BİLİM VE ÜTOPYA (60):40-45 (1999)
İNSAN EVRİMİ VE YARATILIŞÇILIK
İzzet Duyar
1
Evrim Aldatmacası (1) adını taşıyan bir “risale” son günlerde yapay olarak yaratılan
evrim tartışmalarının baş aktörlerinden biri haline ge(tiri)ldi. Risaleyi, yazın sonlarına doğru
bir öğrencim bana ulaştırdı, bedava dağıtıldığını da eklemeyi ihmal etmedi. Ancak reklam ve
seçim afişlerinin bedava dağıtıldığı günümüzde yeni bir slogan metni okumaya pek hevesli
olmadığım için rafa kaldırdım, ta ki kitabın “ikiz kardeşleri”nin sokaklarda dağıtıldığını
gözlerimle görene dek... Ortalığı birden “Evrimcilerin Yanılgıları”, “Materyalizmin Sonu”
“Hücredeki Mucize” gibi kitapçıklar kaplamaya başlamıştı. Ve bunlar da bedava
dağıtılıyordu. Ulus, Kızılay gibi Ankara’nın merkezî yerlerine mevzilenen araçlardan bu
kitapçıklar halka âdeta fışkırtılıyordu.
Gördüklerime ilk anda inanamadım. Ancak pek çok kişi beni doğrular biçimde benzer
“öyküleri” anlatınca biraz olsun rahatladım: Hayal görmüyordum. Bu son ifadelerim üzerine
Harun Yahya’nın “Görme ... dış dünyada olan şeyler değil, zihnimizde meydana gelen
etkilerdir” deyip (s. 118), “Böyle bir kitap yok! Onu sen beyninde fantezi olarak oluşturup
okumuşsun. O aslında olmayan bir görüntüdür” diye itiraz edebilir düşüncesiyle birden
irkildim. Gerçekte olmayan bir risaleyle mi karşı karşıyaydım acaba?...
Bu düşünce beni ciddi biçimde rahatsız etmeye başladı, ama daha sonra, “Zararı yok...
Hiç olmazsa bedava dağıtılmayan ama benim hayalimde gördüğüm, hayalimde tuttuğum,
hayalimde okuduğum bu kitap üzerinde ‘fantezilerimi’ aktarırım” deyip biraz rahatladım.
Zaten fantezi yazmak son zamanlarda moda değil miydi?
Pehlivan tefrikası
Evrim Aldatmacası’nı okumadan sayfaları şöyle bir karıştırdığınızda edindiğiniz ilk
izlenim, alıntılardan oluşan yeni bir “pehlivan tefrika”sını elinde tuttuğunuz oluyor. Ancak bu
tefrika güreşleri değil, evrimi konu alıyor. Pehlivan tefrikalarında hiç olmazsa zaman ve
mekân gibi bazı öğeler değişir. Ancak bu tefrikada hiçbir şey yeni değil. “Evrim Anaforu ve
Gerçek”, “Canlılar ve Evrim”, “Evrim” vb başlıklı yaratılışçı kitaplardan tek farkı, onların bir
bakıma “usaresi” olması.
Adları zikredilen bu kitaplar birinci hamur kâğıda basılmış, renkli resimlerle
bezenmiş, görünümü “hoş” kitaplar. Ancak bir kusurları var: Yüzde doksanından fazlası
alıntıdan oluşan bu yayınlara yazar olarak imza koyan kişi(ler?)in kitapların oluşmasına
katkılarının hayli muğlâk olması.
1
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Fizik Antropoloji Anabilim Dalı, Sıhhiye 06100, Ankara.
2
Evrim düşüncesinin “bilimsel” çöküşü
Harun
Yahya’nın amacının, evrim anlayışının çöküşünü “bilimsel” olarak ifşa etmek
olduğu daha alt başlıktan anlaşılıyor. Alt başlıktaki ibare aynen şöyle: “Evrim teorisinin
bilimsel çöküşü ve teorinin arka planı.” Yani yazarımız, bilimin silahıyla bilimi vurma işine
soyunduğunu daha başlıkta ima ediyor. Ancak kitapçığın nasıl bir mantık silsilesi içerisinde
yazıldığı ne yazık ki anlaşılamıyor. Yazarımız bir kartopu gibi giderek büyüyen mantık
çelişkisini (belki de bilerek) sürdürmeye devam ediyor ve “can alıcı” saptamaları sona
saklıyor. Son bölümünde (okuyucuya dikkatle okuması uyarısını da eksik etmeyerek), aslında
bizlerin bir varlık olarak var olmadığını, maddi dünyanın, beynimizdeki görüntülerden ibaret
olduğunu söyleyerek şaheserler yaratıyor.
Bilimle yakından ya da uzaktan ilgisi olan herkesin bildiği bir konu vardır: Bilimin en
temel önkabulü evrenin, yani maddi dünyanın, canlıların (ve doğal olarak da insanın) var
olduğudur. Bunu kabul etmiyorsanız bilim yapmanız anlamsız ve imkânsızdır. O zaman
Harun Yahya’ya şu soruyu sormak gerekiyor: Madde olmadığına göre, maddi dünya üzerine
kurulu olan “bilim”in verilerine dayanarak evrim düşüncesi nasıl çürütülebilir? Bir yandan
bilimin temel postülasını kabul etmeyip, diğer yandan da kabul edilmeyen bu verilere
dayanarak evrim düşüncesini çürütmek herhalde yalnızca yaratılışçılara özgü bir mantık olsa
gerek.
