Emile zola ve nana



Yüklə 0,5 Mb.
səhifə12/35
tarix19.07.2018
ölçüsü0,5 Mb.
#56545
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   35

Aşağıda Bayan Bron'un büfesinde sırma işlemeli kırmızı geniş bir elbiseye bürünmüş Plüton rolünü oynayan bir figüran bir şey içiyordu. Kapıcı kadının işi iyi gidiyordu her halde. Çünkü merdiven altındaki mahzenin kapağı, yıkanan bardakların suyu ile sırsıklam haldeydi. Clarisse eteği, kirli basamaklara değen İris tuniğini çıkardı. İhtiyatlıca durdu, başını uzatıp, kapıcı odasına bir göz attı. Bir de ne görsün: bu la Faloise budalası masa ile soba arasındaki iskemlenin üstünde hâlâ pinekleyip durmuyor mu? Simonne'un önünde kirişi kırar gibi yapmış, sonra tekrar gelmişti. Ondan başka oda eldivenli, şık, sabırla bekleyen erkeklerle doluydu. Hepsi de ağırbaşlı bir tavırla birilerini bekliyorlardı. Şimdi masanın üstünde sadece kirli tabaklar vardı. Bayan Bron son buketleri de sahiplerine dağıtmıştı. Yalnızca solmuş bir gül, tortop olup yatan kara kedinin yanına düşmüştü. Kedi yavruları ise, bu ciddi bayların ayaklan arasında cirit atıp oynaşıyordu. Clarisse'in içinden bir an la Falo-ise'ı kapı dışarı etmek geldi. Bu sersem hayvanları sevmezdi; ayaklan kediye değmesin diye büzülmüştü.

EMİLE ZOLA

159

- Alaycı bir tip olan Plüton, elinin tersiyle ağzını silerek odadan çıkarken :



- Dikkat et tırmalamasın seni! dedi, genç adama.

Clarisse, la Faloise'la bir kavga çıkartmak düşüncesinden vazgeçti. Bayan Bron'un, Simonne'unkine mektubu verdiğini gördü. Genç adam, okumak için, antrede yanan havagazı lâmbasının altına gitti. «Bu akşam gelemeyeceğim sevgilim, başkasına sözüm var.» Adam, bu cümleye alışık olmalı ki sessizce çekilip gitti. Eh hiç olmazsa şu adam lâftan anlıyordu! Ötekiler ise Bayan Bron'un şu kocaman bir fenere benzeyen kötü kokulu odasındaki, hasırları fırlamış iskemleler üzerinde kazık kakmışçasına beklemekte inat ediyorlardı. Bir zevk için bu erkeklerin buna katlanmaları değer miydi? Clarisse tiksinti duyarak yukarı çıktı, sahneden geçti, çevik adımlarla localara giden merdiveni aşarak Simonne'a haberi yetiştirdi.

Tiyatronun üst katından ayrılmakta olan prens, Nana ile konuşuyordu. Genç kadından ayrılmıyor, yarı kapalı gözlerini ondan ayırmıyordu hiç. Nana adamın yüzüne bakmadan, gülümseyerek bir baş işaretiyle, evet, demişti. Ama birden Kont Muffat bütün varlığında duyduğu bir isteğe kendini bıraktı, kendisine bazı makinelerin nasıl işlediğini anlatan Bordenave'ın yanından ayrılarak, prensle Nana'nın konuşmasını kısa kesmek için yanlarına geldi. Nana başını kaldırıp bakarak, prense gülümsediği gibi ona da gülümsedi. Ama kulağı kirişte sahnedeki rol sırasının gelmesini bekliyordu.

Kontun gelişine canı sıkılan prens :

- Üçüncü perde, hepsinden daha kısadır, her halde; dedi.

Genç kadın cevap vermedi, yüzü değişivermişti birden, şimdi yalnız rolünü düşünüyordu. Omuzlarını hızla sallayarak, sırtından attığı kürkü; arkasında duran Bayan Jules hemen koluna aldı. Sonra Nana, çırçıplak, düzeltmek istiyormuş gibi ellerini saçına götürerek sahneye daldı.

