A'dan Z'ye Felsefe


WITTGENSTEEM, LUDWIG (1889-1951)



Yüklə 1,64 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə75/77
tarix20.01.2022
ölçüsü1,64 Mb.
#83020
1   ...   69   70   71   72   73   74   75   76   77
A\'dan Z\'ye Felsefe - Alexander Moseley ( PDFDrive )

WITTGENSTEEM, LUDWIG (1889-1951)
Ludvvig Wittgenstein 20. yüzyıl felsefesine “kral çıplak” diye
haykıran çocuğun tavrıyla girmiştir. Felsefeye tesadüfen
girmiş, mühendislik kariyerinden koptuktan sonra sessiz
sedasız bir devrim yapmıştır: Felsefi sorun diye bir şeyin
olmadığı, yalnızca dilsel sorunların var olduğu yolundaki
beyanı, o zamandan beri güçlü yankılar yaratmıştır.


Nietzsche’nin “Tanrı öldü”sü kadar güçlü değildir bu
yankılar. Felsefenin ölümü bazılarımız için altından zor
kalkılır bir şey olsa da insan Wittgenstein okumadan ve daha
sonra berraklık ve içgörü için ona yeniden dönmeden felsefe
öğrenemez. Bu arada, öyle anlaşılıyor ki küçük
Ludvvig Realschule'yc Adolf Hitler ile birlikte gitmiş. Aynı
zamanda kovboy filmlerini seyredip gevşemeyi çok severmiş.
Wittgenstein’ın felsefesinin iki dönemi vardır: Erken dönem
Tractatus Logico-Philosophicus'ta, geç dönem ise
Felsefi Soruşturmalar*da cisimleşir. Erken dönem pozisyonu
yedi cümlenin açılmasıdır. Her bir cümle, bir şeyi kalem
kalem sayan kataloglarda olduğu gibi, daha derin anlamını
ortaya koymak ve açıklanmak üzere açılır. Her bir satır
dikkatimizi en yüksek dereceye yükseltmemizi gerektirir.
Burada iyi bir polisiyenin adım adım gelişmesi gibi zevk
alabileceğimiz yavaş yavaş inşa edilen bir felsefi vizyondan
söz edemeyiz. Wittgenstein daha baştan yıkmaya başlar.
Tractatus*un okunması da kolay değildir. Kişisel olarak ben
bu kitabın en iyi banyoda okunabileceğini düşünüyorum. Bu
da olmazsa duşta.
Dünya hakkında nasıl bilgi ediniriz? Wittgenstein’a göre
yalnızca dil aracılığıyla. Duyularımıza hitap eden her şey,
deyim yerindeyse dilselleşir. Bu da dilin bize dünyayı temsil
etme olanağını nasıl yarattığı yolundaki alternatif perspektifi
getirir. Trac-tatu$\dk\ tez, dilin dünyayı çok sadık biçimde
temsil etmesi gerektiğidir. Gönderi yapılan şeye bağlanan bir
cümlenin bileşenleridir bunlar. İstisnalar arasında mantıksal
bağlaçlar (ve, veya) vardır. Bunlar yalnızca dilin işleyebilmesi
için işe yararlar. Telaffuz edilen mantıksal olarak tutarlı


