162
düzenlerken, küresel kapitalist sistem ile batılı-
laşma eksenli liberalleşme
dengesi kuran Türk
Devleti, ABD himayesi ile kurduğu sınırsız iliş-
kinin gücüne inanmaktadır.
Ulus-devlet sisteminin çözülüşü, Ortado-
ğu’da kapitalist hegemonyanın krizi demektir.
Ayaklanmalar, devrimsel değişim hareketleri ve
iç savaşlar krizin derinliğini göstermiştir. Krizi
yeni bir ilksel birikim ve sömürgeleştirme yete-
neği ile çözmeye çalışan kapitalist sistem, Orta-
doğu devrimsel değişim sürecini bir sapma süre-
cine yöneltme şeklinde ele almaktadır ve yeni bir
paylaşım fırsatına çevirmektedir. Bunun için de
katı ulus-devlet diktatörlüğü yerine, sınırları be-
lirsizleştirilmiş, hareketli, her an her yerde dev-
rimsel güçleri vuracak,
bölgesel faşizm sistemi
diyebileceğimiz bir siyaset ve militarizm örgüt-
lemiştir. El-Kaide, DAİŞ, El Nusra vb. oluşumlar,
Ortadoğu devlet faşizmlerinin toplam hareketi
olarak iki temel rol yüklenmiştir. Birincisi; böl-
gesel iktidar ve küresel kapitalist güçlerin aşılan
ulus-devlet sistemine çare olarak yeni bir iktidar
sistemi biçiminde yapılandırıldı. Bu güç hiçbir
yerde devlete karşı savaşmadı, topluma karşı sa-
vaş yürütmede bir talan hareketi oldu. Katliam,
göçertme, el koyma, savaşlar ile bir kapitalist
ekonomi-politika uyguladı. Dünyaya bu denli bir
ucuz iş gücü akmadı, petrol bu denli ucuz payla-
şılmadı, silah bu denli alıcı bulmadı, kadın yeni-
den üretim gücünü karşılamak için eve hapsedil-
di ve en acımasız biçimde köleleştirildi. İkincisi;
açık bir 3. Dünya Savaşı ve küresel güçlerin açık
çatışmaları yerine örtülü bir çatışma modeli ile
denge kurucu araçları bölge üzerinden sağladı.
İslam dinini ve İslam dinini iktidarlaştıran güç-
leri örtülü savaş modelinin araçları yaparak, bu-
nunla
amaçlanan kapitali gizleyerek, hem doğu-
da yaşanan devrimsel hareketleri boğmak; hem
de güçler dengesinde esneklik alanları kurarak
paylaşım sürecini kendileri için en düşük politik
maliyete getirmek istemektedirler.
Türk devletinin üstlendiği rol, bu bölgesel
faşizmin üs noktası olma temelindedir. Bu rolü
üstlenmesinin nedeni ise Kürt varlığını yok
etme, dağıtma ve tasfiye ederek kendisini güç-
lendirmeyi esas almasıdır. Bunun için adeta
Ortadoğu özel harp dairesi işlevini yerine getir-
di. Ortadoğu’da üzerinde oynamadığı çelişki ve
gerilim hatları bırakmadı. Esad rejimine karşıt-
lığını ve muhalefete verdiği desteğin tek amacı
vardı, o’da Rojava Devrimi’ni boğmaktı. Çünkü
Türk Devleti bir açmaz ile karşı karşıyaydı; Ro-
java Devrimi’ni tasfiye etmeden kuzey devrimi-
ni tasfiye etmesi mümkün değildi. Ortadoğu’da
bölgesel değişim gücünü ve demokratik uygarlık
çıkışını Rojava’da modelleştiren hareketi tasfiye
etmek politik olarak imkânsızdı ve inkârın ta-
rihsel olarak geçersizleşmesiydi.
Devlet Kürtle-
rin bölgesel değişim gücü ve evrenselliği ile karşı
karşıya kalmış ve çeteler üzerinden Arap milli-
yetçiliğini örgütleyerek devrimin evrenselliğini
kırmaya çalıştı.
Bu anlamda, Rojava Devrimi’nin Kürt ve
Türk ilişkileri ve demokratik çözüm sürecinde
rolü nedir? diye soracak olursak; Devletin Rojava
Devrimi’ne yaklaşım biçimi ne olursa olsun, bu
Kürt ve Türk ilişkilerinin kaderinin temel belir-
leyeni olacaktır. Aynı biçimde Kürt Halk Önderi-
nin, Kobané’ ye saldırıların demokratik sürecin
kaderi olacağına dair yaptığı ‘Kobané düşerse
süreç de bitmiştir’ çağrısı göstermiştir ki, Rojava
sürecin kendisidir. Türkiye ya mevcut gerçekliği-
ni devam ettirecek; ya
da tarihi bir karar ile Kürt
Halkı ile eşit ve özgür ilişki hukukunu kabul ede-
cek. Bu tercihlerden herhangi biri Türkiye devle-
tini ya demokrasiye duyarlı hale getirecek, ya da
bir darbe mekaniği içinde açık faşizme evirtecek-
tir. Bu seçenekler içinde, her iki halkın ilişki biçi-
mi ne olursa olsun, bu da Ortadoğu’nun kaderini
belirleyecektir.
Devletin yaşadığı bu ikilemi taktik yaklaşım-
lar ile geciktirdiği açıktır. Demokratik çözüm
sürecine girişini ve dini çeteler ile Kürt Halkı’na
karşı örtülü savaşını iç içe, paralel yürütmesi
göstermektedir ki mevcut statükoyu yeniden
tesis etmek için mücadele edecektir. Bunun için
küresel kapitalizmin Ortadoğu planlarının uy-
gulayıcılığını, bölgesel faşizm önderliğini hege-
monik statüko savunuculuğu temelinde hayata
geçirecektir. Onu bu durumdan alıkoyacak tek
şey, Rojava Devrimi’nin
kuzey devrimi ile böl-
gesel statüko değişimini gerçekleştirmeleri ve
dünya güçleri tarafından direkt muhatap alınır
düzeylerini ilerletmeleri olacaktır. Kobané dire-
nişinin sonuçlarından biri de, Kürtlerin kendi
kaderlerini belirlerken bir dünya gücü olarak
yer edinmeleri ve dünyanın kaderini belirleyen
bir gerçekliği açığa çıkarmalarıdır. Kobané’ nin
düşmemesi demokratik uygarlık gücünün düş-
memesi ve sürecin belirleyicilerinden biri olaca-
ğını ifade ediyordu. Türk Devleti’nin artık ken-
di yanlışlarından şüphe duymayı öğrenmesi ve
doğrulara tereddütlü yaklaşmaktan vazgeçmesi
gerekmektedir.
163
Kürdistan’da Kültürel Soykırımın
Aracı Olarak Barajlar ve HES’ler
Ferda Çetin
Kürtlerin yaşadığı toprakları gösteren eski
belgelerden biri, İbn Havkal’ın “Cibal Haritası”
adı ile MS.977’de yaptığı haritadır. Bu haritada
Orta ve Kuzey Mezopotamya,
Kürtlerin yaz ve
kış dinlenme yerleri olarak işaretlenmiştir. Kaş-
garlı Mahmud’un 1074’lerde çizdiği haritada ise
Kürdistan, Kürtlerin Toprağı anlamına gelen
“Ard’ul Ekrad” adıyla gösteriliyor.
Eski haritalar, arkeolojik kazılar ve tarih
yazımları Kürtlerin bugün yaşadıkları toprak-
ların kadim halkı olduğunu, tarım devrimi ön-
cesinde ve devrimden sonra, bugünkü Irak’ı ve
Anadolu’yu kapsayan ve adına “Verimli Hilal”
denilen genişçe bir coğrafyada, MÖ.1500 – 3000
yılları arasında, merkez kültürün temsilciliğini
yaptığını göstermektedir.
Bu üstünlük ve liderlik, devletçi uygarlığa
geçilinceye kadar devam etmiş; hayvancılık,
çobanlık, toprağın ıslahı, su kanalları, bentler
ve bitki tohumculuğu konusunda Kürdistan
hem bir tarım labaratuvarı hem de diğer uygar-
lıklara öncülük etmiştir.
Bugünkü ABD için sanayi ve tarımın den-
geli ve paralel öncülüğü ne ise, yüzbinlerce yıl
süren “Tarım Köy Toplumu” döneminde, Kür-
distan’da tarım ve hayvancılığın gelişimi aynı
özellikleri taşır.
Tarihte ve günümüzde sosyal politikanın
değişmeyen ilkesi;
kendi kendisine yeten top-
lumların, ekonomik, sosyal ve kültürel olarak
özgür ve bağımsız kalışlarıdır. Kendine yeter-
lilik durumu, Kürt halkı açısından da uzun
dönem geçerli bir durum olmuştur. Bu dönem
Kürt dili, kültürü, müziği ve sözlü edebiyatının
serbestçe geliştiği dönemdir. Bir halkın “kendi-
ne yeterlilik” hali olarak ifade edilen bütün bu
kategorileri, “kültür” kavramı altında ifade et-
mek daha doğrudur.
Kürdistan’da kendine yeterlilik hali toplu-
mun kendisi için özgürlük ve mutluluk kaynağı
olurken, kendisine yeterli olmayan toplumlar
bakımından da hedef haline gelmiş, işgal ve isti-
la nedeni olmuştur. Kürdistan halkını dış saldı-
rıların sistematik hedefi
haline getiren işgal ve
istilalar, esas olarak devlet oluşumundan sonra
artmıştır. Bu bakımdan Kürdistan tarihi, ger-
çek anlamıyla devlete karşı mücadele tarihidir.
Peki nasıl oluyor da bu kadar köklü ve güçlü bir
kültür kendisini koruyamayacak duruma geliyor?
Sümerli bir şair-öğretmen olan Ludingirra,
bundan 4 bin yıl önce bu soruyu yanıtlamış. Kil
tabletlere yazdıkları sanki o günün Sümerlileri-
ni değil de bugünün Kürtlerini ve Kürdistan’ını
anlatıyor.
100 yıl önce Dicle Nehri kıyılarında bu-
lunan Ludingirra’nın yazdığı 20 kil tabletteki
yaşam öyküsü, Sümer uygarlığının yavaş yavaş
yok oluşunu ve Akad uygarlığının denetimine
geçişini, Sümer dilinin unutulmaya yüz tuttuğu
günleri anlatır. Şöyle anlatır Ludingirra:
“Bu yaşam öykümü daha çok gelecek kuşak-
lar için yazmaya başladım. Bizim ulusumuz, di-
limiz, geleneklerimiz, sosyal yaşantımız, sanatı-
mız unutuluyor artık.
Bu güzel ve uygar
ülkemize her taraftan göz
diktiler… Fırsat buldukça üzerimize saldırdı-
lar. Kentlerimizi yakıp yıktılar. Biz yaptık onlar
yıktılar; biz yaptık onlar yaktılar… Ailelerimiz
dağıldı. Tarlalarımız, bahçelerimiz bakımsız-
lıktan kurudu. Hayvanlarımız açlıktan öldü. Ve
böylece kökü binlerce yıl önceye dayanan ulu-
sumuz yoruldu, dayanamayacak hale geldi ve
içimize yavaş yavaş sızıp bizi yiyen yabancıların
kucağına bırakıverdi kendini. Onlar yönetiyor
şimdi bizi.
Topraklarımıza ilkel geldiler, sayemizde uy-
gar olmaya başladılar. Ne yazıdan, ne tarımdan,
ne sanattan, ne dinden, ne okuldan, ne attan, ne
arabadan, ne aydan, ne yıldan haberleri vardı.
Hepsini bizden öğrendiler. Sonra da ‘biz yaptık,
biz bulduk’ diye övünmeye başladılar. Hep kor-
kuyorum, bir gün gelecek, adımız da uygarlığı-