160

NANA


Bordenave :

- Susun! diye fısıldıyordu.

Kontla, prens hayretten donakalmışlardı. Derin bir sessizlik ortasında, seyirci kalabalığından derin bir iç çekişi, bir mırıltı duyuldu. Her akşam, Venüs, o tanrıça çıplağıyla sahnede görününce bir hava yaratıyordu böyle. Şimdi Muf-fat onu görmek istiyordu. Gözünü bir deliğe uydurdu. Sahne ışıklarının meydana getirdiği daire yayının ötesinde salon, kırmızımtırak bir dumana bürünmüş gibi loş görünüyordu. Birbiri yanısıra dizilmiş yüzlerin bulanık bir solukluk verdiği bu mat fon üzerinde şimdi Nana, bembeyaz ve olduğundan daha büyük görünen vücuduyla locaların ve sahne üstünün görünmesini önlüyordu. Muffat genç kadının sırtını, gerilen belini, açık kollarını görüyordu, şimdi, öte yandan, kadının ayaklarının dibinden suflörün namuslu ve fakir bir insan olduğunu gösteren başı, kesik bir kafa gibi sahnenin döşemesine gömülü olarak gözüne çarpmıştı. Sahneye girişte söylediği bazı parçalar arasında, genç kadının bütün vücudu, boynundan topuklarına kadar dalgalanıyor, sonra yerlere sürünen tülünün eteklerinde sönüyordu. Şarkısının son nağmesini söylerken kopan alkış kasırgası arasında Nana, tülü havada uçuşurken, saçları beline dökülerek seyircileri selâmladı. Şimdi genç kadının öne doğru eğilmiş, kalçaları yayılarak, gözetlediği deliğe doğru geri geri gelişini gören kont, birden doğruldu, yüzü sapsarıydı. Sahne kay-boluvermişti. Şimdi yalnız dekorların arkası, her yana yapıştırılmış olan renk renk eski afişlerden başka bir şey görülmüyordu. Sahneden kulislere açılan kapının önünde, havagazı şeridi arasında, bütün Olemp, uyuklayan Bayan Drou-ard'ın yanına gelmişti. Bütün oyuncular perdenin sonunu bekliyorlardı. Bosc'la Fontan yere oturmuş, çenelerini dizlerine dayamışlardı, Pruillere, sahneye girmeden esneyip gerindi; hepsi gözleri kıpkırmızı, yorgunluktan kırılıyor, gidip yatağa serilmekten başka bir şey düşünmüyorlardı.

O sırada, Bordenave avlu tarafına geçmesini yasakladığından, bahçede dolaşıp duran Fauchery, kendine güven ve-

EMILE ZOLA

161


rebilmek için Muffat'ya locaları göstermeyi teklif etti. Gittikçe gevşeyip iradesini yitiren kont, gözleriyle, çoktan oradan ayrılmış olan Marki de Chouard'ı arayarak gazetecinin peşinden yürüdü. Şimdi, Nana'nın şarkısını dinlediği bu kulisten uzaklaşırken hem bir ferahlık hem de bir kaygı duj-yuyordu içinde.

Fauchery, birinci katı ikinciden, çift kanatlı küçük kapıların ayrıldığı merdivenden, kontun önünde giderek çıkmaya başlamıştı. Bu da, o karanlık işlerin çevrildiği evlerdeki merdivenleri andırıyordu. Kont Muffat, böylelerini, yardım severler derneği adına para toplamak için dolaştığı sırada çok görmüştü: çıplak duvarlarının sıvaları yer yer dökülmüş, sarı badanalı, basamakları zamanla aşınmış, demir korkuluğu elle tutulmaktan parlayan merdivenler. Her sahanlıkta yerle bir hizadaki bir pencereye dört köşe bir hava deliği açılmış. Duvarlara asılı havagazı fenerleri bu sefalet manzarasını çiğ bir ışıkla aydınlatmakta; bu fenerlerden yayılan sıcaklık helezonvari yükselen katlara doğru yayılmaktadır.

Merdivenin dibine geldiği zaman Kont yine o localardan inen, kadın kokusuyla yüklü yakıcı soluğu duymuştu ensesinde; bu sıcaklık bir ışık ve gürültü dalgası ile içinden sarıyordu onu. Her basamakta yükseldikçe, şimdi, pudraların, tuvalet sularının kokusu vücudunun ateşini büsbütün arttırıyor, onu sersemleştiriyordu. Birinci katta iki koridor vardı. Bunlar bir noktadan sonra birden kıvrılıyordu. Burada, aşağı sınıftan otel odalarının kapılarını hatırlatan beyaz boya ile numaralanmış oda kapıları vardı. Temelinden biraz çökmüş bu eski binanın çimleri yerlerinden fırlamış, zemininde çıkıntılar meydana getirmişti. Kont biraz duraklayıp aralık bir kapıdan içeri baktı. Burası çok pis bir yer, fakir mahalle berberi dükkânı gibi bir yerdi, içeride iki iskemle, bir ayna, iki çekmeceli küçük bir dolap vardı. Tarak kiriyle kararmıştı bu dolabın üstü. Kan ter içinde bir delikanlı, çamaşır değiştiriyordu. Bitişik odada, eldivenli bir kadın gitmek üzere hazırlamaktaydı. Banyodan yeni çıkmış

162


NANA

gibi ıslaktı ve düzleşmişti saçları. Fauchery, kontu çağırdı. Adam ikinci kata çıktığı sırada birinin sağ yandaki koridordan öflceyle: «Hay allah cezalarını versin!» diye bağırdığı duyuldu. Ufak tefek pasaklı bir kadın olan Mathilde elindeki küveti düşürüp kırmıştı. Sabunlu sular şimdi sahanlığa kadar yayılıyordu. Bir locanın kapısı şiddetle vurularak kapandı. Sadece korseyle kalmış iki kadın sıçrayarak geçtiler, gömleğinin ucunu dişlerinin arasına almış başka bir kadın da adamları görünce hemen sıvıştı. Sonra gülüşmeler, kavga edenlerin sesleri, başlandığı halde birden yarıda kesilen bir şarkı duyuldu. Koridor boyunca, kapı ve bölme çatlaklarından çıplak kadın vücutları, beyaz tenler, soluk çamaşırlar görülüyordu; çok neşeli iki kız birbirlerine horoskoptaki kader çizgilerini gösteriyorlardı. Hemen hemen çocuk denecek yaşta bir kız da eteğini dizinin üstüne kadar kaldırmış, külotunu tamir ediyordu. Aktrisleri giydiren kadınlar, iki erkeği görünce, adet yerini bulsun diye perdeleri çekiyorlardı. Oyun bittikten sonraki harıltı gürültü kaplamıştı her yanı. Yüzlere sürülen allıklar, pudralar, kremler temizleniyor, kadınlar şehir kıyafetine bürünüyorlardı. Kapılar açıldıkça keskin kokular yayılıyordu odalardan. Üçüncü katta Muffat artık kendini bütün bu havanın getirdiği sarhoşluğa bırakmıştı. Kadın figüranların locası buradaydı; yirmi kadın balık istifi dolmuştu bu odaya. Pudra kutuları, lavanta şişeleri masaların üstünü doldurmuştu. Muffat nihayet en üst kata gelmişti; açık kalmış küçük bir pencereden bakmak hevesine kapıldı yine: oda boştu; yanan gaz lâmbasının altında sadece unutulmuş bir oturak vardı. Yerde de oraya buraya atılmış eteklikler görülüyordu. Bu dördüncü kat kontun gördüğü son yer oldu; bütün sıcaklıklar, bütün kokular buraya toplanmıştı. Adam boğulacak gibi olmuştu: sarı renkli tavan kızarmış gibi görünüyordu, kırmızımtırak bir buğu içinde bir gaz feneri yanıyordu. Bir aralık demir parmaklığa tutundu. Canlı bir ılıklık vardı bu demirde. Gözlerini kapadı ve derin bir soluk alarak o zamana kadar yabancısı olduğu kadın dişiliğinin bütün kokularını içine doldurdu.