olmalıdır ama aynı zamanda dünyanın bir resmini de
çizmelidir (resim dil teorisi). Bir kazanın modelinin o kazayı
nasıl temsil edebildiğini görüp etkilenen Wittgenstein, dilin de
bir resim veya model gibi iş yapabileceğine ve gerçekliği
temsil edebileceğine inanır. Üretebileceği resimler dışında
(bunlar görülmüş şeylerle eşitlenmelidir), hiçbir bilişsel
anlam mevcut olamaz. Doğru bir biçimde inşa edildiğinde bir
önerme doğru ya da yanlıştır. “Ne söylüyorsa onu
gösterir.” Doğruysa bir durumu doğru bir tarzda betimliyor
demektir. “Odada bir köpek var” dediğimde durumun odada
bir köpek olduğu bir durum olduğunu belirtmiş oluyorum.
Öyleyse» bir önermenin özü “durum böyle” olarak
özetlenebilir.
Dilimin sınırları dünyamın sınırları anlamına gelir.
(Wittgenstein, Tractatus, 5.6)
Wittgenstein için zorunluluk mantıksaldır; yani şeylerin niçin
olması gerektiğinin nedenine gönderme yapmaz. Zorunluluğu
yalnızca sözcükler arasındaki ilişki yaratır. Ama totolojiler
(yani zorunlu olarak doğru olan şeyler) gerçekte hiçbir şey
söylememektedir ve bu anlamda “manasız”dır. Benzer
biçimde çelişkiler de dünya hakkında hiçbir şey söylemez.
Bunların doğruluk koşulları çelişiktir. Öte yandan, özellikle
“varlık”, “ben”, “olgu” vb. kavramları tanımlama söz konusu
olduğunda bir söz hiçbir şeyle ilişkili değilse ortaya çıkan
saçmalıktır. “Metafizik bir konu dünyanın neresinde
bulunur?” Metafizik önermeler ileri süren birine insan
“önermelerinde bazı imlere anlam kazandırmadığı” cevabını
vermelidir. Felsefenin işi budur, çünkü


“Hakkında konuşamadığımız şeyleri sessizce bir kenara
bırakmalıyız.”
Tractatus*u (Birinci Dünya Savaşı’nda Avusturya ordusunda
görev yaparken) tamamladıktan sonra Wittgenstein
felsefenin sorunlarını çözdüğüne inanarak birkaç yıl boyunca
kırsal bir yöredeki bir okulda küçük çocuklara öğretmenlik
yapmak üzere formel felsefeden çekildi. Tekrar felsefeye
dönmeye ikna olması, kendisinin yaptığı çalışmanın bazı
temalarım geliştirmekte olan Viyanah Mantıksal
Pozitivistlerle tanıştıktan sonra oldu. Felsefede daha
yapılacak işler olduğunu kabul ederek bunu izleyen birkaç yıl
boyunca genel bakış açısının üzerine yeniden düşünmeye
başladı ve 1945’te Felsefi Soruşturmaları ortaya çıkarttı.
Daha önce, Wittgenstein’ın misyonu felsefenin sorunlarını
çözme yolunda rasyonalist bir çabanın bütün tuzaklarıyla
karşı karşıyaydı. Bu çaba büyük ölçüde Tanrı’nın varlığını
yalnızca mantık ve dil aracılığıyla kanıtlamaya çalışmak
gibiydi. Sonuç soyuttu, daha sonra kendisinin dilin günlük
hayatta kullanımı olarak göreceği şeyden kopuktu.
Tractatus’un sonundaki enfes ironiye rağmen: Bir kez
meseleyi anladınız mı, ona ihtiyacınız kalmaz. Dolayısıyla,
bir manzaraya erişmek amacıyla tırmanmak için kullandığınız
merdiveni yukarı varınca tekmeleyip atabilirsiniz.
Wittgenstein da Tractatus'tâki bazı tezlerini
(örneğin sözcüklerin şeyleri temsil ettiği tezini) bir kenara
atacaktı, ama Soruşturmalardaki kaygı aynı kalacaktır: Dili ve
zihni incelemek, felsefenin sınırlarını açığa çıkarmak ve
insanın kendisini mümkün olduğunca berrak biçimde ifade
edebilmesi amacı yolunda uğraş vermek. Neden? Bilgiyi