Yazarımızın kendine özgü bir bilim anlayışının olduğunu görmek için uzun boylu kafa
yormaya gerek yok. Bunu en açık biçimde, evrim düşüncesinin bilimsel bir önerme
olmadığını (s. 1), buna karşılık “yaratılış” düşüncesinin “bilimsel” temellere dayandığını ileri
sürmesinden çıkartabilirsiniz. Bunu kitapçığın pek çok yerinde görmek mümkün. Bu savlar
insana ister istemez, “Ya bu konu üzerinde kafa yoran onca düşünür ve bilim insanı bilimsel
önermenin ne olduğunu bilmiyor (anlaşılan bunu yalnızca yazarımız biliyor), ya da demek ki
son zamanlarda bilimsel önermenin tanımı değişmiş de haberimiz yok” dedirtiyor.
Lamarck ve Darwin’in evrim anlayışı
Evrim kuramını çürütmeye soyunan yazarımızın evrimi gerçekten anlayıp anlamadığı
konusunda okuyucuda ciddi kuşkular uyanıyor. Örneğin, türlerin değişmesi konusunda
Lamarck ve Darwin aynı görüşleri mi savunmuşlardır? Yazarımıza göre evet?! Harun Yahya
“Aslında, Darwin’in doğal seleksiyon önermesi kendisinden önce Lamarck’ın, ‘kazanılan
özelliklerin nesilden nesile aktarılması’ şeklinde açıkladığı evrimci mantıkla aynıydı” diyerek
(s 15) evrim anlayışındaki bilgi düzeyini de ortaya koyuyor.
Bilim ya da evrim tarihiyle biraz olsun ilgilenenlerin çok iyi bildikleri gibi, Lamarck
ve Darwin’in evrim anlayışları birbirlerinden dağlar kadar farklıdır. Lamarck’ın evrim
anlayışında bir türün diğerine kaynaklık etmesi sözkonusu değildir. Buna karşılık Darwin’in
düşüncesi canlıların ortak bir atadan çeşitlenerek oluştukları anlayışı üzerine kuruludur. Yine
aynı şekilde Lamarck’ın evrimi açıklama şekli olan transformizm (dönüşerek evrim) ile
Darwin’in doğal ayıklanması arasında en küçük bir benzerlik yoktur. Aslına bakılacak olursa,
bu iki araştırıcının tek benzer noktaları “kalıtım” anlayışlarıdır. Ancak yazarımız bunu
vurgulamaktan özenle kaçınarak bu iki bilim insanının evrim anlayışlarının birbirlerinden
farksız olduğunu söyleme yoluna gidiyor. Bu, Harun Yahya’nın konuları bulanıklaştırma
konusunda ne kadar üstün bir yeteneğe sahip olduğunu göstermektedir.
3
Geçiş formları sorunu
Kitapçıkta üzerinde durulan ana konulardan birisi de “ara-geçiş formlar” sorunudur.
(Yazarımızın “ara” ve “geçiş” sözcüklerinin bir arada kullanılmasının bir hikmeti vardır
herhalde.) Harun Yahya evrimin olmadığı konusundaki görüşlerini temellendirirken geçiş
formlarının olmadığı savını ileri sürmekte ve bunu kitapçığın değişik bölümlerinde sık sık
tekrarlamakta. Evrime bir parça tarafsız bakan kişi, aslında tüm fosillerin az ya da çok geçiş
özellikleri taşıdığını mutlaka görür. Şimdi konuya biraz daha yakından bakalım.
Kitapçıkta Australopithecus ve Homo habilis fosillerinin insan soyuna cinsine
olmayıp, maymun oldukları savı dile getirilmektedir. Harun Yahya’ya göre yalnızca Homo
erectus ve sonrasına tarihlendirilen fosiller “insan”dır. Önce Australopithecus’ları ele alalım.
Yazarımıza göre bu canlının insan sayılmaması için en önemli gerekçe dik yürüyememesi ve
insandan çok maymunlara benzemesidir (s. 41): “ ...uzun kollar, kısa bacaklar gibi birçok
özellik, bu canlıların günümüz maymunlarından daha değişik olmadıklarını gösteren
delillerdir.”
Yazarımızın Australopihecus’lar konusunda ne denli tutarsız görüşler ileri sürdüğünü
anlamak için tek bir örnek bile yeterli olacaktır. Aşağıda çizimi görülen leğen ve uyluk
kemikleri
⎯bu yapılar dik yürümenin en önemli göstergeleri arasında yer alırlar⎯ soldan
sağa doğru insan, Australopithecus (afarensis) ve kuyruksuz büyük maymuna (ape) aittir (2).
Okuyucu, şekillere bakarak, ortadaki resmin bir insana mı yoksa bir kuyruksuz büyük
maymuna mı yakın özellikler gösterdiğini rahatlıkla anlayacaktır. Harun Yahya’ya göre
ortadaki resim bir insana (ya da insan çizgisindeki bir canlıya) ait değil, bir maymuna aittir!
4
Çizim 1. İnsan, Australopithecus (afarensis) ve ape (kuyruksuz büyük maymun)’in leğen ve
bacak kemiklerinin karşılaştırılması (Kaynak Lewin 1989)
Şimdi de Homo habilis’i ele alalım. Literatürde Homo habilis (3) olarak bilinen, taş
âletler yaptığı
⎯ki bu yazar tarafından da kabul edilmekte⎯ ortaya konan, ateşi
kullandıklarına ilişkin izler barındıran, basit ve kaba barınaklar yaparak geçici de olsa
“yerleşime” geçtiklerine dair arkeolojik kanıtlar bırakan bu canlılar her ne hikmetse “insan”
olarak kabul edilmiyor. Bakın kendisi bu konuda neler söylüyor (s. 44):
Homo habilis, Australopithecus ismi verilen maymunlarla birçok ortak özellikler
taşıyordu. Aynı Australopithecus gibi uzun kollu, kısa bacaklı ve maymunsu bir iskelet
yapısına sahipti. El ve ayak parmakları tırmanmaya uyumluydu. Çene yapıları tamamen
günümüz maymunlarınınkine benziyordu. 550 cc.’lik beyin hacimleri de bunların birer
maymun olduklarının en iyi göstergesiydi. Kısacası ... Homo habilis, gerçekte tüm diğer
Australopithecuslar gibi bir maymun türüydü.
Aslında tüm bunları söyledikten sonra bir yaratılışçının Homo habilis’i niçin bir geçiş
türü olarak kabul etmeyeceği/edemeyeceği çok açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Niçin
mi? Yukarıdaki özelliklerin hepsi, ama hepsi, bu canlının bir geçiş formu olduğunu açıkça
ortaya koyuyor da onun için! Nitekim yazarımız Homo habilis’in iskelet yapısı için kendi
ağzıyla “maymunsu” diyor, “maymun” diyemiyor.
Bu arada, Homo habilis’in el ve ayak parmaklarının, çene yapılarının ve beyin
hacimlerinin, bu canlıların maymun olduklarının en iyi göstergeleri olduğu iddiasına ancak
gülüp geçilebilir. Bu özelliklerin bir maymuna değil insana ait olduğunu, Harun Yahya’nın
mensubu olduğu ve yaratılışçılığın Türkiye şubesi olarak çalışan Bilim Araştırma Vakfı’nın
başka bir yayınında görmekteyiz. Bu, Gufran Koyuncu imzasıyla çıkan “Evrim” başlıklı
kitaptır (4). Hani yukarıda sözü edilen renkli resimli, birinci hamur kâğıda basılan
“tefrikalardan” bir diğeri (5). Bu kitabın 182-193’üncü sayfaları Homo habilis’e ayrılmış.
Ama sıkı durun! Bu satırlarda habilis’lerin maymun olmadıkları, düpedüz insan oldukları
savunuluyor! Hem de tamı tamına 12 sayfa boyunca, gerekçeleri uzun uzun anlatılarak... Bu
satırlarda bakın yazarımız neler diyor: (yalnızca başlıklar bile yazarımızın düşüncesini ortaya
koymaya yeter) “İnsanın en eski kalıntıları: Homo habiline” (s. 182), “Modern kafatası
biçimi” (s. 183), “Beynin geniş kullanım kapasitesi” (s. 184), “Alet yapmaya olanak veren el
dizaynı” (s. 185), “Modern ayak yapısı” (s. 186), “Modern iki ayaklı yürüyüş biçimi” (s. 187).
Bu durumda şu soruyu sormak farz oluyor: 1992’den bu yana ne değişti de bir önceki
yayınınızda “insan” olarak tanımladığınız bir canlı grubunu birden bire maymunluk
mertebesine “indirdiniz”? Yoksa habilis’ler cennetteki yasak meyveyi mi yediler?
Yeniden konumuza dönelim: Homo habilis’in insan sayılmamasının altında yatan
temel kaygı, tam bir “geçiş formu” olan bu canlının maymun olduğu imajının yaratılarak
“Bakın işte, insan evriminde de geçiş formu yok” sözde iddialarını sürdürebilmektir. Bu kaygı
en açık biçimde “550 cc’lik beyin hacimleri bunların birer maymun olduklarının en iyi
göstergesi[dir]” (s. 44) ifadeleriyle vücut bulmaktadır. Bir yandan habilis’lerin beyin
hacimleri kuyruksuz büyük maymunlara yaklaştırılırken, diğer yandan da âlet yapan ve ateşi
kullanan bir grubun maymun addedilmesi hangi mantıkla açıklanabilir?
Homo habilis’lerin diğer kuyruksuz büyük maymunlar (ape) ve
Australopithecus’lardan daha büyük bir beyne sahip olduğu tüm araştırıcılar tarafından
5
bilinen bir gerçektir. Çünkü bu canlının beyin hacmi ortalaması, yazarın söylediği gibi 550 cc
değil, 600 cc’nin üzerindedir (6). Örneğin Klein, habilis’lerde beyin hacminin dağılım
aralığının 510–750 cc arasında değiştiğini, ortalamasının ise 630 cc olduğunu belirtmektedir
(7). Aradaki fark önemsiz gibi görünebilir, ama insan evriminin ilk aşamalarında yaklaşık 80
cc’lik artış küçümsenemeyecek bir gelişmedir. Daha da önemlisi, habilis’in beyin hacmi
düşük gösterilerek, insanın atasal soylarında meydana gelen gelişme/değişmelerin
manipülasyonla perdelenmesi amaçlanmaktadır. Bu örnek, yazarın rakamlar üzerinde nasıl
kaygısızca oynadığını açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
Bu,
yazarımızın rakamlar üzerinde oynamasının tek örneği değildir. Bu tür örneklerle
kitapçık boyunca karşılaşılabilir. İşte bir diğeri: Harun Yahya “Atalarımızla aynı anda mı
yaşıyoruz?” başlığı altında (s. 49–50), atalarımıza ait özelliklerin günümüz insanında da
bulunduğunu, dolayısıyla evrimin olmadığını açıklamaya çalışıyor. Bu konuda örnek olarak
Homo erectus’un pek çok özelliklerinin günümüzde Avustralya Yerlilerinde
gözlenebileceğini veriyor. Burada vurgulanması gereken ilk nokta yazarın düştüğü mantık
yanlışlığıdır. Canlılar tabiî ki kendilerinden önceki atalarının özelliklerinin önemli bir
bölümünü taşırlar, bunları kendileri tümden var etmemişlerdir. İnsanın da kendi evrim
çizgisinde yer alan atalarının, bu arada Homo erectus atalarının bazı genlerini taşımasından
doğal bir şey yoktur.
İkinci nokta ise, yazarın bunu yaparken yine rakamlarla oynuyor olmasıdır. Avustralya
Yerlilerini “ilkel” özelliklere sahip olduğunu göstermek amacıyla onların beyin hacmi
ortalamasını 900 cc olarak veriyor (s. 49). Yeryüzünde, yazarımızın verdiği beyin hacmi
ortalamasına sahip hiçbir insan topluluğu yaşamamaktadır. Yaşayan insan toplulukları
arasında beyin hacmi ortalaması açısından en düşük değere sahip olan grubun Avustralya
Yerlileri olduğu bilinir; ancak ortalama değer, Yahya’nın belirttiği gibi 900 cc değil, 1256
cc’dir (8). Yani, yazarımızın verdiği rakamdan yaklaşık 350 cc daha yüksektir.
Ya Neandertaller?
Yaratılışçıların akıl almaz çelişkileri ve çarpıtmaları bununla da bitmemektedir.
Örneğin haftalık haber yorum dergisi Aksiyon’un 147’inci sayısında yayımlanan E. Şahin
Çakır imzalı bir yazı, yüzyılımızın belki de en önemli antropolojik sorununu, insan olanla
olmayanı ayırmanın formülünü önümüze koyuveriyor (9). Bu yazı, yüzyıllardır bilim
çevrelerinin çözemediği soruyu bir anda çözüvermişti. Çakır’a göre “insan olma” kriteri
Kur’an’da yer almaktaydı ve çözümü gayet basitti: Eğer bir canlı ölülerini gömüyorsa insandı,
gömmüyorsa insan değildi. Bu özellik Neandertallerde görüldüğü için hiç kuşkusuz bu fosil
grubu “insan” olarak değerlendirilmeliydi (10). Buna karşılık Homo erectus, Homo habilis,
Australopithecus’lar bu payeye “erişemeyecekler”di. Ancak geriye yanıtlanması gereken
acayip bir soru kalıyordu: Günümüzde ölülerini gömmeyen bazı insan gruplarının olduğu
bilindiğine göre bunlar insan değil miydi?
Görüldüğü gibi, tek bir kaynaktan yola çıktıkları bilinen yaratılışçılar kimin “insan”
olduğu konusunda uzlaşmaya varmaktan çok uzaktırlar. Yaratılışçılardan biri Homo erectus’a
“insan” derken, diğeri “Hayır, insan değil” diyor. Peki, kimin söylediği doğru? Daha kimin
insan olduğunu çözümleyememiş bir (dinî) düşüncenin savunucularının evrim görüşünü
“bilimsel olarak çürütme”ye kalkışmaları ne ölçüde ciddidir?
İnsanın yakın akrabaları kimler?
6
Yaratılışçılara göre canlı türleri arasında kesinlikle akrabalık söz konusu değildir. Bu
düşüncenin doğal bir uzantısı olarak, insanın kuyruksuz büyük maymunlarla akraba olduğu
telâffuz bile edilemez. O halde, insanla kuyruksuz büyük maymunlar aynı kökten
gelmiyorlarsa acaba moleküler yapılarındaki benzerlikler bir tesadüf müdür? Ve niçin genetik
açıdan insana en yakın canlılar kuyruksuz büyük maymunlardır da başka türler değildir? Niçin
evrimsel modelde önerildiği gibi, akrabalık yönünden birbirlerine yakın türlerin moleküler
yapılarındaki benzerlikler daha fazla, uzak olan türlerinki ise azdır? Canlılar birbirlerinden
ayrı yaratılmışlarsa niçin bazı canlılar birbirlerine diğerlerinden daha fazla benzemektedirler?
İnsanın en yakın biyolojik akrabalarının kuyruksuz büyük maymunlar olduğu ve bu
canlılarla insanın ortak bir ataya sahip olduğu son yıllardaki genetik ve fosil bulgularla sürekli
desteklenirken, bunun aksini savunmak olsa olsa anakronizmdir. Tüm bu antropolojik ve
biyolojik bulguları görmezden gelen yazarımız “Aradaki yüzeysel benzerlik dışında
maymunun insana diğer hayvanlardan daha fazla bir yakınlığı söz konusu değildir” (s. 104)
diyerek harikalar yaratmaya devam ediyor.
Harun Yahya’nın zannettiğinin aksine, insanın kuyruksuz büyük maymunlarla yakın
akraba olduğu inkâr edilemez duruma gelmiştir. Yapısal ve işlevsel binlerce kanıtın yanı sıra
son dönemlerde gerçekleştirilen moleküler genetik çalışmalar bu yakınlığı daha da
pekiştirmiştir. Bu çalışmaların bulgularına göre insanla kuyruksuz büyük maymunlar
arasındaki moleküler benzerlik yüzde 98’den daha fazladır. Bunun yanı sıra, antropolojik
kazılarda ele geçen bulgular da bu görüşü desteklemeye devam etmektedir. Örneğin 1994
yılında ele geçen Ardipithecus ramidus fosilleri gerek vücut oranlarıyla gerek diş yapısıyla
insan-kuyruksuz büyük maymun ayrımına yakın bir canlının özelliklerini göstermektedir (11).
İşte size, yaratılışçıların “yok” dedikleri sayısız geçiş formlarından biri daha.
Ardipithecus’un geçiş formu olduğunu yaratılışçılara kabul ettirmek imkansızdır. Peki
bu durumda ne olacaktır? Olacakları şimdiden söyleyebiliriz: Onlar bilim sofrasının
kenarında bekleyecek ve doğacak ilk fırsatta ramidus’u “maymun yapma fırsatını” (!)
kaçırmayacaklardır. Bilim çevreleri, bu canlının insan evrimindeki yeri ve önemini tartışmaya
koyulacaklar; resmin genelini gerçeğe en yakın biçimde oluşturma çabası içerisine girecekler;
bu arada uzmanlar konunun eksik ya da açıklanamayan yönlerini dile getirecek ve zaman
zaman da birbirlerinin zayıf ve hatalı yönlerini öne çıkararak eleştireceklerdir. İşte
yaratılışçılar tam bu aşamada hücum edip yapbozun genelini değil de bir parçasını alıp ondan
yararlanmaya çalışacaklardır. Çünkü resmin (ya da yapbozun) geneli onlara uygun değildir.
Zaten yaratılışçıların bilim üretme mekanizmaları işte bu “kırıntılara” dayanmaktadır.
İnsan “maymun”dan mı türedi?
Yaratılışçıların yaptıkları en bariz çarpıtmalardan biri de insan evrimi söz konusu
olduğunda “insanın maymundan türediği” söylemine başvurmalarıdır. Harun Yahya da aynı
taktiği sürdürmekte bir beis görmemektedir. Bu, temelden yanlış bir yaklaşımdır ve kasıtlı
olarak Darwin’den bu yana sürdürülegelmektedir. Bunun doğrusu “insan, hem kuyruksuz
büyük maymun hem de insan özelliklerini taşıyan ortak bir atadan türedi” şeklinde olmalıdır.
Ancak evrim karşıtları, kitleleri ajite etmek, onları yanlış yönlendirerek desteklerini arkalarına
alabilmek için bu ucuz numaraya başvurmaya özel bir gayret sarf etmektedirler. Aynı
numaranın Harun Yahya tarafından da yapıldığını görmek hiç de şaşırtıcı değildir. İnsanın
maymundan geldiğini söylemek maymunu ata, insanı torun konumuna getirir. Halbuki ortak
ata, insanın olduğu kadar kuyruksuz büyük maymunların da atasıdır. “İnsanın maymundan
türediği” deyişinde zımnî bir amaç vardır. Bu ifade üzerine, evrim kuramı hakkında bilgisi
7
olmayan birisinin kafasında, “İnsan maymundan geldiğine göre değişerek günümüze gelmiş,
buna karşılık ‘maymun’ hâlâ yaşadığına göre değişiklik geçirmeden günümüze ulaşmış”
düşüncesi yer edecektir. Arkasından da doğal olarak “Bir canlı türü değişirken diğeri niçin
değişmiyor?” sorusu gündeme gelecektir. Ardından sorular çeşitlenerek devam edecektir.
Maymun niçin evrimleşmedi? Maymunlar niçin insana dönüşmüyor? İleride insana
dönüşecek maymunlar olabilir mi? İşte size bir çarpıtmanın anatomisi...
Bunun yerine, insan ve kuyruksuz büyük maymunların ortak bir atadan geldikleri
şeklinde ifade edersek bu soruların hiçbirine gerek kalmayacağı ortaya çıkar. Yani ortak
atanın ne tam insan ne de tam kuyruksuz büyük maymun olduğu, ikisinin özelliklerini de
barındıran bir canlı olduğu anlaşılacaktır. Bunun doğal bir uzantısı olarak, hem insanın hem
de kuyruksuz büyük maymunların değişerek günümüze geldikleri sonucu ortaya çıkacaktır.
Ancak bu formülasyon, insan evrimini gerçeğe daha yakın biçimde ifade ettiği ve kolay
anlaşılabilir olduğu için yaratılışçıların işine gelmemektedir.
Primat evrimi
Peki, bu ortak ata nasıl ortaya çıktı? Günümüzde 200’den fazla primat türü
yaşamaktadır. Yok olan türlerin sayısı ise bundan çok daha fazladır. Bunlar arasındaki
evrimsel ilişkiler yaratılışçıların ileri sürdüğü gibi basit, çizgisel düzeye indirgenemez. Primat
evrimi yaklaşık olarak 65 milyon yıllık bir zaman dilimini kapsar. Bu süreçte ilk önce
Prosimii denilen primat öncülleri, daha sonra Yeni ve Eski Dünya primatları ortaya çıkmıştır.
İnsan ve kuyruksuz büyük maymunların ortak atası da Eski Dünya primatları içerisinde yer
alır. İnsan soyu ise, Eski Dünya primatları içerisinde yer alan bir grubun (yani ortak atanın)
evrimsel dallanması sonucu yaklaşık 7-6 milyon yıl önce oluşmuştur.
Eğer evrim yoksa, primat grupları niçin yukarıdaki sırayı takip ederek yeryüzünde
görülmüşlerdir? Bu sıralanış acaba tesadüf müdür? İlk primat örnekleriyle daha sonraki
primat örneklerini birarada göremezsiniz. Aynı şekilde Homo genusuna, yani insan cinsine ait
fosilleri, ne Aegyptopithecus ne de Dryopithecus fosillerinin bulunduğu katmanlarda ele
geçirebilirsiniz. Bu aşamada yaratılışçılara sormak gerekiyor: Tüm bu türler bir anda mı,
yoksa bir sıra düzeni içerisinde mi yaratıldı? Eğer bir anda yaratıldılarsa niçin tüm canlıları
aynı tabaka içerisinde bulamıyoruz? Diğer bir deyişle, niçin insan fosilleri dinozorlarla aynı
tabakada birlikte bulunmazlar? (Bugün biliyoruz ki, dinozorların yaşadığı dönemde değil
insan, ilk primatlar bile yeryüzünde yoklardı.) Yok eğer tüm canlılar aynı anda yaratılmadıysa
o zaman niçin bazı türler yok olup diğerleri yaşamaya devam etmektedir?
Günümüzde bu ve benzeri sorulara evrim kuramı dışında yanıt verebilecek başka bir
açıklama tarzı yoktur. Yaratılışçılık açısından bakıldığında ise bu sorulara yanıt bulmak hiç
mümkün değildir. Bu sorular hiçbir dinde gündeme getirilmez. Peki, o halde sorulmayan/
sorgulanamayan bir düşünce (yani yaratılışçılık) nasıl “bilimsel” olarak sunuluyor da, kendini
sorgulayarak sürekli değişen/gelişen (ya da en azından bu olanağı içerisinde barındıran) evrim
kuramı “bilimsel” kabul edilmiyor?
Mükemmel “dizayn”
Evrim karşıtlarının, sürekli olarak, canlıların mükemmel bir şekilde “dizayn”
edildiklerini, bütün canlıların şaşmaz bir incelikle işlev gördüklerini kafalara yerleştirmeye
çalıştıklarını görüyoruz. Onlara göre bu mükemmelliğin tepe noktasında tabiî ki insan yer
almaktadır. İnsan, ruhu ve düşünceleriyle tüm canlılardan daha üstündür, hatta diğer tüm
canlılar ona hizmet için yaratılmışlardır.
8
Ancak durum hiç de evrim karşıtlarının ileri sürdüğü gibi değildir. Hemen her insanın
bir (bazen de birkaç) organının yaşamının belli bir döneminde ya da tüm yaşamı boyunca
yeterince işlev görmediğini, hastalandığını hepimiz biliriz. Bunu görmek için hastanelere
gitmeye de gerek yoktur. Yani yaratılışçıların söylediğinin aksine, insan mükemmel
tasarlanmış, şaşmaz hassaslıkla işleyen bir organizma değildir. Tüm canlılar gibi insan da hâlâ
değişmenin sancılarını çekmektedir.
Bu konuda birkaç örnek verelim. İnsanların hemen hepsinde üçüncü azı dişi (yirmilik
diş) sorun yaratmaktadır. Bu dişler ya eğri çıkmakta ya da çıkıp işlev görmedikleri için
çabucak çürümektedirler. Sonuçta neredeyse tüm insanların bu dişlerle başı derttedir. Sizce bu
mükemmel bir “dizayn” mıdır? Bunun tek mantıklı açıklamasını evrim kuramı içerisinde
bulabiliriz. Çünkü insanda çene boyutları gittikçe küçülmekte ve dolayısıyla dişler, küçülen
çenede yer bulmakta güçlüklerle karşılaşmaktadırlar. Küçülmeden en fazla etkilenen dişler,
diş kavsinde en arkada yer alan üçüncü azılardır.
Başka bir örnek de dik yürüme üzerine verilebilir. Evrim düşüncesine göre dik
yürüme, insanın sonradan kazandığı bir özelliktir. Antropolojik araştırmalar, dik yürümenin
zaman içerisinde, yavaş işleyen (12) bir süreç sonunda ortaya çıktığını ve bu arada pek çok
yan dalın oluştuğunu göstermektedir. Elimizdeki bulgulara göre dik yürümeye geçişin ilk
adımları 4,4 milyon yıl önce Ardipithecus ramidus’ta görülmüş, Australopithecus, Homo
habilis ve Homo erectus’ta gelişmeye devam ederek günümüze gelinmiştir. Ancak bu süreç
tamamlanmamış, hâlâ devam etmektedir. Farklı bir ifadeyle, insan dik yürümeye henüz tam
anlamıyla uyum sağlamış bir canlı değildir. Nitekim uzun bir süre ayakta kaldığımızda, başta
belimiz ve ayaklarımız olmak üzere vücudumuzun pek çok bölümünden itirazlar yükselmeye
başlar. Düztabanlık ve ayakta ortaya çıkan diğer yapısal bozukluklar bu sürecin
tamamlanmadığının diğer göstergeleridir.
Adaptasyon (uyarlanma) ve yaratılışçılık
Buradan çok önemli bir noktaya geliyoruz. Yukarıda verilen örneklerin hepsi
canlıların mükemmel yaratılmadıklarını ama çevreye uyum sağlayarak yaşamaya çalıştıklarını
ve bu arada değişime uğradıklarını göstermektedir. Yaratılış düşüncesini savunanların
açıklayamadıkları konulardan biri de uyarlanmadır. Acaba evrim karşıtları canlıların
“uyarlanma”sını nasıl açıklamaktadırlar? Biliyoruz ki evrim karşıtı düşünce, önlerinde duran
sayısız kanıt karşısında gerileyerek, tür içerisinde değişmelerin olabileceğini kabul etmek
zorunda kalmıştır. Ancak sorun burada bitmemektedir. Canlılar mükemmel olarak
yaratılmışlarsa acaba niçin değişmek ihtiyacını duymaktadırlar? Tür içinde bile olsa?...
Aslına bakılacak olursa evrim karşıtlarının buna verilecek yanıtları yoktur. Çünkü
canlılar değişmek zorunda kalıyorlarsa o zaman mükemmel yaratıldıkları nasıl savunulabilir?
Ya da, yok eğer her defasında tekrar tekrar yaratılıyorlarsa o zaman yaratıcının mükemmel bir
“dizayn” yapamadığı, her seferinde yaratımlarında yeni ayarlamalar yapmak zorunluluğunu
duyduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. İşte bu, evrim karşıtı düşüncenin içinden çıkamadığı ve
hiçbir zaman da çıkamayacağı bir konudur.
Yaratılışçılık, doğal olarak, canlılığın ortaya çıkması ve değişmesi konusunda hiçbir
kanıta sahip değildir. Bu düşünceyi savunanlar için neredeyse tüm kanıt “evrim düşüncesinin
açıklayamadığı konulara” dayanmaktadır. Yani onlara göre bir nokta evrimci düşünceyle
açıklanamıyorsa, kesin bir biçimde yaratılışı kanıtlamaktadır. İşte bir örnek: “Canlılık
9
tesadüfen oluşmamışsa bilinçli bir biçimde var edilmiştir” (s. 3–4). Acaba üçüncü ya da
dördüncü bir seçenek yok mudur? Bu düşüncenin arkasında, insanların kafasında “ikili” bir
mantık yaratmak çabası yatmaktadır. Yani birinci seçenek doğru değilse mutlaka ikincisi
doğrudur. Bu, düşüncenin şartlandırılması ve daraltılması demek değil de nedir?
Kültür konusu
Yaratılış mantığıyla hareket edildiğinde aydınlatılamayacak konulardan birisi de
kültürün gelişimidir. Buna örnek olarak âlet üretimini verebiliriz. İnsan mükemmel olarak
yaratılmışsa onun yaptığı ilk âletler niçin mükemmel değildir? Âlet teknolojisindeki gelişime
bakıldığında hiç kimsenin aksini iddia edemeyeceği bir gerçek vardır: o da, âlet teknolojisinin
basitten karmaşığa doğru gelişim gösterdiğidir.
İnsan evriminin erken aşamalarında üretilen âletler kaba ve oldukça “basittir”. İlk
aşamada, bir ya da iki yüzünün bir kaç darbeyle yontulduğu taş âletlerle karşılaşılır. Daha
sonraki aşamalarda, yongaların ustaca çıkartıldığı ve âletin daha geniş bir bölümünün
işlenmeye başlandığı görülür. Ardından, yonga olarak çıkartılan parçaların işlenmesi ve
gittikçe küçük âletlerin üretilmesi gündeme gelmiştir. Bu arada âletlerde çeşitlilik gözlenmiş
ve bunun doğal sonucu olarak insanın “âlet çantası” genişlemiştir.
Bu bilgilerden sonra baştaki soruya tekrar dönmekte yarar var. Acaba mükemmel
olarak yaratılan insan niçin âlet yapmayı bu kadar uzun sürede (yaklaşık 2,5 milyon yılda)
öğrenmiştir? Harun Yahya’nın insan olarak kabul ettiği Homo erectus’lar ve Neandertal’ler
niçin metallerden âlet yapamamışlar, seramikten kap kacak üretememişler, tapınaklar inşa
edememişlerdir?
Bu düşünce sistemi diğer konulara da rahatlıkla uygulanabilir. Örneğin mükemmel
olarak yaratılan insan acaba niçin tarihinin büyük bir bölümünde tarım yapmamıştır. Tarımı
öğrenmesi için niçin milyonlarca yıl beklemiş, kendisi üretmek yerine yırtıcı hayvanların
arasına atılarak yaşamını tehlikeye sokmuştur? Yaklaşık 1,5 milyon yıl eskiliği olan Homo
erectus’lar niçin tarım yapmayıp, köy kurmamışlar, yalnızca kaba taş âletler yapıp ateşi
denetim altına almakla yetinmişlerdir?
Evrim sahtekârlıkları
Evrim karşıtları, dillerine pelesenk ettikleri Piltdown Adamı olmasaydı acaba fosilleri
karalamak için ne yaparlardı? Yüzyılımızın başlarında gerçekleşen bu sahtekârlık olayının
yine bilim insanlarınca aydınlatıldığını unutarak, tüm buluntuların bir çırpıda yok sayılması
ya da tüm fosil bulguların sahte olduğu şeklindeki düşüncenin yayılmasına daha ne kadar
devam edilecek? Bu sahtekârlığın sorumlularının kim(ler) olduğu şimdiye dek
anlaşılamamıştır. Ancak hemen şunu söyleyelim: Olası düzenbazlar arasında bir de din adamı,
cizvit papazı Pierre Teilhard de Chardin, bulunuyor. Harun Yahya bu konuda sayfalar dolusu
bilgi aktarırken acaba bu noktaya niçin hiçbir zaman değinme ihtiyacı duymuyor?
Harun Yahya “sahtekârlık” konusunda o kadar ileri gitmektedir ki, Ramapithecus
fosillerini de bu kapsamda takdim etmektedir. Bu yaklaşım onun bilime bakış açısını ortaya
koymanın ötesinde, verileri nasıl çarpıtma gayreti içerisine olduğunun sayısız örneklerinden
birisidir. Bilindiği üzere şimdiye dek hiç kimse Ramapithecus fosillerinin sahte olduğunu ileri
sürmemiştir. O zaman bu fosiller niçin “İnsan evrimi iddiasını desteklemek için başvurulan
sahtekârlıklar” başlığı altında ele alınmaktadır?
10
İşin aslı hiç de yazar tarafından çarpıtıldığı gibi değildir. Gerçek olan,
Ramapithecus’un evrimsel konumu üzerindeki tartışmalardır. 1980 öncesinde bazı
antropologlar Ramapithecus’un, insanın en eski atası olduğunu ileri sürmüşler, ancak izleyen
yıllarda yeni bulguların eklenmesiyle konu aydınlığa kavuşmuş ve bu araştırıcılar görüşlerini
değiştirmek zorunda kalmışlardır. Yoksa ortada bir sahtekârlık yoktur. Harun Yahya,
Ramapithecus konusundaki tartışmaları bir sahtekârlık olarak sunarak bilimin işleyiş
mantığından ne denli uzak olduğunu ortaya koymaktadır. Ona göre, bir konunun bilimsel
arenada tartışılması ve bir grup bilim insanının aksi bir düşünceyi savunması sahtekârlıktır.
Burada hemen şu soru akla geliyor: 1992 yılında Gufran Koyuncu imzasıyla (ve olasılıkla
Bilim Araştırma Vakfı’nın desteğinde) yayımlanan Evrim adlı kitapta Homo habilis insan
kategorisinde ele alınırken, Harun Yahya bu canlıların maymun olduğunu savunmaktadır.
Zamanla yeni görüşlerin benimsenmesi “sahtekârlık” ise, ya Gufran Koyuncu ya da Harun
Yahya sahtekâr değil midir?.
Evrimde rastlantı
Son olarak, evrim kuramının rastlantı olayına bakış açısına değinmekte yarar vardır.
Harun Yahya kitapçığın değişik bölümlerinde değil bir canlının, bir proteinin bile doğadaki
gelişmelerle oluşamayacağını, bunların evrim kuramında açıklandığı gibi tesadüflere
bağlanamayacağını savunuyor. Bu düşüncesini bilimsel bir temele oturtuyormuş izlenimini
vermek için de matematiğe başvurup, önümüze bol sıfırlı tablolar seriyor (s. 68). Tabiî bu bol
sıfırlı olasılıklar gerçekleşmeyeceğine göre geriye tek seçenek kalıyor: “Yüce yaratıcının
mükemmel dizaynı.”
Ancak yapılan çarpıtma tüm çıplaklığıyla sırıtıyor. Evrim kuramı hiçbir zaman canlı
yapının ve onun alt birimlerinin günümüzde göründüğü biçimiyle bir anda ortaya çıktığını
savunmamıştır. Evrim kuramına göre canlılığın ilk yapı taşları basit organik moleküllerden
oluşmuştur. Bunlar birden bire protein ya da hücre organelleri biçiminde karşımıza çıkmaz.
İlk organik moleküller adım adım gelişmiş, farklılaşmış, karmaşıklaşmışlardır. İlk organik
moleküllerden proteinlere ya da nükleik asitlere ulaşılması için milyarlarca yıl geçmesi
gerekmiştir. Ancak yaratılışçılar bunu bilmelerine rağmen bu geçiş aşamalarını dikkate
almaksızın hep “son ürün” üzerinden yola çıkarak bol sıfırlı hesaplamalar yapmaktadırlar. Bu
arada kasıtlı olarak, evrimcilerin, protein ya da hücrenin birden bire oluştuğunu
savunduklarını iddia etmektedirler. Bu, çarpıtma değildir de nedir?
1.
Yahya H (1998) Evrim Aldatmacası.
2.
Lewin R (1998) Modern İnsanın Kökeni. (Çev: Nazım Özüaydın). Ankara: TÜBİTAK,
28.
3.
Homo habilis terimi burada geniş anlamıyla yani rudolfensis ve ergaster türlerini de
kapsayacak biçimde kullanılmaktadır.
4.
Koyuncu G (1992) Evrim. İstanbul: İz Yayıncılık.
5.
Evrim Aldatmacası ve Evrim kitabının yapı, içerik ve fotoğraflar yanı sıra yer yer aynı
tümceler içermesine bakarak bu iki yayının (ve yaratılışçı bakış açısıyla yazılan pek çok
kitabın) yazarlarının aynı kişiler olması ya da aynı ekip tarafından kaleme alınması
olasılığı çok yüksektir.
6.
Poirier FE (1990) Understanding Human Evolution. (2. Baskı) Englewood Cliffs: Prentice
Hall, s. 199.
7.
Klein RG (1989) The Human Career. Human Biological and Cultural Origins. Chicago:
The University of Chicago Press, s. 156.
11
8.
Molnar S (1992) Human Variation. Races, Types, and Ethnic Groups. (3. Baskı)
Englewood Cliffs: Prentice Hall, s. 149.
9.
Çakır Ş (1997) Hz. Adem’den önce yaşayan yeni bir canlı grubu: ne insan ne hayvan!
Aksiyon (147): 18-31.
10.
Ama işin ilginç yanı, Şahin Çakır son çalışmalardan haberdar olsaydı görüşlerini
açıklamadan önce (herhalde) biraz daha düşünürdü. Çünkü son yıllarda yapılan genetik
araştırmalar Neandertal genlerinin günümüz insanına ulaşmadığı, bu grubun Homo
cinsinin evriminde bir yan dal olarak kaybolduklarını ortaya koymuştur.
11.
White TD, Suwa G, Asfaw B (1994) Australopithecus ramidus, a new species of early
hominid from Aramis, Ethiopia. Nature 371: 306-312.
12.
Yavaş işleyenle kasıt, sürecin uzun bir zaman dilimine yayılmış olmasıdır. Buradan, dik
yürümenin sabit bir hızla değiştiği sonucu çıkartılmamalıdır. Bu gelişmede “kesintili
denge” kuramına uygun olarak, belli bir süre durağanlığın hüküm sürdüğü, buna karşılık
bazen de ani değişimlerin ortaya çıkabileceği unutulmamalıdır.
Dostları ilə paylaş: |