EMİLE ZOLA

163


Bir aralık kaybolan Fauchery :

- Buraya gelin, sizi arıyorlar; diye bağırdı.

Burası, koridorun sonunda Clarisse'le Simonne'un loca-sıydı. Uzunca, çatının altında biçimsiz bir odaydı. Tavandaki iki delikten ışık alıyordu. Ama gecenin bu saatinde loca bir havagazı lâmbasıyla aydınlatılmıştı. Duvarları yeşil zemin üzerine güllerle süslü en ucuz cinsten muşamba kaplı iki enli tahta levha, tuvalet masası işini görüyordu. Masanın üstü, saçılan sularla kapkara olmuştu. Bu uydurma masaların altına da çinko güğümler, içi pis suyla dolu kovalar, kocaman testiler sıralanmıştı. Bir sürü işporta malı da göze çarpıyordu: çatlak küvetler, dişleri kırık taraklar; hiç etraflarına aldırış etmeden aceleyle soyunan, aynı kapta yüzlerini yıkayan iki kadının etrafında her şey karmakarışıktı; bütün bunlardan burada pek geçici bir süre kaldıkları ve içerisini dolduran pisliğin de umurlarında olmadığı anlaşılıyordu.

Fauchery, fahişelerin çevresinde yaşamış erkeklerin laubaliliği ile :

- Haydi gelin canım; Clarisse öpmek istiyor sizi!., diye tekrar seslendi.

Muffat içeri girdi. Ama Marki de Chouard'ın iki tuvalet masası arasında, bir iskemlede oturduğunu görünce şaşakaldı. Marki buraya çekilmişti. Ayaklarını açıyordu, çünkü, devrilen bir kovadan dökülen sular odanın içinde yayılıyordu. Pek keyifli görünüyordu ihtiyar. İyi yerleri bilen bir adam haliyle bu tuvalet odasının boğucu havası, bu kadınların hayasızlığı, hoşuna gidiyor, buradaki pislik pek tabii görünüyordu ona.

Simonne; Clarisse'in kulağına eğilerek :

- İhtiyarla gittiğin oluyor mu? diye fısıldadı.

- Sık sık; diye cevap verdi.

Çok genç ama çok şirin ve laubali bir kız olan giydirici, Simonne'un mantosunu giymesine yardım ederken kıkır

164

NANA


kıkır gülüyordu. Şimdi üç kadın itişerek, bir takım kelimeler mırıldanarak neşelerini daha da arttırmışlardı.

- Haydi Clarisse; öp şu sayın bayı; biliyorsun ki tıngırı var; dedi Fauchery :

Sonra konta dönerek şunu ekledi:

- Göreceksiniz, çok tatlı şeydir, sizi öpecek.

Ama Clarisse erkeklerden tiksinmişti. Öfkeyle ve sert bir dille aşağıda kapıcının odasında bekleyen pis heriflerden söz etti. Hemen aşağıya inmek zorunda olduğunu, kendisine son sahneyi kaçırtacaklarını söyledi. Sonra Fauchery kapının önüne dikilip engel olduğu için Kont Muffat'nın favorilerine birer öpücük kondurdu ve :

- Size değil bu hiç olmazsa! Kafamı şişiren Fauchery için! diyerek sıvıştı.

Kont kaynatasının önünde pek sıkılmıştı. Yüzüne kan hücum etti. Nana'nın o zengin döşeli, lüks içinde locasında, bu iki kadının kendilerini sere serpe bıraktıkları bu karma-karışıklık içindeki yüz kızartıcı sefalet havasında duyduğu iç gıcıklanmasını duymamıştı. Bu sırada, marki telâşla çıkan Simonne'un ardından gitti. Kadın başıyla olmaz, derken, o ağzını boynuna yaklaştırarak bir şeyler söylüyordu. Fauchery gülerek arkalarından gidiyordu. Şimdi kont, küvetleri ovan giydirici kızla yalnız kalmıştı. Sonra o da çıktı, merdivenden inmeğe başladı; simdi yalnız eteklikleriyle kal-mış kadınlar, o geçerken gevşek gevşek bacaklarını kaldırıyorlardı. Böylece dört kata dağılmış kızların arasından geçerken, bir kediyi fark etti, bu koca sarı kedi, kuyruğu havada, sırtını parmaklıkta kaşıyarak basamaklardan aşağıya iniyordu.

Boğuk bir kadın sesi:

- Ah, doğrusu ya, bu gece bizi rahat bırakacaklarını sanmıştım!.. İşte, yine bir takım traşçılar çağırıp duruyor!

Oyun bitmiş, perde inmişti. Merdivende gerçekten bir yarış başlamıştı şimdi. Her kafadan bir ses çıkıyor, oyuncu-

EMILE ZOLA

165


lar bir an önce giyinip kapağı dışarıya atmak için acele ediyorlardı. Kont Muffat son basamaktan indiği sırada, ağır ağır koridorda yürüyen Nana ile prensi gördü. Genç kadın durdu, sonra gülümseyerek yavaş sesle :

- Tamam, biraz sonra, dedi. ,

Prens, sahneye döndü, Bordenave burada kendisini bekliyordu. Şimdi Nana ile yalnız kalan kont Muffat kendini bir öfke ve istek duygusuna kaptırarak arkasından koştu; genç kadın odasına girerken; ensesine, ta omuzlarının arasına kadar bürüyen sarışın kıvırcık tüylerin üzerine ağdalı bir öpücük kondurdu. Nana öfkeyle elini havaya kaldırmıştı. Kontu görünce gülümsedi. Sadece:

- Oh! Korkuttunuz beni; dedi.

Gülüşünde hem pek tatlı hem, uysal bir şey vardı; sanki umutsuzlukla bu öpücüğü bekliyormuş da, ona kavuşunca pek mutlu olmuş gibi. Ama ne o akşam ne de ertesi gün buluşamazdı Muffat ile. Beklemek gerekiyordu. Böyle olmasaydı bile, adamın hırsını kamçılamak için böyle davranırdı. Gözlerinden okunuyordu bunlar. Nihayet şöyle dedi:

- Biliyor musunuz bir ev sahibiyim ben... Evet Orléans yakınında bir köyde, sizin zaman zaman gittiğiniz bir yerde bir ev satın aldım. Bebe söyledi bana bunu. Hani şu küçük Georges Hugon, tanırsınız değil mi? İşte beni görmeğe oraya gelin.

Çekingen bir adam olduğu için yaptığı kabalıktan utanç içinde olan kont, pek teşrifatlı bir şekilde genç kadını selâmlayarak kendisinin davetini yerine getireceğini vaat etti. Sonra, bir rüyadaymış gibi yürüyerek uzaklaştı.

Prensin yanına geldi; fuayeden geçerken Satin'in bağırdığı duyuldu:

- Bakın şu pis moruğa! Bırak beni!

Marki de Chouard Satin'e çullanmıştı. Bu kız bıkmıştı her halde bütün bu kibar erkeklerden. Nana onu Bordena-

166

NANA


ve'a henüz tanıtmıştı. Ama, saçmalamak korkusuyla ağzını kilitleyip oturmak çok canını sıkmıştı. Kız, bir eski göz ağrısını tekrar ele geçirmek istiyordu bu kulislerde. Bir hafta boyunca kendisiyle sevişip dayak atan bu genç adam, Plüton rolüne çıkan bir postacıydı. Onu beklerken, markinin kendisine tiyatrocu kadınlarla konuşur gibi bir şeyler söylemesine fena halde içerliyordu. Bunun için o da büyük bir vekarla şöyle bir lâf etti:

- Kocam nerdeyse gelecek, görürsünüz!

Bu sırada, oyuncular, sırtlarına paltolarını geçirmiş, yorgun yüzlerle, birer birer çıkıp gidiyorlardı. Merdivenlerden çökük şapkalı, boyun atkıları buruşuk, adamlar, yüzlerinin boyasını yeni silmiş soytarıların soluk benziyle inip karanlığa karışıyorlardı. Sahnede ışıklar söndürülmeye başlanmıştı. Bordenave prense bir fıkra anlatıyordu. Prens, Na-na'yı beklemek istiyordu. Genç kadın göründüğü zaman, sahne tamamıyla kararmıştı; nöbetçi itfaiyeci, elinde bir fenerle köşe bucağı dolaşıp gözden geçiriyordu. Bordenave, prens hazretlerini, ta Panoramalar geçidine kadar gitmek zahmetinden kurtarmak için kapıcı odasından tiyatronun antresine giden bir koridoru açtırttı. Şimdi bu yoldan, pasajda, geçitte kendilerini bekleyen erkeklerden yakayı kurtarmak isteyen kadıncıklar birer birer sıvıştılar... İtişip kakışarak, dirsek dirseğe, arada bir arkalarına bakıp nefeslerini tutarak dışarı çıkıyordu bu kadınlar; öte yandan Fontan, Bosc ve Prulliere, ağır ağır yürürken Varietes'nin önünü arşınlayarak oyuncu kadınları bekleyen ağırbaşlı adamlarla alay ediyorlardı; bekledikleri kadınlar âşıklarıyla buluşmak üzere öte taraftan sıvışmışlardı. Ama Clarisse, özellikle pek insafsızca davranarak, la Faloise'ı hâlâ beklediği yerde bırakıp bir başka kadının arkasından çekilip gitti. La Falo-ise hâlâ o ağır başlı baylarla birlikte kapıcı kadının odasında pinekleyip duruyordu. Hepsi de burunlarını ileri doğru uzattılar. Clarisse dimdik yürüyerek basıp gitmişti. Dar merdivenin alt basamağında dalgalanarak hışırdayan, o kadar zamandır ümitsizce bekledikleri kadınların, tek birini

EMİLE ZOLA

167

bile iyice seçemeden, uçup gittiklerini görmemek şaşkına çevirmişti hepsini. Kara kedinin yavruları muşambanın üstünde, başlarını rahatça yatan annelerine dayamış, pençelerini yayarak uyuyorlardı. İri sarı kedi ise kuyruğunu uzatmış, sıvışan kadınlara bakıyordu.


Bordenave merdivenin alt basamağında koridoru göstererek:

- Prens hazretleri buradan gitmek isterler mi? dedi.

Bazı kadın figüranlar hâlâ bu koridora dalmaktaydılar. Prens, Nana'mn arkasından yürüyordu. Muffat ile marki arkadan geliyorlardı. Burası, tiyatro ile, bitişik ev arasında uzanan dar ve uzun bir yoldu; üzerine camlı demir çerçeveler takılmış daracık bir sokak da denilebilirdi buraya. Duvarından nem sızıyordu. Yürüyenlerin ayak sesleri yerlere döşenen taşlar üzerinde bir yeraltı geçidinde olduğu gibi yankılar yapıyordu. Burada bir sürü tahta parmaklık göze çarpıyordu. Bu parmaklıklar, akşamlan bilet almak için kuyruk olanları düzenli bir sıraya sokmak için kullanılıyordu. Bir çeşmenin önünden geçerken Nana eteğini kaldırdı. İyi kapanmayan musluktan akan sular taşlara yayılmıştı. Antreye gelince, selâmlaşarak birbirlerinden ayrıldılar. Bordenave yalnız kalınca omuz silkerek filozofça bir küçümseme ile prens hakkındaki düşüncesini, birbiriyle barıştırmak için Mignon'la Fauchery'yi götüren Simonne'a şöyle özetledi:

- Hödüğün biri.

Muffat kaldırımın üstünde yalnız kalmıştı. Prens hazretleri Nana'yı rahat rahat kendi arabasına bindirdi. Marki ise, Satin'le figüranın peşine düştü. Bu iki gencin nasıl sevişeceklerini düşünerek içi gıcıklanmıştı; şimdi sadece onları izlemekle yetiniyor, kızın kendisine güler yüz gösterebileceğini umuyordu. Şimdi, Muffat, başı ateşler içinde yanarak evine yaya dönmeğe karar vermişti. İçinde her türlü çatışma sona ermişti artık. Yeni bir hayat dalgası kırk yıllık inançlarını ve düşüncelerini kaplamıştı. Bu caddelerde yürürken araba tekerleklerinin gürültüsü de Nana adını du-

168


NANA

yar gibi oluyor, havagazı fenerlerini titrek ışıkları arasında çıplak kadın vücutlarının kıvranışları, Nana'nın beyaz omuzları, kolları gözünün önüne geliyordu. İyice tutulduğunu hissediyordu bu kadına. Onunla bir saatçik kalabilmek için her şeyi bırakmaya, varını yoğunu satmaya hazırdı. Gençliği uyanıyordu artık. Erinlik çağındaki bir delikanlının heyecanı içinde; bu heyecan, o soğuk katolikçe sofuluğunu ve yaşı ilerlemiş adam ağırbaşlılığını aşarak kanını tutuşturuyordu alev alev.

VI

Kont Muffat karısı ve kızıyla, Fondettes'e gelmişti. Burada oğlu Georges'la oturan Bayan Hugon bir hafta kalmak üzere davet etmişti kendilerini. XVII. yüzyıl sonlarında yapılmış olan bu ev; süssuz, etrafı çevrili geniş bir alanın ortasındaydı. Ama çok güzel gölgeli köşeler, akar suyu kaynaklardan alan havuzlar vardı bahçesinde. Bu bahçe, gözün alabildiğine biteviye uzanan tarlaların yanı sıra, Orle-ans-Paris yolu boyunca uzanan ve öbek öbek ağaç kümele-riyle bu biteviyeliği bozan yemyeşil bir çerçeve meydana getiriyordu.



Saat on birde ikinci çıngıraktan sonra herkes öğle yemeği için sofrada toplandığı sırada, Bayan Hugon, o anaca tatlı gülümseyişiylî Sabine'in yanaklarına kocaman birer öpücük kondurarak :

- Biliyor musun... Köyde yaşarken o kadar alıştım ki buna... Seni buradı görmek yirmi yaş gençleştiriyor beni... Eski odamda rahat uyuyabildin mi?

Sonra, cevap beklemeden Estelle'e dönerek :

- Bu küçük de iyi uyudu mu bari? Haydi öp beni yavrum, dedi.

Pencereleri parka bakan geniş yemek salonundaki büyük masanın sadece bir köşesinde toplanmışlardı. Yine de sıkışık oturmuyorlardı. Sabine'nin gençlik anıları canlanıyordu şimdi. Aylarca kalırdı bu Fondettes'de, uzun gezintiler yapardı. Bir yaz akşamı nasıl havuza düştüğünü hatırlıyordu; kışın bir dolapta eline geçen bir şövalyelik romanını kış geceleri, içinde bağ çubuğu yakılan ocağın karşısında okuyuşu. Kontesi bir kaç aydır görmemiş olan Georges, yüzünde acayip bir değişiklik görmüştü; oysa şu sırık gibi Estelle eskisinden daha silik, dilsiz ve sakardı.

170


NANA

EMLE ZOLA

171

Sadece rafadan yumurta ile pirzola yendiği için, meraklı bir ev hanımı olan Bayan Hugon kasapların gittikçe aksileştiklerinden yakındı; her şeyi Orleans'dan aldırıyor-muş; hiçbir zaman da istediği şeyleri getirmiyorlarmış. Kaldı ki misafirleri iyice karınlarını doyurmuyorlarsa onların kabahatiydi bu: mevsimi geçirdikten sonra gelmişlerdi.



- Hiç de akıllıca bir iş olmadı bu; dedi. Sizi haziran ayında beklemiştim. Eylülün ortasındayız şimdi... Görüyorsunuz ya hiç de hoş olmadı bu.

Eliyle, çimenlikteki, yaprakları sararmaya başlayan ağaçları göstermişti. Hava kapalıydı, ta uzaklara kadar ortalığı mavimtırak bir buğu kaplamıştı; tatlı ve durgun bir hüzün havası vardı.

- Ah! Dört gözle misafirleri bekliyorum; böyle daha neşeli geçiyor günlerim... Georges, Bay Fauchery ile Bay Da-guenet'yi davet etmiş. Tanırsınız değil mi?.. Sonra da beş yıldır geleceğini vaat eden Bay de Vandeuvres. Bu yıl gelmeğe karar vermiştir her halde.

- Hah tamam! Bir Bay Vandeuvres eksikti! Ama çok işi var onun; dedi kontes gülerek.

Muffat :

- Ya Philippe? diye sordu. İhtiyar kadın.

- Philippe izin istedi; ama o geldiği zaman siz burada olmayacaksınız her halde.

Kahveler geldi. Şimdi Paris'ten söz ediliyordu. Stei-ner'in adı geçti. Adamın adı söylenir söylenmez bayan Hugon hafifçe haykırdı:

- Sırası gelmişken sorayım; Bay Steiner, bir akşam sizde rastladığım şu şişman banker değil mi? Aman ne çirkin şey! Bir aktrise bir çiftlik satın almış bu dolaylarda. La Choue'nun arkasına düşüyor Gumieres taraflarında! Bütün buralarda dedikodusu çalkalanıyor... Bunu biliyor muydunuz dostum?

Muffat :


- Hiç duymamıştım; ya demek Steiner bir çiftlik almış bu dolaylarda öyle mi?

Georges annesinin bu konuya değindiğini duyunca burnunu fincanına eğdi; sonra verdiği cevaba şaşarak konta baktı. Neden böyle düpedüz yalan söylüyordu bu adam? Öte yandan delikanlının kımıldanışını fark eden kont, şüpheli bir gözle ona baktı. Bayan Hugon olayı ayrıntılarıyla anlatıyordu şimdi. Çiftliğin adı la Mignotte'du; La Choue'-dan yukarı Gumiers'in ötesindeki köprüden geçildikten sonra iki buçuk kilometrelik bir yol var oraya kadar. Bu köprü yolu uzatıyor ama insan suya batar...

Kontes :

- Peki kimmiş bu aktris? diye sordu.

- A, evet söylemişlerdi adını bana bu sabah, bahçıvan bu işi anlatırken bize...

Georges hatırlamaya çalışır gibi yapıyordu. Muffat, küçük bir kaşığı parmaklarının arasında çevirerek bekliyordu. Şimdi kontes kocasına dönerek :

- Bay Steiner şu Varietes'deki aktris Nana ile düşüp kalkmıyor mu?

- Nana! Tamam, bir felâket bu kadın! diye Bayan Hugon bağırdı. Şimdi la Mignotte'da bekliyorlar bu kadını. Bütün bunları bahçıvandan öğrendim... Öyle değil mi Georges? Bahçıvan, kadının bu akşam geleceğini söylüyordu.

Bu haber kontu şaşırtmıştı; hafif bir ürperti geçirdi. Ama Georges hemen atıldı.

- Oh! Anneciğim, bahçıvan bir şey bilmeden konuşuyor. Demin arabacı tam tersini söyledi: la Mignotte'a öbür günden önce kimse gelmeyecekmiş.

Sözlerinin kont üzerindeki etkisini anlamak için adamı göz ucuyla süzerek, bunları çok tabii bir sesle söylemeye çalışıyordu. Muffat, şimdi, içi ferahlamış gibi rahatlıkla yine kaşığı parmaklarının arasında çevirip duruyordu. Kontes, parkın mavimtırak bir buğu ile kaplı uzak köşelerine

172


NANA

gözleri dalmış, dudaklarında hafif bir gülümseyişle, birden zihninde uyanan bir düşünceye kendini vermiş gibi görünüyordu. Öte yandan, sandalyesinin üzerinde kımıldanmadan dikilip oturan Estelle, Nana'dan söz edilirken, o beyaz bakire yüzünde, en ufak bir çizgi belirmeden dinliyordu.


Yüklə 0,5 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   35




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə