36
Halkların Meşru Savunma Yemini:
Misak-ı Milli
Nisan Akarsu
Resmi tarih okumaları daha çok bir takım
ezberlere dayanır. Yaşanmış
bitmiş olaylar ve
olgular kronolojik bir şekilde dizilir. Tarihle-
rin önem sıraları belirlenir. Bu ezberler tarih-
sel-toplumsal olayların hikaye edilmesi şeklinde
nakledilir. Ancak bu tarihsel toplumsal olayları
kimin hikaye ettiği önemlidir. Yani toplumların
hafızası olan tarihe nereden bakıldığı belirleyi-
cidir. Bu hafızanın günümüze nasıl yansıdığı,
şimdi de nasıl bir anlam bulduğu ve geleceğe
dair nasıl bir perspektif sunduğu da ele alın-
ması gereken konulardan biridir. Esasında ta-
rihin zaman ve mekan gerçekliğiyle bağlantısı
olarak da bunu anlamlandırabiliriz. Zamanın
canlı olduğunu ve sürekli bir oluş halinde ak-
tığını bilmek heyecan vericidir. Yine mekanın
zamanla eş olan birliği, o tarihin özgünlüğünü
ve özgürlüğünü belirler. Ancak ezbere dayanan
tarih okumalarında böylesi özgür ve özgün
yönleri bulmak, şaşırmak
ve hissetmek çok zor-
dur. Daha çok sıkı bir şekilde belirlenmiş olan
vardır. Ezberlerin doğmayla eş olduğu böylesi
resmi tarih söylemlerinin devletli uygarlık siste-
mini temsil ettiği bilinmektedir. Bu nedenle ta-
rih okumalarımızı gerçekleştirirken her şeyden
önce ezberleri bozarak işe başlayalım diyoruz.
Ezber bozmak var olan tarihi hissetmek kadar,
anı derinliğine anlama ve geleceği planlama
gücü de verir. Hissedilen bir tarih, toplumsal
hafızamıza bir saygı olacağı gibi geleceğimize
karşı bir sorumluluk duygusunu yaratır. Ve An
‘da gerçekleşen hakikate büyük bir anlam katar.
Kapitalist Modernite’nin çıkarlarını temsil
eden egemenlerin
tarihi bu hakikatin çok uza-
ğındadır. Bilimsel bir analizden ziyade belirgin
şahsiyetlerin anlattıklarına dayanır. Toplumun
çıkarları değil egemenlerin çıkarlarını savunur.
Hakikati tahrif eder. Bu noktada olup bitenleri
kendi çıkarları doğrultusunda hikaye etmeye,
yalan üretmeye ve yalanı büyütmeye ihtiyaç
duyar. Bunun bir diğer adı gerçeği gizlemektir.
Egemen olmak biraz da gizlemekle bağlantılı-
dır. Gizlemek için de yalan, yok sayma, çarptır-
ma gibi yöntemler kullanılır. Bu aynı zamanda
tarihin etikten koptuğu bir zamanı anlatır. Ar-
tık etik değerleri olmayan bir tarih anlayışının,
egemenlerin çıkarları doğrultusunda her tara-
fından tahrif edilmesi ve yalanı büyütmesi işten
bile değildir.
Zira resmi tarihi benimsetmekle mükellef
olan şürekânın, gerçeği gizlemedeki başarısı-
nın bilimsellik olarak ifade edilmesi ise ayrıca
ele alınması gereken bir durumu ifade eder. Bu
nedenle bilim ve bilimci kavramlarına temkin-
li yaklaşmak önemlidir. Devletli uygarlığın en
son tapınaklarından biri olarak da değerlendi-
rebileceğimiz okul
ve üniversitelerde yüksel-
menin yolu, bilim adına bu yalanların ne ka-
dar çok üretildiği ile ilgilidir. Devletli sistemin
bir numaralı sürdürücüleri olan bu şürekânın
en belirgin görevi ise gerçeği gizlemek, üstünü
örtmektir. Bunun için sistemin tüm olanakları
onların emrine amadedir. Esas zor olan ise ger-
çeği savunmak, yalanı teşhir etmek ve hakika-
tin izinde bilimsel bir aydınlanmayı sağlamak-
tır. Bu anlamda jineoloji ile tarihe dokunmak,
tarih ile şimdi arasındaki ilişkiyi çözümlemek,
hakikati tarih içinde araştırmak, bir toplumsal
olgunun sadece güncel
analitik yöntemlerle ta-
nımlanamayacağını bilmek, toplumsal gerçek-
liği tarihselliği içinde ele almak ve halkların
çıkarları doğrultusunda tarihi yeniden yorum-
lamak belirleyici bir öneme sahiptir. Tarihsel
toplumsal olayları jineolojik bir bakış açısıyla
ele almak, hem halkları hissetmek hem de ha-
kikate ulaşmak ve yaşanılana anlam yüklemek
boyutuyla bize yepyeni bir bakış açısı sunar.
Hakikatin izinde olmak bu nedenle çok heyecan
vericidir.
Devletli uygarlığın soğuk, sınıflandırılmış,
yaşamdan koparılmış ve tamamen egemenlerin
çıkarlarına indirgenmiş tarihini okul sıraların-
37
da çokça görmüşüzdür. Bu tarihi ezberlemek
gibi bir görevimiz olmasa, kimsenin bugünün-
den yola çıkarak geçmişini anlama arayışına
girmediğini de biliyoruz.
Yani o okullarda öğre-
tilen tarih daha çok ders notlarımızın arasında
olan bilgilerdir. Bu bilgiler ise sınavı geçinceye
kadar bize gereklidir. Ki, bu da tarihin başlangı-
cından itibaren yapılan bütün okumalarda esas
hedeftir. Bu nedenle sunulan bilgi neyse sorgu-
lamaksızın onu ezberleme temel görevdir. Zaten
mevcut bilimin yani pozitivizmin egemenlerin
çıkarını esas alan, tüketimi özendiren, bütün
yaşamı parçalayarak yönetmeyi hedefleyen, ke-
sin-ilerlemeci-sıkı belirlenimci tarzı bu ezber ve
görevleri teşvik ettiği gibi güçlendirmek içindir.
Bu görevlerimizden biri de Türkiye Cum-
huriyeti’nin Misak-ı Milli sınırlarına sadık kal-
madır. Ama bu Misak-ı Milli neydi? Misak-ı
Milli ile ne hedefleniyordu? Kelime anlamın-
dan tutalım yüklenilen anlamlara kadar Tür-
kiye Cumhuriyeti coğrafyası üzerinde yaşayan
halklar için ne ifade ediyordu?
Verilen bilgiyi
sorgulamaksızın aldığımız için her şeyden önce
bu kavram kutsal ve dokunulmazdır. Ama bu
kutsallığın kodları nedir bilinmez. Neden kut-
sal olduğu, neden bu kavramların dokunulmaz
olduğu o okul sıralarından geçen herkesin dur-
duk yere Mehter Marşı çaldığında duygulanma-
sı gibi bir şeydir. Tek farkı Misak-ı Milli deyince
“Vatan bölünmez” sloganının her bireyin dilin-
de yankılanmasıdır. Ve buna inceden inceye eş-
lik eden bir korkudur. Sahiden de Misak-ı Milli
bunu mu anlatmaktadır.?
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın her
zamanki gibi bizi şaşırtan belirlemelerinden
biri de Misak-ı Milli ile ilgili oldu. Kürt Sorunu’
nun demokratik çözümü kapsamında
önerdiği
Misak-ı Milli Komisyonu ile ilgili “Aslında bu
bir Kürt-Türk misakıdır ve birlikte kurtuluş-
tur”, “Demokratik çözüm Misak-ı Milli’ nin
bir gereğidir”, “O çok korkulan Misak-ı Milli
sınırları Misak-ı Demokrasi ile korunur” diye
yaptığı belirlemelerden sonra bu kavram tekrar
gündemimize girdi. Toplumsal sorunları tarih-
sel bağlamı içinde ele alarak çözen ve bu temel-
de zamanın her anına büyük başarılar sığdıran
Kürt Halk Önderi Öcalan’ın Misak-ı Milli ile
ilgili değerlendirmelerini anlamak, tıpkı diğer
çözümleme ve kuramlarında olduğu gibi güç-
lü bir tarihi bilince sahip olmayı gerekli kılı-
yor. Ezberleri bozan Öcalan, hem ortak hem de
demokratik bir vatanın formülünü bu eksende
kapsamlı bir şekilde tanımlıyor. Tarihi demok-
ratik uygarlık güçlerinin safından okuyan ve
bunu esas alan Öcalan’ın Misak-ı Milli ile ilgili
belirlemeleri, Kürt sorununun demokratik çö-
zümünün anahtarını içinde barındırıyor. Cum-
huriyetin asli kurucu üyesi olarak ulusal kurtu-
luş savaşına katılan Kürtlerin bu samimiyetini
Amasya Tamimi,
Erzurum ve Sivas Kongrele-
rinde yine Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bir
çok yasalarında dile getirdiği biliniyor. Ancak
1925 Şeyh Sait İsyanı ile başlayan ve 1940 yılı-
na kadar süren Kürt İsyan ya da direnişlerinin
nedeninin de Misak-ı Milli’ den verilen tavizler
olduğunu iyi bilmek gerekiyor. Sayın Öcalan’ın
bu yönlü tarih okumaları halkların birlikte
yaşama formülünü verdiği gibi Ortadoğu’nun
demokratikleştirilmesinin yolunu açıyor. Bu
eksende o dönemin koşullarını, yapılan anlaş-
maları, Misak-ı Milli’ nin kapsamını, Kürtlerin
durumunu, dış güçlerin politikalarını başlıklar
halinde ele alacağız.
Sevr Anlaşması’na itirazın adı
Kuvva-i Milliye
20. yüzyılın başında emperyalist güçlerin bir
aracı olan Cemiyet-i Akvam (Bugünkü Birleş-
miş Milletler) tarafından yeni bir dünya düze-
ninin oluşturulmaya çalışıldığı biliniyor. Yine
birinci dünya savaşı, odağında Osmanlı İm-
paratorluğu’nun bulunduğu “Şark Sorunu” nu
çözme amaçlı bir savaş olarak tarih kayıtlarına
geçiyor. Uluslaşmaya karşı uzun süre direnen
Osmanlı İmparatorluğu kendini Osmanlıcılık,
Panislamizm ve Pantürkizm ile sürdürmeye
çalışsa da başaramıyor. Bu yöntemlerin boşa
çıkması ve hegemonik güçlerin çıkarlarıyla bağ-
lantılı ulus-devletlerin ortaya çıkması
ile birlik-
te Anadolu ulusçuluğunu geliştirme arayışı baş-
lıyor. Kurtuluş savaşı süreci aslında bunu ifade
ediyor.
Hissedilen bir tarih, toplumsal
hafızamıza bir saygı olacağı
gibi geleceğimize karşı bir
sorumluluk duygusunu yaratır