güvence altına alabilmek için. Ama bu güvence kullandığım
dile bağlıdır. Konuşurken ve yazarken katıldığım dil
oyununun kuralları, benim dünya hak-kındaki vizyonumu
yaratır ve bu oyun ve onun kuralları aracılığıyla kendimi
anlaşılır kılmak zorundayımdır. Ama birden fazla oyun vardır.
Bunların her birinin kendi kuralları vardır, birbirlerine ancak
bir “aile benzerliği” gibi bir şeyle bağlıdırlar. Bir fıkra
anlatma oyunu vardır, bir yemek ısmarlama, bir olayı
betimleme, bir soru sorma vesaire. Wittgenstein’ın geç
döneminde kullanımdan soyutlanmış dili değil kullanım
halindeki dili vurgulaması bu yüzdendir. Bir sözcüğü bir
semboller kümesi olarak görebiliriz. Mesela “kız” sözcüğünü
alalım. Buradaki harfler kümesi, parmağımla işaret edip “işte
bunu kastediyorum” diyebileceğimiz bir kızın gerçek
varlığıyla nasıl bir ilişki içindedir? Yalnızca kullanım yoluyla:
Sözcük kullanılmazsa hiçbir şey ile ilişki içinde olamaz.
Wittgenstein aynı zamanda solipsizmi felsefeden çıkarmaya
çalışmıştır. Solipsist, yalnızca kendisinin var olduğuna
inanandır: Geri kalan herkes onun hayal gücünün ürünüdür.
Bu sonuçtan kaçınma çabası felsefede birçok argümanın
geliştirilmesine yol açmıştır. Wittgenstein da kendi akıl
yürütmesini ortaya koyar. Solipsist, zorunlu olarak kamusal,
toplumsal bir dil oyununa katılır, çünkü kendisi kendine ait
bir özel dil ya da, hiç olmazsa, herhangi bir anlamı olan bir dil
üretemez. Wittgenstein dilin özel olabileceğini reddeder. “Ben
ağrı çekiyorum” açıklamasında yanılıyor olmak saçma
görünmektedir. Öyleyse, birinci şahıs, solipsist, ayrıcalıklı
görüş sallantıdadır. Bir duyu algılamanın vazgeçilmez bir
mahremiyet örneği sağladığını düşünebiliriz. Ama şimdiki
zamanda algıladığım (ve kendime sakladığım) duyunun dün


algıladığım (ve kendime sakladığım) duyuyla aynı
olduğundan nasıl emin olabilirim? Bu duyuyu “D” harfiyle
not ederim. Ama bunun neye yararı olur ki? Dİ ile D2’yi
karşılaştırmaya kalksam, bütün D'leri aynı türden duyular
olarak birbirine bağlamama olanak tanıyacak hangi doğruluk
kriterim var? Örneğin “şöyle bir duyu (ağrı) algılıyorum”
cümlesinde olduğu gibi “duyu” terimini ortaya atarak,
kaçınılmaz biçimde herkesin bildiği bir sözcük kullanıyorum,
onsuz edemiyorum. Öyleyse, solipsistin görünürde
tamamladığı mantıksal döngünün içi boş çıkar: “Var
olduğumu biliyorum” fikrini ifade etmek bütün bir toplum
tarafından türetilmiş bir dizi sözcüğü ve onların imgelerini
ortaya atmak demektir. Yaşadığım herhangi bir özel deneyim
(örneğin bir şeyin bana yaslanıyor olduğu izlenimi), ne
yapmakta veya hissetmekte olduğumu anlamanın araçlarını
bize sunan bir paylaşılmış kamusal dünyayı varsayar.
Başka insanların benim ağrı çekiyor olup olmadığımdan
kuşkulandığını söylemek anlamlı olabilir; ama benim
kuşkulandığımı söylemek anlamlı değildir. (Wittgenstein,
Philosophical Investigations [felsefi Soruşturmalar|, I. 246)
Dil kullanıldığına göre, kavramları kendi “evleri”nc iade
etmek bizim için kritik önem taşır. Dolayısıyla, metafizik
önermeleri bunların doğrulanamayacağını söyleyerek
yadsımak (“Tanrı vardır” anlamsız bir cümledir çünkü “Tanrı”
doğrulanamaz, öyleyse aynı geçerlilikle “Vup” vardır da
diyebilirsiniz) yerine, Wittgenstein “bilgi”, “varlık”, “nesne”,
“ben”, “önerme” ve benzeri sözcüklerle yaratılabilecek
saçmalıkları ortadan kaldırarak “bunların üzerinde durduğu
dil zeminini temizleme”mizi {Philosophical Investigations,


1.118) tercih etmektedir. Peki, bilgi nerede başlar? Bir şeyi
kesinlikle söyleyebilir miyiz? Ampirist-ler kesin kanıyı duyu
algılarımızla edindiğimizi ileri sürerler (ateşin sıcaklığını
hissediyorum), idealistler ise zihnimizin iç aşi-kârlığından (en
azından düşündüğümü biliyorum). Ama her iki iddia da
Wittgenstein için yetersizdir, çünkü her ikisi de zihnin kendi
iç içeriğinin kesinliğine yaslanır. Bu îsc nihai olarak
savunulmayacak olan, Wittgenstein
>
ın özel dil kavramını
çürüterek ele almış olduğu solipsizmi üretir.
Peki kesinlik nereden gelecek? Böyle bir şey herhangi bir
biçimde mümkün müdür? Tersinden kuşkuyu ele alalım. Witt-
genstein ellerimden kuşku duyduğum halde onları kullanmaya
devam edersem, aslında onlardan kuşku duymuyorumdur
der. Daha da önemlisi (çünkü Descartes buna teorik olarak
kuşku duymak diyorum diye cevap verebilirdi), kuşkular
kuşku duymak için bir zemini gerekli kılar: Yani varsayılmış
olan dil oyununa hâkim olmayı gerekli kılar. Bir kere insanın
eli olmak ne demektir bilmeden ellerinin olduğundan kuşku
duyması mümkün delildir. Hakkında yanılmamız olanaklı
olmayan bazı şeylerden, örneğin dışımızda nesnelerin
varlığından hiçbir biçimde kuşku duyulamaz. Tespit ettiğim
şeyler konusunda yanlış yargılara ulaşabilirim, ama bu
yargıların düzeltilmesi mümkündür. Bu ise üzerinde
düzeltmelerin yapılabileceği bir zemini varsayar. Kesinlik,
düşünmek veya algılamak fiillerinden daha derin
bir düzeyden kaynaklanır: Ampirik veya düşünsel
araştırmanın ürünü değildir; araştırmalarımızın bizatihi
temelidir. Yaptığımız önermeler onları yaşamaktan
edinilmiştir. Bunlar öğrenilme-miştir, deneyimle
görülmemiştir, miras alınmıştır, sanki “yutul-muştur” - elbette


gözlem ve öğretim yoluyla ama Wittgenstcin “öğrenilmiş”
sözcüğünü kullanmamayı tercih eder. Sanki tek tek
önermelerin her birini ayrı ayrı öğreniyoruz gibi değildir
durum. Sistemin bütününün, kullanılmakta olan dil oyununun
genel bir tablosunu ediniyoruzdur. Dolayısıyla, ben “oraya
koşun” dediğimde, benim komutumla ne demek istendiğini
daha önce anlamış olduklarınızdan hareketle hangi oyunu
oynadığımız konusunda bir kabul yoluyla kavrarsınız. Peki
baştaki anlama nereden gelir? Başkalarının eylemlerini
gözlemlemekten ve izlemekten.
Bir bakıma, bütün değerlendirmelerde değil ama bazılarında
belirtildiği gibi, geç dönemin Wittgenstein’ı davranışçı
olarak anılabilecek bir zihin teorisine yaklaşmaktadır.
Zihnimiz hakkında bilinebilecek olan, yalnızca
davranışlarımız (kural izlememiz) aracılığıyla anlaşılabilir.
Peki ama kuralları nasıl öğreniriz? Kurallardan koparsak bunu
fark etmemizin bir yolu var mıdır? Hayatın içine katılarak,
kurallarımızın altında yatan âdetler vc kültür biçimlerine
katılarak. Bunlar anlam ve niyet aracılığıyla üst üste gelir ve
bütünleşir. Örneğin, sizin evde, “Çaydanlık sıcak mı?” diye
sorulması genç kardeşinizin kendini yakmaması için
çaydanlığın sıcak olup olmadığının kontrol edilmesi yolunda
bir kural ima edebilir. Ama arkadaşınızın evinde aynı soru
çayı demle anlamına gelen bir kural ima edebilir. Ben bir
konuk olarak bu evlerin her birinde ne denmekte olduğunu
nasıl bilebilirim? Yalnızca o evlerde oturarak ve kuralın
anlamını özümseyerek. Telaffuz edilen şeyin anlamını ancak,
bu telaffuz edilen şeyin arka planında yaran varsayımların
bağlamı aracılığıyla an-lamlandırabiliriz. Elbette, kuralın
değiştirilmesine katkım olabilir. Örneğin arkadaşımızın


evinde kuralı reddederek yüksek sesle “evet, çaydanlık
gerçekten de sıcak” diye seslenebilirim ki sorunun ne niyetle
sorulduğu tekrar edilsin.
Tractatus'ta ulaşılan sonuçlardan insan doğal olarak çok daha
sakin (ve huzurlu) bir dünya bekliyor, ama hepimiz ağzımızı
kapatıp aslında neyin söylenebileceğini düşünmeden Önce,
dünya hakkında çok şey öğrenmemize yardım edebilecek olan
müzik ve şiiri hatırlamalıyız. Bir bakıma, Soruşturmalar bizi
tanıdığımız bir bölgeye geri getirmektedir: İnsanların dünya
görüşleri, bu görüşlerin anlamlı mı olduğu yoksa sadece bazı
şeyleri yapmanın biçimleri mi. Felsefe elbette Wittgenstein ile
birlikte ölmedi. Etik, politika, estetik, din, zihin, dil,
matematik ve benzeri alanlarda boğuşulacak sorunlar mevcut.
Aslında bunlar felsefenin sorunlarıdır ve bunları kovmaya
çalışmak bizi felsefenin kendisinin sorunlarına geri götürür.
ZAMAN
“Zaman nedir?” diye sorar felsefeci. Değişimin ya da sürenin
ölçümü, diye cevaplamıştır çoğunluk. “Ama kim için?” diye
itiraz eder Einstein. Görelilik teorisi klasik mutlak zaman
anlayışını paramparça etti, zaman genişlemesi kavramını
ortaya çıkardı. Ama fizik hâlâ zaman konusundaki en eski
sorunları berraklığa kavuşturabilmiş değil. Zamanın bir
başlangıcı vardı; bu doğruysa, ondan önce ne oluyordu?
Sonuç olarak, bir başlangıcın olması, şimdi farkında
olduğumuz gibi, zamanı üreten daha önceki bir olayın veya
nedenin varlığına işaret eder.


Felsefe bu tür meseleleri dikkatli biçimde ele almamızı
gerektirir, çünkü bunlar bizi kolaylıkla çelişkilere
sürükleyebilir. Örneğin, günlük düşünüşümüzde zamanın
nesnel ve kamusal olarak ölçülebileceğini ve şimdiden
geçerek yalnızca tek yönlü olarak aktığını çok iddialı
önermelerle ileri süreriz. Ne var ki, "şimdi” kavramı kendini
biçimsiz bir mantıksal karmaşıklık olarak sunar. Şimdi
önümüzde (ya da kimilerinin söyleyeceği gibi içimizde)
devamlı kaybolmaktadır.
Zamana bütünüyle yanlış bir biçimde bakıyor olabiliriz.
Zaman öylesine vardır ve biz onun içinde (kendi göreli
referans çerçevelerimiz dahilinde) ilerleriz. Zamanla bu
ilerlememizin farkına varmışızdır, sanki devamlı olarak bir
uzay-zaman patikasında yürümekteyizdir. Eğer bu doğruysa,
neden görünürde hepimiz zaman içinde "ilerlemekteyiz”?
Neden dönüp öteki yöne doğru yürüyemiyor ya da sadece
duramıyoruz? Yoksa bu mesele insan dilinin tartılamaz bir
çıkarsaması mıdır? Yine de Einste-in'ın görelilik teorisi
yalnızca zamanın çarpık olduğu anlamına gelmez, aynı
zamanda kendi üzerine katlanabileccğini söyler. Böylece
zaman içinde yolculuk mümkün hale gelir. Bu da felsefeciyi
susturmaz: Zaman içinde yolculuğu nasıl ele almamız
gerektiği oldukça eğlencelidir.
Peki öyleyse zaman nedir? Kimse bana sormadıkça
biliyorum; ama biri bana sorarsa ve ben açıklamaya
çalışırsam, o zaman bilmiyorum. (Aziz Augustinus,
Confessions, Kitap 11)
Zamanı tanımlamak, zamanı tanımlamak için kullanacağımız
arka plan tanımlarını, döngüsel tanımlara düşmeksizin


tanımlamak demektir. Örneğin, “zaman değişimdir” ve
"zaman içinde olan değişimdir”. Wittgenstein dili eleştirir.
Zamanla ilgili hiçbir sorun yoktur, der. Yalnızca sözsel bazı
sorunlar vardır, bunlar da aşılabilir. Fizik alanından Edward
Witten’in M teorisi mekân ve zamanın sonsuz küçük, ama
temel bir düzeyde var olmayabileceğini ima eder. İkisi de
herkesi tatmin etmez. Aristoteles için zaman yalnız değişimi
gözlemlerken saydığımız bir şey değil, saymamızı olanaklı
kılan “değişim içindeki bir şey”dir. Bu, doğa bilimleri
alanında kullanılan fiziksel zaman anlayışlarının temelidir.
Isaac Nevvton zamanın değişimden, hatta evrenden bağımsız
olduğunu ileri sürerken, Einstein zamanın
ilerlemesinin gözlemciye göreli olduğunu izah ediyordu.
Bunun anlamı şudur: Saatin tik takları saatin kendisinin ne
kadar hızlı hareket ettiğine bağlıdır. Saati takmış olan kişi ne
kadar hızlı gidiyorsa, zaman öteki gözlemcilere göre daha
yavaş ilerlemektedir.
Görelilik teorisini kavramış olsa bile felsefeci zamanı
anlayabilmek için hâlâ değişim algılan üzerinde durduğumuzu
kaydeder. Bu, değişimin yokluğunun zamanın yokluğu
anlamına geldiğini mi gösterir? Zaman algılaması yoksa
zaman hâlâ var olmaya devam etmekte midir? Bradley hayır
der: Zaman tanımlanabilir ve gerçek değildir. Augustinus
zamanı yalnızca zihinsel ve psikolojik olarak görürken
(deneyimler gerçekten de siline-mez bir iç “saat”imiz
olduğunu gösteriyor), Kant zamanın bilincin zorunlu bir
deneyimi olduğunu, bu kategoriyi dünyanın üzerine bizim
yerleştirdiğimizi belirtir. Her ikisi de zamanın
nesnel olmaktansa psikolojik olduğunda hemfikirdir: Zaman
parmağımızla işaret edip “işte zaman” diyebileceğimiz bir


şeyden ziyade bir iç deneyimdir. Bergson’a göre biz zamanın
geçişi karşısında pasif nesneler olmadığımızı, zaman içinde
yaşadığımızı, bunun da la duree'nin (sürenin) fenomenolojik
biçimde incelenmesini gündeme getirdiğini söyler. Elbette
değişim bilincimiz, zamanı anlayış tarzımızla bağlantılıdır. Bu
yüzden bazen başka zamanla ra göre zaman daha hızlı akıyor
gibi görünür. Ama ardından bir şeyin geçmekte olduğunu fark
ederiz, Bu da bizi bilimcilerin fiziksel zamanına geri götürür.
Bunun aracılığıyla hem yürüyüşümüzü hem de başka şeylerin
zaman içinde değişimini ölçebiliriz.
Geçmiş ve gelecek gerçek midir? Kimilerine göre yalnızca
şimdiki an gerçektir, çünkü sadece onu deneyimlemekteyiz.
Bu, ya geçmişin ve geleceğin anlamlı bir biçimde var
olmadığını ve dolayısıyla onlar hakkında fazla konuşacak bir
şeyimiz olmadığını gösterir, ya da geçmişin ayrı bir kategori
olarak “bir zamanlar gerçek” olduğunu, geleceğin ise “gerçek
olmayı beklediğini”. Her ikisinin de anlamı geçmiş ve
geleceğin gerçek olmadığıdır. Bu ortaya bazı ilginç sorunlar
çıkarır: Geleceğin, sanki duyularımızı devamlı döven
kaçınılmaz ilerleyişinin hep farkındayızdır. Peki bu geleceğin,
daha deneyimlenmeden önce hep anlık olarak ya da
kendiliğinden mi biçimlendiğini gösterir? Bunun
anlamı şudur: Diyelim geleceğe insansız bir uzay aracı
yolladık, bu hiçbir şey bulamazdı (dolayısıyla “geleceğe”
yollanamazdı). Bu epeyce kuşkulu görünüyor. Çünkü olmuş
bitmiş olanın kolaylıkla geçmişte yaşanmış olarak
tanımlanması mümkündür (ve var olmuş olduğu fiziksel
olarak da tespit edilebilir). Öyleyse gelecek neden şimdiki
anda var olamıyor? Whitehead geleceğin gerçek olduğunu,
ama şimdiki anın güncel olduğunu ileri sürmüştür. Gerçek


olan yaratıcı bir süreç aracılığıyla güncelleşir. Bu kuşkusuz
semantik bir ayrım sağlıyor, ama eleştirel yaklaşanlar için pek
de tatmin edici değildir.
Zaman üzerinde daha fazla düşünmek için yapmanız gereken
kahve, şimdiki anda var mı? Semantik açıdan, var olacağım
ve var olmuş olacağım biliyoruz, ama felsefi açıdan
gelecekteki şeylerin ne tür bir varlığı söz konusu? Bunlar
geçmişteki ve şimdiki andaki şeylerle aynı mıdır, yoksa
ebediyen gerçek ama hiçbir zaman güncel değil midir? Peki
benim kahve yapma tercihime ne diyeceğiz, ne zaman ortaya
çıktı? Her zaman mevcut muydu, geçmişin derinliklerinde,
onu sahiplenmemi mi bekliyordu? Zamanı düşünmek, dört
boyutlu bir nesneyi kafamızda canlandırmak gibidir: özü
itibariyle kaygan bir süreç.


ZEN
A’dan Z’ye Felsefe başlıklı bir kitapta Z harfinde de bir
madde olması gerekirdi.* Epeyce bir savaştan sonra Zen
kazandı. Son madde olarak gayet uygun. Zen ile yarışanlar,
Zenon’un paradoksları (Akilleus ve Kaplumbağa), Zhuangzi
ve Sıfır’dı (İngilizcesi Zero).
Zen’in ilk sözcüsü, iddiaya göre dokuz yılını bir duvara
bakarak geçiren Bodhidharma idi (acaba yemeğini kim
veriyordu ve ihtiyaçlarını ne zaman gideriyordu?). Zen,
Budizm’in medi-tasyonun (zezen) önemini vurgulayan bir
koludur. Dünyevi arzunun bir kenara bırakılması yoluyla
insan dünyayı güzel görmeyi ve benliğin hakiki doğasını
kavramayı olanaklı kılan bir vizyon kazanır. Budistler için
arzu (bizi bir şeylerin peşine düşüren tutkular) acının
nedenidir. Arzuyu aşabilirsek benliğimizi yitiririz. Sartre’ın
bilinci hiçlik olarak görmesi gibi, Budizm maddi benliğin bir
yanılsama olduğuna inanır. Benzer biçimde, gerçeklik de
fenomenaldir. Hakikatlerden ziyade görünüşleri görürüz. Bu
yüzden herhangi bir bakış açısı ötekiler kadar
geçerlidir. Aslında Budist düşünüş tarzının Batı’da güçlü
yansımalarının son dönemde Schopenhauer, eski çağlarda ise
muhtemelen He-rakleitos ve Pitagoras aracılığıyla geldiğini
görüyoruz. Heraklei-tos’un memleketi Efes, doğu yollarına
açık olan kozmopolit bir ticaret limanı idi. Herakleitos
kendini dağlara sürgün ederek doğal yaşama döndü, sonunda
da geri dönerek bir gübre yığını üzerinde oturmayı (ve orada
ölmeyi) seçti.



Yüklə 1,64 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   69   70   71   72   73   74   75   76   77




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə