mayan tutkuların, bu içgüdüsel-biyolojik itkilerin daha karmaşık
ve dolaylı görünüşleri olduğunu kabul etmiştir. Ama Freud'un
varsayımları, ne kadar parlak olurlarsa olsunlar, insanın tutkulu
çabalarının büyük bir bölümünün içgüdülerin kuvvetiyle açıkla-
namayacağı gerçeğini inkâr ettikleri için, ikna edici değildirler.
İnsanın açlığını, susuzluğunu ve cinsel ihtiyacını gidermek için
gösterdiği çabalar amacına tam olarak ulaşmış olsa bile, "insan-
oğlu" yine de tatmin olmuş değildir. Hayvanlardakinin tersine,
insanın en zorlu problemleri bu durumda çözülecek yerde, yeni
başlamaktadır. İnsan güçlü olmak için, sevgi için ya da yıkıcı
olmak için çaba gösterir; dinsel, politik ve hümanist idealler için
hayatını tehlikeye atar ve bütün bu çabalar insan hayatının özel-
liğini oluşturur ve belirler. Gerçekten de, "insan yalnızca ekmek-
le yaşayamaz."
Freud'un mekanist-tabiatçı açıklamalarının zıddına olarak
bu ifade, insanın tabiî varlığını değil de, onu aşan ve tabiat-üstü
güçlerden kaynaklanan bir iç dinsel ihtiyacın varlığını dile getiren
bir ifade olarak yorumlanmıştır. Bununla birlikte, insanın kendi
durumu iyice anlaşıldığı zaman, bu olayı, bu çeşit bir varsa-
yımda bulunmaya gerek duymadan açıklamak mümkün olabile-
cektir.
İnsan varlığındaki uyumsuzluk, insanın hayvansal köke-
ninden gelen ihtiyaçları geniş öiçüde aşan birtakım ihtiyaçlar
yaratmıştır. Bu ihtiyaçlar, insanı, kendisiyle tabiatın geri kalanı
arasındaki birliği ve dengeyi yeniden kurmaya zorlayan bir itki
geçebilirler. Bir içgüdü karşıt bir içgüdüye dönüşebileceği gibi, süjenin kendisine
de yönelebilir, bir baskı altına alma ve daha sonra açıklayacağımız bir yüceltme
(sublimation) olayına da dönüşebilir. Freud, içgüdülerin tümünü iki temel
kategori altında toplamaktadır. Bunlardan Aşk Tanrısının adıyla Eros dediği
çgüdü, birleştirici, bireyin ve neslin devamını sağlayan içgüdüdür. Öteki ise,
Yıkma içgüdüsüd'dr, ya da bu içgüdünün en son gayesini oluşturan Ölüm
içgüdüsüdür. Bu içgüdü, canlı organizmaları ayıran, parçalayan ve inorganik
hale dönüştüren bir içgüdü olarak kabul edilmektedir. (Çevirenin notu.)
66
çıkarmıştır ortaya. İnsan bu birliği ve dengeyi önce kafasında
kurmak istemiştir; bu amaçla nerede olduğu ve ne yapması
gerektiği sorusuna bir cevap olabilecek ve bir kavram-çerçevesi
olarak iş görebilecek çok g e n i ş t i r dünya görüşü yaratmıştır.
Ama bu gibi düşünce sistemleri yeterli değildir, insan yalnızca
bedensiz bir kafa olsaydı, gerâş kapsamlı bir düşünce sistemi ile
amacına ulaşabilirdi. Oysa insan bir beden ve bir akılla dona-
tılmış bir varlık olduğu için, varlığındaki çatallaşmaya yalnızca
düşüncesiyle değil, aynı zamanda yaşama süreciyle, duyguları
.
ve eylemleri ile de tepki göstermek zorundadır. Yeni bir dengeye
ulaşabilmek için, varlığının bütün alanlarında birliğe ve tekliğe
götürecek bir yaşantıyı mümkün kılacak çabaları göstermek
zorundadır. Bunun içindir ki, tatmin edici bir yönelme-sistemi,
insanî girişimlerin her alanında eyleme dönüşebilecek unsur-
lardan yalnızca düşünce ile ilgili olanlarını değil, aynı zamanda
duygu ve duyu unsurlarını da kapsamış olmalıdır. Kendini bir
amaca, bir fikre ya da Tanrı gibi insanı aşan bir güce adamak,
yaşama süreci içerisinde böyle bir tamlığa ulaşma ihtiyacını dile
getirir.
İnsanın kendi dışındaki birine ya da bir şeye yönelme ve
kendini birine ya da bir şeye adama ihtiyacına verilen cevaplar
öz ve biçim bakımından birbirinden geniş ölçüde farklıdırlar.
Tabiî objelerin ya da ataların, insanın kendi hayatına bir anlam
kazandırma ihtiyacına cevap olarak görüldüğü animism ve tote-
misin gibi ilkel sistemler vardır.İlk defa ortaya çıktıklarında,
Budizm gibi, bünyelerinde bir Tanrı kavramının bulunmamasına
rağmen, genellikle dinsel olarak nitelenen tanrısız sistemler var-
dır. İnsanın kendi hayatına bir anlam kazandırma ihtiyacına
Tanrı kavramı ile cevap veren tek-tanrılı dinsel sistemler ve
Stoacılık gibi felsefe sistemleri vardır. Bu çeşitli sistemlerin tar-
tışmasını yaparken kullanılan terimlerle ilgili bir güçlükle karşıla-
şıyoruz. Tarihsel nedenlerle "dinsel" kelimesi Tanrı inancına da-
23
yanan bir sistemle, yani merkezinde Tanrının bulunduğu bir
sistemle eş-anlama gelmemiş olsaydı, bunların hepsini dinsel
sistemler olarak adlandırabilirdik; dilimizde, bütün bu tanrılı ve
tanrısız sistemlerdeki -yani insanın kendi hayatına ve dünyadaki
varlığına bir anlam kazandırma çabasına cevap vermeye çalı-
şan düşünce sistemlerindeki- ortak yanları gösterecek başka bir
kelime de ne yazık ki yoktur. Bu yüzden ben, daha iyi bir keli-
memiz olmadığı için, bu gibi sistemlere "bir şeye yönelme ve
kendini bir şeye adama" sistemleri diyorum.
Burada özellikle üzerinde durmak istediğim bir nokta var;
tümüyle dinsel alanın dışında kalmakla birlikte, köklerini, din ve
felsefe sistemlerinin temelinde bulunan aynı ihtiyaçtan alan da-
ha birçok çabanın varoluşu... Çağımızda dikkatimizi çeken şey-
lere bir göz atalım: Kendi kültürümüzde milyonlarca insanın ken-
dilerini başarı ve saygınlık kazanmaya adadıklarını görüyoruz.
Fethetme ve üstün olma amacını güden diktatörlük sistemlerine
insanların bağnaz bir şekilde bağlandıklarını gördük ve hâlâ
görüyoruz. Ker.dini-koruma itkisinden bile kuvvetli olan bu gibi
tutkula ın şiddeti karşısında şaşırıyoruz. Bu amaçların din-dışı
içeriği bizi kolayca yanıltıyor ve bu yüzden onları cinsel ya da
yarı-biyolojik başka çabalarla açıklıyoruz. Oysa bu din-dışı
amaçların belirgin bir şiddet ve bağnazlıkla izlenmesi, tıpkı
dinlerde olduğu gibi değil mi? Bütün bu din-dışı "yönelme ve
kendini bir şeye adama" sistemleri, cevap vermeye çalıştıkları
temel ihtiyaç bakımı,ıdan değil de, yalnızca içerik bakımından
birbirlerinden ayrılmıyorlar mı? Bizim kültürümüzde olup biten-
lerin görünüşü özellikle yanıltıcıdır, çünkü insanların çoğu tek-
tanrılı dinlere inandıkları halde kendilerini adamış oldukları sis-
temler, aslında, Hıristiyanlığın herhangi bir şeklinden çok, tote-
mizm'e ve putlara tapınmaya daha yakındır.
Ama bir adım daha atmamız gerekiyor. Kültürel olarak ka-
. Iıplaşmış bu din-dışı çabaların dinsel niteliğini anlamak, nevroz-
68
farın ve akıldışı çabaların anlaşılmasını sağlayacak bir anah-
tardır. Bu sonuncuları, yani nevrozları ve akıldışı çabaları, insa-
nın bir şeye yönelme ve kendini bir şeye adama ihtiyacına veri-
len cevaplar -bireysel cevaplar- olarak görmek zorundayız. Tüm
yaşantısı "ailesine saplanıp kalma" ile belirlenmiş olan ve
bağımsız bir şekilde hareket edemeyen bir kimse, gerçekte, ilkel
toplumlarda rastlandığı gibi, atalara tapan bir insandan başka
birşey değildir ve onunla atalara tapan milyonlarca insan ara-
sındaki tek fark, bağlanmış olduğu sistemin kültürel olarak kalıp-
laşmış bir sistem değil de, özel bir sistem oluşudur. Freud, dinle
nevroz arasındaki ilişkiyi fark etmiş ve din'i nevrozun başka bir
şekli olarak açıklamıştır; oysa biz, bir nevrozun özel bir din şekli
olduğunu ve dinden, daha çok, bireysel -yani kültürel olarak ka-
lıplaşmamış- nitelikleri bakımından ayrıldığını düşünü- yoruz.
İnsan davranışına yön veren itkilerle ilgili genel problem bakı-
mından varmış olduğumuz sonuç şudur: Bir şeye yönelme ve
kendini bir şeye adama sistemi için duyulan ihtiyaç, bütün
insanlarda ortak olmakla birlikte, bu ihtiyacı tatmin eden
sistemlerin özel içeriği insandan insana değişmektedir. Bu fark-
lar, değer farklarıdır; olgun, yaratıcı, akıllı bir kişi kendisine ol-
gun, yaratıcı ve akıllı olma imkânını sağlayacak bir sistem seçe-
cektir. Gelişmesinde engellenmiş olan bir kişi ise, ilkel ve akıldışı
sistemlere geri dönmek zorunda kaiacak, bu da onun bağımlı-
lığını ve akıldışı niteliğini sürdürecek ve artıracaktır. Böyle bir ki-
şi, insanlığı en iyi simgeleyen kişilerin binlerce yıl önce kendi-
lerini çekip kurtardıkları bir düzeyde kalmış olacaktır.
Bir şeye yönelme ve kendini bir şeye adama sistemine
duyulan ihtiyaç, insan varlığının ayrılmaz bir parçası olduğu için,
bu ihtiyacın şiddetini anlamak güç değildir. Gerçekten de,
insanda bundan daha güçlü bir enerji kaynağı yoktur. İnsan
"ideallere" sahip olma ya da olmama arasında bir seçme
yapacak kadar özgür değildir; ama çeşitli idealler arasında bir
13
Dostları ilə paylaş: |