleri, oyuncular her şey yerli yerindedir. Şimdi ve her zaman olduğu üzere.

Böylece, hayatın “insan olmanın olanakları olarak”, oyuncuların tarihsel kültürel kimlik ve değer hiyerarşisinin ideolojik yapılanmasını çözmenin olanağı olarak bir düşünümün kendi yolunu açan yoluna hiç çıkılmadan kalınmakta. İnsanın insanlığına dokunan bir tohumu çorak toprağa eken ve yeşerten bir yazım/düşünüm yerine, ne kendine ne insana dokunan, sadece kendi egosunun hizmetinde bir oyuncu olarak sahnede görünmekte kendi yaşam süresi içinde, sonra birden kaybolmakta yerini kendi benzeri oyunculara bıraktığı oyunda. Shakespeare’in seslendirdiği üzere: Sahnede bir oraya bir buraya koşuşturan, kasılan, ses ve öfke dolu bir oyuncu, sonra birden kaybolan, gelişi ve gidişi oyuncunun oyunda taşıdığı, şişinip kasıldığı unvan ve kimliklerin, sırtlan payının boşluğundan başka hiçbir anlamı imlemeyen.

Felsefi düşünmenin yerini; herşeyin kavramsal tanımlamalarla neden-sonuç, araç-sonuç kullanım amaçlı temsil edildiği, kullanım kurallarıyla katılaştığı zemindeki öznellik-nesnellik yapılanmasının düşünme/yorum alışkanlıklarına hitap eden bir konuşma/yazım mantığı almakta. Oysa felsefi düşünmenin tam da başlama noktası, bu alışkanlıkları merkez alan öznellik-nesnellik merkezli konuşma, yazma, düşünme yapılanmasının izini süren bir yazım deviniminin başlamasına bağlı. Bu iz sürümünün dolayımında özne-nesne merkezsiz, kimlik/kendilik merkezsiz bir devinimin imlem farklarının bağlantılı tezahürünü yaza–okuya kat-eden bir yazımın dolayımında, zihnin öznellik-nesnellik kendilik merkezli doğruluk-kesinlik deneyim inanışlarının yapılanmasını kendine ve başkalarına dokundura yazan düşünme-yazma-konuşma yolları açabilmek esas sorun. Ve her zaman, yani her tarihsel zamanda, tarihsel zamana her noktasında hem aşkın hem içkin bir dokunumun devinimin (untimely) en önemli başlama veya başlayamama, uyanma ve uyanmama sorunu Felsefi Düşünümün. Merleau-ponty’nin ani ölümüyle yarım kaldığı düşünülen metni, böyle bir dolayımı açan, kat-eden, dokusunu dokuyan bir metin (text/texture) olarak, kendi dokusunda kendi tamamlanışını dokuyan ve okuruna dokunduran sonsuz bir zeminden devinimini alan bir metin olarak “yarım” kalmış değildir. Felsefi yazarın yazma devinimi, kendi asli dokusuna dokunan devinimiyle sonlu olanı sonsuz olana dokuna yazan dokusunda devinen hayatiyetini, onun dalga devinimini sonsuzca dokundurmayı sürdürür. Metnin hayatiyeti, organik yaşamın sınırlı hayatını aşar.

Wittgenstein da, kendi metinlerini; bu yazım dilinin okuma anlama, okuduğu metne karşılık verme alışkanlıklarıyla metnin dokusuna, dokunumuna yabancı kalan akademik yayın endüstrisinin yorumcuları tarafından kısa zamanda unutulması dileğiyle, ve ona uygun (appropriate) karşılık verecek okura ulaşması hüzünlü umuduyla geride bırakır. Bu metinler, kendi dokusunda dalgası, salınımı, karşılık bekleyen; karşılığı oradaki armağanı yeniden dokuya yazmaya seslendirmeye dolayımlanan yazımı/sözü yeniden başlatmak anlamında başı sonu sonsuzda yankılanır dokunuşlarla yazılmış olarak, bu dokunuşların dalgasıyla rezonansı tınlayan karşılığın seslendirilmesini talep eder okurundan sessiz ve derinden.



Öte yandan, tarihsel-kültürel alışkanlıkların öznellik merkezi olarak ben-merkezli “nesnellik” nesnel doğruluk-kesinlik inanışları ya da sanı yapılanması (yönelimi/intentionalité) paylaşılmakta. Araç-sonuç bağlantılı kullanımlar, hem aynı anda kendi tezahür zeminiyle bağlantılı olarak imlem farklarını imlemekte kendiliğinden Kımıldanışın Dolayımında; hem de bunun hiç farkında olmayan tarihsel-kültürel alışkanlıklarla belirlenmiş bir zihniyet ve onun psikolojisi, estetik-etik heyecan dünyası kendi çalkantısında yapılanıyor. Araç-sonuç bağlantılı kullanım kurallarıyla, normlarıyla davranmayı, kurallar oluşturmayı ve onları izlemeyi pratik yoldan öğrenmekle ve paylaşmakla insanın doğruluk, kesinlik ve değer inanışları oyunun kuralları öğrenilmekte ve kendi kendinin asli temsilcisi bir gerçeklik deneyimi olarak paylaşılmakta ve katılaşmakta. Bu nedenle “işte” gösterimi ile işaret edilen “gerçeklik” son çözümlemede artık kendi kendinin doğruluk-kesinlik kanıtı/tanıtı gibi, sanki apaçık bir sağduyu gerçekliği gibi deneyimlenmekte! “Deneyimleyen/algılayan özne” “deneyimlenen, gözlemlenen nesne/”nesnellik” inanışları, bu nedenle sanı/inanış yapılanmalarını bu öznellik yapılanmasından gizlemekte; sanki “öznelliğin” “nesnelliğin” deneyimlenmesinin kanıtı sanıldığı bilgi teorilerine, bilginin temelleri hakkında saçmalığını gizleyen mantık kurgusal teorilere, onların yarattığı imgelem sanılarına neden olmakta. Burada yapılanan öznellik nesnellik deneyimini, tinsel/maddesel öz ayrımlarını, kendi kendinin a priori (doğuştan) doğruluk-kesinlik kanıtı olarak alan bilim ve felsefe adına bilgi kuramlarının varlık bilimsel (ontolojik) kurguları, özcü sanıları izlemekte. Öte yandan bilgi kuramının kurgucusu mantıkçı, kendi sanılarının sanı olarak farkında olmadığı için, okurunu gerçekliği kendi adlandırma notasyonunun noktalama işaretleriyle mekan/zaman aralıklarına bölmekte; “neden”-“sonuç”, “öncül”-“sonuç” bağlantıları ve mantık kurgusu içinde okuma ve akıl-mantık yürütmeye yönlendirmekte; bu notasyonun yazım kurgusuna bağlı ortaya çıkan bir okuma deneyimini gerçekliğin asli, ontolojik, öz deneyimi olarak hem kendisi hem okuru için deneyime açmakta. Örneğin Descartes yöntem kuşkusunu kendi kendinin (self-demonstrative proof) kanıtı/tanıtı olarak bizi de paylaşmaya çağırdığı bir metot kuşkusu deneyimi üzerinden düşünmeyi “yer-kaplamayan bir töz” olarak deneyimler ve “yer-kaplayan töz’e (res extensa) karşıt olarak betimler. Ne ki, bu adlandırma veya betimleme yer kaplama” ve “yer kaplamama” imlem farklarının tezahür zemininden hareketle anlaşılan bir kavram karşıtlığını kullanır. Yoksa bu terimlerin ne kastettiğini de anlamazdık. Öte yandan, sanki bu karşıtlık bir töz farkının kendi kendinin kanıtı/tanıtı olduğu sanısını aklın kavradığı bir kanıt olarak yer kaplamayan tözün kendi kendinin tanıtı/kanıtı olmasından hareketle yer kaplama da tanıtlanmış olur. Bu tanıtlama kurgusu, okurun da onu böyle bir okumanın kurgusu içinden izlemesi, kendi kendine deneyimlemesine, mantığına kabul göstermesi esasına göre felsefi bir tartışma (argüman) oluşturur. Bu nedenle imlem farklarının iç bağlantılı tezahür zeminine, “ifade”, “sözün ortaya çıkış tezahürünün (proto-phenomenon) iz sürümüne dokuna yazma esasına dayalı felsefi çözümlemenin yazım artikülasyon etkinliği; kuram temelli; neden sonuç, öncül-sonuç temelli; analitik teorik kurgu, model, genel açıklama resmi soyutlama temelli; akademik tez, tartışma, makale yazımı (journal writing) tarzı yazımdan kökten ayrılmakta. Gerçekten de sözün ilk doğasına, tezahür zeminine dokunan bir dil artikülasyonunun devinimi ve dolayımı üzerinden bir appropriation sorununun yüzlendiği arayüzden seslenen dil artık “sanat”, “felsefe”, “şiir” kavramsal ayrımlarına sığmaz, sadece kendi dolayımından seslene-yaza dokunur; adsız, özne-nesne merkezsiz, bağırtısız, çağırtsız, öfkesiz, sessiz ve derinden…

Tam sükûneti içinde yan yatmış Ariadne’nın yarı karanlık yarı aydınlık atmosferi içinde endüstriyel-teknolojik kültür dokusuna dünyanın kayıtsız, beklentisiz… dokunuşu böyle dokunur Ruha Chirico’nun resim dilinin imlem dokusundan. Ruh, resmin imlem dokusu içinde böyle sessizce, kendi sükûnetiyle kendi kendine dokunan kımıldanımının mırıltısı, kendini dokunduran yazısı-çizisinin akışında sükûnete varabilir varabildiği kadar, bütün patırtı gürültüsüne, karmaşasına karşın dünyanın!

Öte yandan tezahür zeminine dokunan aşağıdaki sözün dolayımı şiir estetiğinin tarihsel-kültürel ideolojik yüküne mesafesi içinden şu Farkındalığı dokundura-uyandıran bir düşünümün devinime geçmesi için onu derin uykusunda sarsan bir dürtü etkisi yapabilir belki. “Şiir” ya da “”sanat” adı verilen Söz”ün tezahür zemini, şiir yazımının veya sanatın tarihsel-kültürel olarak belirlenmiş ideolojik estetik-ethik zemininden değil, kendi yaratıcı zeminine dokunumdan momentumunu aldığı zaman adlandırmaların ötesinden bir dokunumla herşeye aynı anda dokunur. Temsili adlandırma ve betimlemelerle anlam farklılıkları asli tezahür zemininden kopmuş, farklı tarihsel-kültürel zeminlerde temsil edilmiş herşeye dokunur. Bu dokunumun dolayımında onları, kendi başlarına kendi kendilerinin asli/öz temsilcisi gibi göründükleri, kurallaştıkları tarihsel zeminde açtığı bir çatlağın fay yarılması boyunca imlem farklarının bağlantılı tezahürü boyunca öznesi olmayan bir sarsıntıyla sallar. Sarsıntının yardığı fay aralığından tarihsel kültürel yapısı katılaşmış benliği imlem farklarının bağlantılı kımıltısı boyunca herşeye eş-anlı dokundurur; yapılanmış “ben”liği tarih-aşırı bir dokunumun kımıltısı dolayımında yapısal alışkanlıkları dışında kımıldatır. Sarsılma ve yarılma yapılanmış benlikte bir çatlaktan başlar ve anın belirlenimsiz, kaypak (“ambivalent” Merleau-ponty), sonsuz, kaotik anında sonsuzca (“chiasmic”:“M-ponty Visible et Invisible”) mucizevi bir dokunumun dokunuşuyla bir düşüne-yazmayı başlatabilir. Visible et Invisible kendisi, chiasmic bir dokuyu dokuna-yaza dolayıma açan bir metin (text) olarak zaten sonlanmamış olmaya yazgılı bir metindir. Metnin dokusu, dokunuşu yazarın metni tamamlanmamış bırakan ölümünü aşar, sonlanmayan bir dokuya dokuna yazmaya yazılan yazarın kaderi yazarın ölümünü aşar; metnin sonlanmamış olarak kalması bir eksiklik değil, aşkın bir dokunumu dolayımlamada yoğunlaşan, yoğunluğu bir damlanın dokunuşuyla, her şeyi yerinde sallar. Fakat bu sallanma (oscillation) alışkanlıklarıyla kendine ve çevresine dokunma tepki verme, imgeleme çağrışımlarıyla davranmaya alışmış insan gövdesini alıştığı araç-sonuç kullanımlı çevresinden taşırır, imlem farklarının bağlantısı içinde artık kendi gövdesi olmayan bir dokuda auto-hetero affective bir uyanışın dolayımında gövdenin yapılanmasını çöze yazmanın olanaklarını açar. Bu nedenle sözkonusu dokunumu dokuya-seslendirmeye soyunan düşünümün metni daima sonsuza dokunumdan alınan kesitlerin dokusunda yoğunlaşır ve kendi tamamlanışını parça, parça, parçanın iç bağlantılı imlem dokusunda yoğunlaşarak tamamlar. Wittgenstein’ın parça parça hatırlatmaları böyle bir dokuyu dokundura yaza-hatırlatmalarla yoğunlaştırmaya (temellük etmeye) açar, hem kendisi hem okuru için.

Bütün bu sözler, yoğunlaşma, temellük etme sorunsalının, çağdaş Fransız auto-hetero affective geleneğinin, “virtuality”, “tekil-çoğul”, “tekil olay” vs. vs. kavramsallaştırmalarıyla yüklü karmaşık söylemini sözkonusu dokuyu açma dokundurma işlevinde gerçekleştirilmesinin Merlau-ponty’nin sözde yarım kalan metninin nasıl gerisine düştüğüne; sözü hakikat zeminine odaklama, netleştirme yerine kibarca bir sözle nasıl bir “entellektualizm” ( yeni medya şöhreti Badiou vs.) ürettiğine, ya da daha açıkçası asli meseleden uzaklaşan yeni takıntıları döngüleyen ve onlara döngülenen bir sofizm ürettiğine dair gözlemlerimin de bir ifadesi.

Rumi’nin sözündeki iç-görü’nün, sadece bir iç-görü değil, hem dışı hem içi aynı anda, eş-anlı seslendiren sözün, bu iç görüyü kendi dokusuyla dokuma ve dokundurma yoluyla uyandırmaya, uyanık tutmaya bir çağrı olduğunun farkında mıyız? Ve bu sözün Novalis’in yukarda alıntılanan sözüyle buluşan ortak anlam dokusunun? Bu yola çıkmaya, felsefeyi bu yolda battığı entelektüalizm batağından asli işlevine yöneltmeye hazır mıyız? “Hangi asli işlev mi?” diye soruyorsan, yanıt gene Novalis’ten:



Arkadaşlar! Zemin yoksul, bolca tohum savurmak zorundayız ki ancak orta halli ürünler alalım.iii

i “Oğm” gırtlak, ses, dudaklar, ağız, eller, ayaklar, gövde, ayakların bastığı yeryüzünün birlikte tezahürüne dair bir içgörü özeti ve içgörüyü dolayımlama, yoluyla Buda/Zen iç-görüsünün içselleştirilmesine (appropriation) dair bir pratik. Toplam gırtlak hareketi, “O” sesinin “hğ” gırtlak gerisindeki sesle “m” ön sesiyle bağlantılı seslendirilmesi toplam bir Gövde hareketinin özeti. Toplam gövde hareketi sadece sesi çıkaranın gövdesinin hareketini değil, ifade phenomeni’ nin aynı anda imlem farklarıyla iç bağlantılı tezahürünün bir simulation’u (taklidi). Dünyanın öznellik nesnellik olarak temsil edilmesi ve gösterilmesine parçalanan zihin yapılanmasını kendi tezahür zemininin taklidi yoluyla bir appropriation pratiği. Öte yandan pratik içgörüyü ön dayanak alıyor. Bu nedenle pratikten hareketle iç görüye ulaşmak (appropriaton yolu), ona dokunan düşünüm uyanmadıkça; bu dokunumu kendinde harekete geçiren artikülasyon, yazım/düşünüm hareketinin kendi dokusuna dokuna yazılmadıkça olası görünmüyor. Bu yol ayrımı imana bağlı inanış sistemlerinin pratiği ile felsefi düşünümün yol ayrımı olarak hala ortada duruyor. Sadece dinsel inanış sistemleriyle ilgili bir sorun olarak değil, Buda, Zen felsefelerinin aydınlanma ustalarının bu iç içgörüyü devindiren sözü/yazısı ile bu aydınlanmaya dair düşünümün zahmetli yolu yerine, bu aydınlanma içgörüsüne götüreceğine inanılan “meditasyon” pratik ve teknikleri arasında da aynı yol ayrımı sözkonusu.


ii

2 “Philosophy is really homesickness – the desire to be everywhere at home.” Notes for a Romantic Encyclopaedia: Das Allgemeine Brouillon (SUNY Series, Intersections: Philosophy and Critical Theory) Paperback – 2 Jul 2011

“Signifying by sounds and marks is an admirable abstraction. Three letters signify God for me – a few marks signify a million things. How easy it is then to make use of the universe! How visible is the concentricity of the spiritual world. The theory of language is the dynamic of the spiritual realm. (Novalis, Philosophical Writings Trans. by Margaret Mahony Stoljar, State univ. of New York Press, 1997.)

Metnin Türkçe çevirisi: “Signifying” e karşılık olarak “Sesler ve çizgilerle yapılan adlandırma” demiş. (Bkz. Fragmanlar, Çev. Gürsel Aytaç. Doğubatı Y. 2014.)



Fakat “adlandırma” kelimesi; bir çizgi, form, veya im ile işaret ederek dış bağlantılı bir adla imlem farkını temsil etmeye bağlı gösterimin, imlem farklarının iç bağlantılı olarak işlediğini fenomenolojik bütüncül bir kavrayışla anlamış olmayı talep ediyor! Oysa, bu meselenin doğru anlaşılması, ve anlaşılamaması zaten bütün felsefenin ve Wittgenstein’ın düşünce denemeleriyle, fenomenolojik diller kura-yazan hatırlatmalarıyla yazımının en temel meselesi! Novalis’in Fragmanlar’ı bu meseleye dair iç görüye sahip nadir bir düşünürün Fragmanları olarak okurlarına ebedi bir sonsuzluktan sesleniyor. Sesine ya da pırıltısına karşılık vermek öte yandan okurun her şeyden önce kendi kendini iç-görüde anlamanın yoluna çıkmasını talep ediyor: Tarihsel kültürel inanış sistemlerinin kurallarının, normlarının, paradigmalarının kısaca “ideolojik tarihsel-kültürel sistem” yapılanmasının belirlediği; tepki verme, imgeleme, davranma, konuşma-yazma-okuma, akıl yürütme alışkanlıklarıyla belirlenmiş tarihsel-kültürel “ben kimliğinin” zihinsel yapılanmasını çöze yazmanın yolunda kendini yeniden keşfetmenin anlamına dokuna yazan parçalar seslendirmeye… Seslerini, dokunuşlarını, pırıltılarını Novalis’in paçaları gibi sonsuzdan seslenmeye, dokunmaya bıraka-yazmaya…


iii Novalis, Fragmanlar, Çev. Gürsel Aytaç, Doğu Batı Y. 2014.



Yüklə 71,53 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə