Beni Asla Bırakma



Yüklə 1,25 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə16/17
tarix30.03.2022
ölçüsü1,25 Mb.
#84880
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   17
Kazuo Ishiguro- Beni Asla Bırakma

asla bırakma. Ah bebeğim bebeğim. Beni asla bırakma...”
Aynı fikirdeymiş gibi başını salladı. “Evet, bu şarkıydı. O
zamandan beri bir iki kez daha duydum. Radyoda,
televizyonda. Beni her zaman, kendi başına dans eden o
küçük kıza götürdü.”
“Zihin okuyamadığınızı söylediniz,” dedim, “ama belki o
gün okudunuz. Belki de bu yüzden beni görünce ağlamaya
başladınız. Çünkü o şarkı neyle ilgili olursa olsun, dans
ederken kafamda kendi yorumum vardı. Anlatayım: Bu
şarkının, asla çocuk sahibi olamayacağı söylenen bir kadın
hakkında olduğunu hayal etmiştim. Ama sonra bebeği


olmuştu ve kadın o kadar mutluydu ki, bebeğini göğsüne
sıkıca bastırmış, bir şeyin onları ayıracağından korkarak,
‘Bebeğim, bebeğim, beni asla bırakma,’ diyordu. Aslında
şarkının bununla hiç alakası yok, ama o sırada benim
zihnimde hikâyesi böyleydi. Belki de zihnimi okudunuz ve bu
nedenle size o kadar hüzünlü geldi. O sırada şarkıyı hüzünlü
bulmuyordum, ama şimdi geriye dönüp baktığımda, evet
biraz hüzünlü olduğunu düşünüyorum.”
Madama hitap etmiştim ama Tommy’nin yanımda
ağırlığını bir ayağından öbürüne geçirip kıpırdadığını
duyabiliyor, elbisenin dokusunu, onunla ilgili her şeyi
hissedebiliyordum. Sonra Madam:
“Bu son derece ilginç,” dedi. “Ama bugün olduğu gibi o
gün de zihin okuyamıyordum. Tamamen farklı bir nedenden
dolayı ağlıyordum. O gün senin dansını izlediğimde, başka bir
şey daha gördüm. Yepyeni bir dünyanın hızla yaklaştığını
gördüm. Daha bilimsel, verimli bir dünya, evet. Eskiden beri
var olan hastalıklara çareler bulunan bir dünya. Çok iyi. Ama
aynı zamanda katı, zalim bir dünya. Sonra gözlerini sıkıca
kapatmış, küçük bir kız gördüm; eski iyi yürekli dünyayı
göğsüne yaslamış, artık kalamayacağını yüreğinde hissettiği
bu dünyayı tutuyor ve ona yalvarıyor, onu asla bırakmasın
istiyordu. Ben bunu gördüm. Karşımdaki sen değildin aslında,
senin dansın değildi, bunu biliyorum. Ama seni gördüm ve
yüreğim sızladı. Bunu asla unutmadım.”
Sonra aramızda sadece bir ya da iki adım kalana kadar
bize yaklaştı. “Bu akşamki hikâyeleriniz de bana dokundu,”
dedi. Bir Tommy’ye, bir bana bakıyordu. “Zavallıcıklar.
Keşke size yardım edebilseydim. Ama artık yalnız
başınızasınız.”


Elini uzattı, gözlerini yüzümden ayırmadan yanağıma
dokundu. Bütün vücudunu bir titremenin kapladığını
hissettim, ama elini olduğu yerde tuttu, gözlerine yaşlar
dolduğunu görebiliyordum.
“Siz zavallı yaratıklar,” dedi tekrar, neredeyse bir
fısıltıyla. Sonra arkasını döndü ve evine girdi.
Dönüş yolculuğumuz sırasında Bayan Emily ve Madam’la
buluşmamız hakkında neredeyse hiç konuşmadık.
Konuştuğumuz zaman da sadece daha az önemli şeylerden; ne
kadar yaşlandıklarından, evlerindeki eşyalardan söz ettik.
Karanlığı sadece arabamızın farlarının deldiği, bildiğim
en tenha arka yollardan gittim bu sefer. Arada başka farlar
gördük, o zamanlarda bunların tek başlarına ya da benim gibi
yanlarında bir bağışçıyla evlerine dönen bakıcılar olduklarını
düşündüm. Tabii ki başka insanların da bu yolları kullandığını
biliyordum, ama o gece, sanki ülkenin bütün yan yolları
sadece bizim gibilere ayrılmıştı. Büyük işaret levhalarının ve
kafelerin bulunduğu aydınlık otoyollarsa diğer herkese aitti.
Tommy de benzer şeyler düşünüyor muydu, bilmiyorum.
Belki de düşünüyordu, çünkü bir ara:
“Kath, sen gerçekten en tuhaf yolları biliyorsun,” dedi.
Bunu söylerken hafifçe güldü, ama sonra derin
düşüncelere daldı. Issız bir binanın arkasındaki karanlık
yoldan geçerken aniden:
“Bence Bayan Lucy haklıydı. Bayan Emily değil,” dedi.
Buna karşılık verdim mi hatırlamıyorum. Verdiysem bile,
çok derin bir şey değildi kesinlikle. Ama ilk kez o an, belki
sesinde, belki de tavrında, uzaktan tehlike sinyalleri veren bir
şey sezdim. Gözümü virajlı yoldan ayırıp ona baktım, ama


orada sessizce oturuyor, doğrudan önüne, gecenin karanlığına
bakıyordu.
Birkaç dakika sonra aniden: “Kath, durabilir miyiz?” dedi.
“Affedersin, ama biraz dışarı çıkmam lazım.”
Kendini yine hasta hissettiğini düşünüp arabayı hemen
yolun kenarına çektim, yol kenarındaki bariyere sertçe
çarptım. Bulunduğumuz noktada tek bir ışık yoktu; arabanın
farları açık olsa bile, başka bir araba virajdan çıkıp bize
çarpacak diye endişeleniyordum. Tommy arabadan inip
karanlığın içinde kaybolduğunda, peşinden gitmedim. Ayrıca,
kararlı bir tavırla hareket ediyor, hasta hissediyor olsa bile
bununla kendi başına uğraşmayı tercih ettiği belli oluyordu.
Her neyse, bu nedenle hâlâ arabanın içindeydim ve arabayı
biraz daha yokuş yukarı alsam mı diye düşünürken, ilk çığlığı
duydum.
İlk önce çığlığın ondan geldiğini anlamadım, çalılıklarda
saklanmış bir manyağın haykırdığını sandım. İkinci ve
üçüncü çığlıkları duyduğumda arabadan çıkmıştım ve
bağıranın Tommy olduğunu biliyordum, bu benim telaşımı
hafifletmedi tabii. Aslında bir an için paniğe kapıldım,
Tommy’nin nerede olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu.
Gerçekten hiçbir şey göremiyordum, çığlıkların geldiği yere
doğru ilerlemeye çalıştığımda da, içinden geçilemeyecek
kadar sık çalılıklar durdurdu beni. Sonra bir açıklık buldum,
bir hendeğin üstünden atlayıp bir tel örgüye vardım.
Üzerinden tırmanıp yumuşak, çamurlu bir zemine indim.
Şimdi çevremi çok daha net görebiliyordum. Biraz ilerde
dik bir yokuşla alçalan bir arazideydim ve aşağıda, vadideki
bir köyün ışıklarını görebiliyordum. Burada rüzgâr çok
kuvvetli esiyordu ve beni öyle bir itti ki, yakınımdaki tel
örgünün direklerinden birine tutunmak zorunda kaldım. Ay


henüz dolunay olmamıştı, ama yeterince parlaktı. Biraz
uzakta, arazinin yokuşa dönüştüğü yerde, Tommy’nin öfkeyle
bağıran, yumruk savuran, tekmeler atan karaltısını gördüm.
Ona doğru koşmaya çalıştım, ama ayaklarım çamura
gömüldü. Çamur Tommy’yi de engelliyordu, çünkü tekme
atarken kaydı ve yere düşüp karanlığın içinde kayboldu. Ama
birbirine karışan küfürleri kesintisiz devam etti ve ayağa
kalkmak üzereyken yanına vardım. Ay ışığında yüzünü bir an
için görebildim, çamur içindeydi ve öfkeden biçimsizleşmişti,
sonra uzanıp zayıf kollarına sıkıca tutundum. Benden
kurtulmaya çalıştı, ama haykırmayı bırakıp içindeki savaşma
gücünün onu terk ettiğini anlayana dek ona tutunmaya devam
ettim. Sonra onun da kollarını bana dolamış olduğunu fark
ettim. Bir süre, tepenin üstünde, hiçbir şey söylemeden,
sadece birbirimize tutunarak ayakta öylece durduk; rüzgâr
esiyor, giysilerimizi çekiştiriyordu ve bir an için sanki
birbirimize tutunmamızın tek nedeni rüzgârın bizi gecenin
içine taşımasını engellemekmiş gibi geldi bana.
Nihayet birbirimizden ayrıldığımızda, Tommy,
“Gerçekten çok üzgünüm, Kath,” dedi. Sonra titrek bir
kahkaha atıp ekledi: “İyi ki inekler yoktu tarlada. Yoksa fena
korkarlardı.”
Onun artık iyi olduğunu kanıtlamaya çalıştığını
anlıyordum, ama göğsü hâlâ inip kalkıyor ve bacakları
titriyordu. Birlikte arabaya döndük, kayıp düşmemeye
çalışıyorduk.
Sonunda, “Tezek kokuyorsun,” dedim.
“Ah Tanrım, Kath. Bunu nasıl açıklayacağım? Arkadan
gizlice girmemiz gerekecek.”
“Yine de imza atman gerekiyor.”
“Ah tanrım,” dedi ve yine güldü.


Arabada birkaç bez parçası buldum, en çamurlu
yerlerimizi biraz silebildik. Bezleri ararkan bagaj kapısını
açmıştım, Tommy’nin hayvan resimlerini koyduğumuz spor
çanta oradaydı, yola çıktığımızda çantayı yanına almış
olduğunu anladım.
Bir süre çanta kucağında, hiçbir şey söylemeden gittik.
Onun resimlerle ilgili bir şey söylemesini bekliyordum; hatta
bir başka öfke nöbetine gireceğini, resimleri pencereden
atacağını düşündüm. Ama o, çantayı her iki eliyle sıkı sıkı,
korumak ister gibi tutup yoldaki karanlığa bakmaya devam
etti. Uzun bir sessizlikten sonra:
“Demin olanlar için üzgünüm, Kath,” dedi. “Gerçekten
üzgünüm. Ben aptalın tekiyim.” Sonra ekledi: “Sen ne
düşünüyorsun, Kath?”
“Düşünüyordum da,” dedim, “geçmişte,
Hailsham’dayken, sen böyle delirdiğinde sebebini asla
anlamazdık. Nasıl bu hale gelebildiğini hiç anlayamıyorduk.
Şimdi aklıma başka bir şey geldi, sadece bir fikir, hepsi bu.
Düşünüyordum da, belki o hale gelmenin nedeni, içten içe,
derinlerde senin hep biliyor olmandı.”
Tommy düşündü, sonra başını iki yana salladı.
“Sanmıyorum, Kath. Hayır, sorun hep bendim. Aptal biri
olmam. Hepsi bu.” Ama bir an sonra küçük bir kahkaha attı
ve: “Ama fikrin ilginç, Kath,” dedi. “Belki de biliyordum,
derinlerde bir yerde, sizlerin bilmediği bir şeyi biliyordum.”


Yirmi Üçüncü Bölüm
O yolculuktan sonra bir hafta boyunca pek bir şey
değişmemiş gibiydi. Ama böyle sürmesini beklemiyordum;
nitekim, ekim ayının başlarında küçük değişiklikler gözüme
çarpmaya başladı. Öncelikle, Tommy hayvan resimleri
yapmaya devam etmesine rağmen, benim yanımda
yapmıyordu bunları hiç. Bakıcısı olduğum ilk günlerdeki gibi
değildi artık, geçmişte Kulübeler’de olan şeyler bizi
etkilemiyordu artık. Ama sanki bu konuyu düşünmüş ve
kararını vermişti: İçinden geldiğinde yaratık resimleri
yapmaya devam edecekti, ama ben geldiğimde durup onları
ortadan kaldırıyordu. Bu beni incitmedi. Hatta pek çok açıdan
rahatlattı, bir aradayken o hayvanlarla yüz yüze olmamız her
şeyi daha da garipleştirecekti.
Ama başka bazı değişiklikler de oldu ve bunları
kabullenmem kolay olmadı. Odasındayken birlikte hâlâ güzel
vakit geçirmiyorduk demiyorum. Hatta arada bir
sevişiyorduk. Ama giderek artan bir şekilde, Tommy kendini
merkezdeki bağışçılarla özdeşleştirmeye başlamıştı. Mesela,
ikimiz Hailsham hakkındaki anılarımızı anlatırken, konuyu ne
yapıp edip merkezdeki bağışçı arkadaşlarından birine
getirirdi, onun da nasıl benzer bir şey söylemiş ya da yapmış
olduğunu anlatırdı. Özellikle bir keresinde, uzun bir
yolculuktan sonra Kingsfield’e gelip arabadan çıktığımda


olan bir hadise var. Meydan, Ruth’la birlikte tekneyi görmeye
gittiğimiz günkü gibiydi. Sonbahardı, hava kapalıydı,
eğlence-dinlence binasının asma terasının altına toplanmış bir
grup bağışçıdan başka kimse yoktu etrafta. Tommy’nin
onlarla birlikte olduğunu gördüm –bir omzunu duvara
yaslamıştı–, giriş basamaklarında oturan bir bağışçının
anlattıklarını dinliyordu. Onlara biraz yaklaştım, sonra açık
havada, gri göğün altında durup bekledim. Ama Tommy beni
görmüş olmasına rağmen arkadaşını dinlemeye devam etti ve
sonunda arkadaşlarıyla birlikte kahkahalara boğuldular. Daha
sonra, bana eliyle gelmemi işaret ettiğini söyledi, ama bunu
yapmış olsa bile açıkça belli etmemişti. O hadiseden tek
aklımda kalan şey, onun benim olduğum yere doğru belli
belirsiz gülümseyerek bakması, sonra tekrar arkadaşının
söylediklerine dikkat kesilmesiydi. Tamam, bir şey dinliyordu
ve bir iki dakika sonra onlardan ayrılıp yanıma geldi,
arkasından birlikte odasına çıktık. Ama bu kez çok farklıydı.
Beni meydanda bekletmesi sorun değildi. O zaman çok
gücenmezdim. Sorun şu ki, ilk defa o gün, Tommy’nin
benimle gelmek zorunda kaldığı için memnun olmadığını
hissetmiştim. Odasına çıktıktan sonra da aramız eskisi kadar
iyi değildi.
Dürüst olmam gerekirse, sorunun bir bölümü benden
kaynaklanıyordu. Bağışçıları bir arada konuşup gülerken
görünce, içimde bir şey hop etti. Çünkü neredeyse bir yarım
daire oluşturmuş, ister ayakta, ister oturmuş sohbet eden
bağışçıların halinde bir şey vardı; sanki dünyaya çalışılmış bir
rahatlık pozu veriyor, birbirlerinin arkadaşlığından ne kadar
keyif aldıklarını gösteriyorlardı. Bu halleri bana kendi küçük
grubumuzu, spor binasının içinde beraber oturduğumuz
günleri hatırlattı. Dediğim gibi, bu kıyaslama içimde bir


şeylerin hop etmesine neden oldu. Tommy’nin odasına
çıktığımızda, onun kadar ben de biraz kin duyuyordum.
Bağışçı olmadığım için bazı şeyleri anlamadığımı
söylediği zamanlarda, benzer bir kin duygusu ısıtıyordu içimi.
Ama birazdan anlatacağım o tek hadise dışında, içim sadece
biraz acıyor, sonra geçiyordu. Bana çoğunlukla şakacı bir
tavırla, neredeyse şefkatle söylerdi bunları. Başka şeyler
olduğu zamanlarda, mesela kirli çamaşırlarını çamaşırhaneye
götürmeme gerek olmadığını, bunu kendisinin yapabileceğini
söylediği zaman bile, atışmamız kavgaya dönüşmedi hiç.
Tommy’ye:
“Havluları aşağıya hangimizin götürdüğü neyi değiştirir?”
dedim. “Çamaşırhane zaten yolumun üstünde.”
Başını iki yana sallayarak cevap verdi: “Bak Kath, kendi
işlerimi kendim görmeliyim. Eğer sen de bağışçı olsaydın, ne
demek istediğimi anlardın.”
Tamam, beni biraz sinir etmişti, ama bunlar kolayca
unutabileceğim şeylerdi. Fakat dediğim gibi, bir seferinde,
benim bağışçı olmayışımı söz konusu ettiğinde, gerçekten
kızdım.
Dördüncü organ bağışına çağrılışının üzerinden bir hafta
geçmişti. Bunu bekliyorduk ve sık sık konuşmuştuk. Hatta,
Littlehampton yolculuğumuzdan beri dördüncü bağış
hakkında konuşurken birbirimize daha önce hiç
yapmadığımız kadar açılmıştık. Dördüncü organ bağışları
konusunda bağışçıların çok farklı tepkileri olduğunu
biliyordum. Bazıları sürekli bu konuda konuşmak istiyordu,
durmaksızın ve anlamsızca. Bazıları işi şakaya vuruyor,
bazıları tek kelime etmemeyi tercih ediyordu. Bir de,
dördüncü organ bağışını kutlanması gereken bir şey gibi
gören tuhaf bir yaklaşıma sahip bağışçılar vardı.


“Dördüncüsüne” sıra gelen bir bağışçı, o zamana kadar pek
sevilmeyen biri olsa bile, saygı görmeye başlar. Doktorlar ve
hemşireler bile bu oyuna katılırlar; dördüncü bağışına
hazırlanan bir bağışçı genel kontrol için hastaneye gittiğinde,
başlarını sallayan ve elini sıkmak isteyen beyaz önlüklüler
tarafından karşılanır. Evet, Tommy ve ben bütün bunlar
hakkında, bazen şakayla karışık, bazen ciddiyetle ve dikkatle
konuşmuştuk. İnsanların farklı tepkilerini ve en iyi davranış
şeklinin hangisi olduğunu tartışmıştık. Bir keresinde dışarda
hava kararırken yatakta yan yana yatıyorduk.
“Neden herkes dördüncü sefer için bu kadar
endişeleniyor, biliyor musun, Kath?” dedi. “Çünkü gerçekten
tükenebileceklerinden emin olamıyorlar. Tükeneceğinden
emin olsan, daha kolay olurdu. Ama bize hiçbir zaman kesin
bir şey söylemiyorlar.”
Bu konu açılacak mı diye bir süredir düşünüyordum ve
nasıl tepki vereceğimi bile planlamıştım. Ama şimdi
söyleyecek fazla bir şey bulamadım. Bu nedenle sadece,
“Bütün bunlar saçmalıktan başka bir şey değil, Tommy,”
dedim. “Ağızları var konuşuyorlar, üzerine düşünmeye bile
değmez.”
Ama söylediklerimi destekleyecek bir kanıtım olmadığını
biliyordu Tommy. Hatta doktorların bile cevaplayamayacağı
sorular sorduğunu da biliyordu. Aynı şeyleri siz de duymuş
olmalısınız. Dördüncü bağıştan sonra, teknik olarak
tükenseler bile, bağışçıların bilincinin bir şekilde yerinde
olduğu söylenir. Ondan sonra, diğer tarafa geçildiğinde başka
organlarını da bağışlayabilecekleri, pek çok bağış
yapabilecekleri, fakat artık nekahet merkezleri, bakıcılar,
arkadaşlar olmadığı konuşulur. Kalan bağışlarını
seyretmekten başka bir şey yapamadıkları anlatılır; ta ki


fişleri çekilene kadar. Korku filmlerini hatırlatır insana, bu
yüzden kimse düşünmek istemez bu konuyu. Ne beyaz
önlüklüler, ne bakıcılar, ne de bağışçılar. Ama arada bir, bir
bağışçı konuyu gündeme getirir, o gece Tommy’nin yaptığı
gibi. Şimdi keşke bu konuyu konuşmuş olsaydık diye
düşünüyorum. Ben konuyu kapatınca, yeniden açmaya ikimiz
de çekindik. Ama en azından Tommy’nin bu konuyu
düşündüğünü biliyordum ve en azından bana güvendiği ve
açıldığı için mutlu oldum. Demek istediğim şu; dördüncü
organ bağışı konusuyla, birlikte iyi başa çıktığımız izlenimini
edinmiştim ve bu yüzden, tarlanın etrafında dolaştığımız o
gün bana söyledikleri yüzünden adeta dengemi yitirdim.
Kingsfield’in arazisi küçüktür. Meydanın toplanma yeri
olduğu bellidir ve binaların ardındaki birkaç toprak parçası,
terk edilmiş bir sanayi arazisine benzer. Bağışçıların “tarla”
dedikleri en büyük toprak parçası, kare biçiminde, yabani
otlar ve devedikenleriyle kaplı, tel örgülerle çevrili bir alandır.
Buranın bağışçılar için doğru düzgün bir bahçeye
dönüştürülmesi hep konuşuluyordu, ama henüz yapmadılar,
hâlâ aynı. Bahçeye çevirseler bile pek sakin bir yer olmaz,
çünkü yanından büyük bir yol geçiyor. Her neyse, bağışçılar
huzursuzlanmaya başladıklarında, yürüyerek biraz rahatlamak
isteyince, genelde ısırganotları ve böğürtlen çalıları arasından
geçip buraya gitmeyi tercih ederler. Sözünü ettiğim o gün çok
sis vardı, tarlanın sırılsıklam olduğunu biliyordum ama
Tommy oraya yürümemizi ısrarla istedi. Orada sadece
ikimizin olması şaşırtıcı değildi, bu da Tommy’ye uymuştur
mutlaka. Birkaç dakika dikenli çalılarla uğraştıktan sonra tel
örgülü parmaklığın yanında durdu ve öte taraftaki sisin içine
baktı. Sonra:


“Kath, beni yanlış anlamanı istemiyorum. Ama uzun
süredir düşünüyorum. Sanırım başka bir bakıcı istemeliyim,”
dedi.
Bunu söylemesinin ardından geçen birkaç saniye içinde,
hiç şaşırmadığımı fark ettim. Hatta tuhaf bir şekilde, bunu
söylemesini beklediğimi anladım. Ama yine de öfklenmiştim
ve tek kelime etmedim.
“Sebebi sadece dördüncü organ bağışımın yaklaşması
değil,” diye devam etti. “Sadece bu değil. Geçen hafta olanlar
var mesela. Böbreklerimdeki sorun gibi. Bu tür şeyler bundan
sonra daha sık olacak.”
“Ben de bu nedenle gelip seni buldum,” dedim. “Tam da
bu nedenle sana yardım etmeye geldim. Olacaklar için. Ruth
da bunu istemişti.”
“Ruth bizim için öbür şeyi istedi,” dedi Tommy. “Bu son
dönemde bakıcım olmanı çok da istemezdi.”
“Tommy,” dedim. Sanırım artık çok öfkelenmiştim, ama
sesimi yükseltmedim ve kontrol etmeye çalıştım: “Sana
yardım edecek olan kişi benim. Bu nedenle gelip seni yeniden
buldum.”
“Ruth bizim için öbür şeyi istedi,” diye tekrarladı Tommy.
“Bütün bunlar başka şeyler. Kath, beni o halde görmeni
istemiyorum.”
Bir elini tel örgüye bastırmış, önüne bakıyordu. Bir an
için, sisin ötesinde bir yerden gelen trafiğin sesini dikkatle
dinlermiş gibi göründü ve işte tam bu sırada, başını hafifçe
sallayarak:
“Ruth anlardı,” dedi. “O bir bağışçıydı, o yüzden anlardı,”
dedi. “Aynı şeyi kendisi de mutlaka isterdi demiyorum.
Mümkün olsaydı, belki senin sonuna kadar bakıcısı olmanı
isterdi. Ama benim farklı davranmak istememi de anlardı.


Kath, bazen sen anlamıyorsun. Göremiyorsun, çünkü sen bir
bağışçı değilsin.”
Bunu söylediği anda arkamı döndüm ve yürüyüp gittim.
Dediğim gibi, artık bakıcısı olmamı istememesine
hazırlıklıydım. Ama bütün o küçük şeylerden, mesela beni
meydanda bekletmesi gibi şeylerden sonra asıl içimi
parçalayan, söyledikleriydi. Söylediği şeyler ve tavırlarıyla,
beni yine sadece diğer bağışçılardan değil, Ruth’dan ve
kendisinden de ayırmasıydı.
Ama bu olay büyük bir kavgaya dönüşmedi. Yürüyüp
gittiğimde, onun odasına çıkmaktan başka yapabileceğim bir
şey yoktu, o da birkaç dakika sonra geldi. O zamana kadar
sakinleşmiştim, bu yüzden daha iyi konuşabildik. Biraz
gerilmiştik, ama barıştık, hatta bakıcı değiştirmenin bazı
faydalı yanlarını da konuştuk. Sonra, loş ışığın altında,
yatağının kenarında yan yana otururken bana:
“Tekrar kavga etmemizi istemiyorum, Kath,” dedi. “Ama
bunu sana sormayı çok istiyordum. Bakıcı olmaktan hiç
bıkmıyor musun? Hepimiz yıllar önce bağışçı olduk. Sen
yıllardır bakıcılık yapıyorsun. Bazen, artık sana da çağrı
göndersinler istemiyor musun?”
Omuz silktim. “Beni sıkmıyor. Hem, iyi bakıcıların
olması önemli bir şey. Ben de iyi bir bakıcıyım.”
“Ama gerçekten bu kadar önemli mi? Tamam, iyi bir
bakıcının olması gerçekten çok hoş bir şey. Ama sonuçta, o
kadar önemli mi gerçekten? Bağışçılar hep organ
bağışlayacaklar, bir şey değişmeyecek ve sonunda
tükenecekler.”
“Elbette önemli. İyi bir bakıcı, bağışçının hayatında
gerçekten önemli değişikliklere sebep olabilir.”


“Ama senin sürekli koşturman... Bütün bu yorgunluklar
ve yalnızlığın... Seni izledim, Kathy. Bu iş seni çok yıpratıyor.
Bazen sana durmanı söylemelerini istiyorsundur, Kath. Neden
onlarla konuşmuyorsun? Niçin bu kadar uzun sürdüğünü sor
onlara.” Ben susunca: “Sadece aklımdan geçenleri
söylüyorum,” dedi. “Lütfen yine kavga etmeyelim.”
Başımı omzuna yasladım ve: “Evet,” dedim. “Belki benim
bakıcılığım da yakında sona erer. Ama şimdilik, devam
etmeliyim. Sen beni istemesen bile, isteyecek başkaları var.”
“Sanırım haklısın Kath. Sen gerçekten çok iyi bir
bakıcısın. Eğer sen, sen olmasaydın, benim için de çok iyi bir
bakıcı olurdun.” Küçük bir kahkaha attı ve yan yana oturuyor
olmamıza rağmen kolunu omzuma attı. Sonra: “Bir yerlerde
bir ırmak olduğunu düşünüp duruyorum,” dedi. “Suları
coşkun bir ırmak. Suyun içinde iki kişi var ve birbirlerine
tutunmaya çalışıyorlar, bütün güçleriyle uğraşıyorlar, ama
sonunda dayanamıyorlar. Akıntı çok kuvvetli. Birbirlerini
bırakmak, ayrı yerlere sürüklenmek zorundalar. Sanırım bizim
durumumuz da bu. Çok yazık, Kath, çünkü birbirimizi bütün
hayatımız boyunca sevdik. Ama sonuçta, sonsuza kadar
birlikte olamayız.”
Bunu söylediği anda, Littlehampton’dan dönüşte, o
rüzgârlı tarlada ona nasıl sarıldığım aklıma geldi. O da aynı
şeyi mi düşünüyordu, yoksa kendi ırmaklarını ve kuvvetli
akıntılarını mı, bilmiyorum. Her durumda, düşüncelere dalmış
halde yatağının kenarında oturmaya uzun bir süre devam
ettik. Sonunda:
“Sana daha önce patladığım için özür dilerim,” dedim.
“Onlarla konuşacağım. Sana çok iyi birini bulmalarını
sağlamaya çalışacağım.”


“Çok yazık Kath,” dedi yine. Sanırım o sabah bir daha bu
konuda konuşmadık.
Sonraki birkaç haftanın, yeni bakıcının görevi
devralmasından önceki son haftaların şaşırtıcı biçimde sakin
geçtiğini hatırlıyorum. Belki Tommy ve ben birbirimize iyi
davranmak için fazladan çaba gösteriyorduk, ama zaman
umursamaz bir biçimde akıp geçiyordu. Gerçekdışı
görünebilir, ama o sırada tuhaf gelmiyordu bize. Kuzey
Galler’deki başka iki bağışçımla çok meşguldüm, bu yüzden
Kingsfield’e istediğim kadar sık gidemiyordum, ama yine de
haftada üç dört kez Tommy’i ziyaret etmeyi başardım. Hava
giderek soğudu, ama kuru ve çoğu zaman güneşliydi.
Vaktimizi odasında bazen sevişerek, daha çok konuşarak
geçirdik, bazen Tommy’ye yüksek sesle kitap okuyordum.
Hatta ben okurken, Tommy birkaç kez defterini çıkartıp yeni
hayvan resimleri çizdi.
Sonra bir gün odasına çıktım ve bu son gelişim oldu.
Serin ve kuru bir aralık günü, öğleden sonra saat bir sularında
gelmiştim. Odasına çıktım, sebebini bilmiyorum, ama bir
şeylerin değişmiş olacağını sanıyordum. Belki odasına
süslemeler ya da bir şeyler asmıştır diye düşünmüştüm. Ama
tabii ki her şey her zamanki gibiydi, bu da beni rahatlattı.
Tommy’de görünürde bir değişiklik yoktu, ama konuşmaya
başladığımızda her zamanki ziyaretlerimden biriymiş gibi
davranmamız imkânsızdı. Ayrıca, geçen haftalarda o kadar
çok konuşmuştuk ki, mutlaka tartışmamız gereken bir konu
da yoktu. Sanırım sonuna kadar götüremediğimiz için
pişmanlık duyabileceğimiz yeni bir konuşmaya da başlamak
istemiyorduk. Bu yüzden, o günkü konuşmamızda bir tür
anlamsızlık vardı.


Bir süre odada amaçsızca dolaştıktan sonra, ona sordum:
“Tommy, Ruth’un neler yaptığımızı öğrenmeden
tükenmesinden memnun musun?”
Yatağına uzanmıştı. Bir süre tavana baktıktan sonra: “Ne
tuhaf,” dedi. “Çünkü ben de geçen gün aynı şeyi
düşünüyordum. Ruth’la ilgili bilmen gereken şey şu: Bu tür
konularda o bizden hep farklıydı. Sen ve ben, ta baştan beri,
küçükken bile hep bir şeyleri öğrenmeye çalışıyorduk.
Hatırlıyorsun değil mi Kath, o gizli konuşmalarımızı? Ama
Ruth öyle biri değildi, hep bir şeylere inanmak istedi. Ruth
öyle biriydi işte. Yani evet, sanırım sonuçta en iyisi
öğrenmemesi oldu.” Sonra ekledi: “Tabii ki öğrendiklerimiz,
Bayan Emily ve diğer şeyler, Ruth’la ilgili hiçbir şeyi
değiştirmez. Sonuçta Ruth bizim için en iyisini istedi.
Gerçekten, bizim için en iyisini istedi.”
Ruth’la ilgili büyük bir tartışmaya girmek istemedim, bu
yüzden ona katıldığımı söyledim. Ama şimdi, bu konuyu
düşünecek vaktim oldu ve ne hissettiğimi tam olarak
bilemiyorum. Bazen, keşke birlikte keşfettiğimiz her şeyi
Ruth’la paylaşabilseydik, diye düşünüyorum. Tamam, bize
verdiği zararı tamir etmenin dilediği kadar kolay olmadığını
görünce kendisini kötü hissedecekti belki. Ama dürüst olmak
gerekirse, tükenmeden önce öğrenmiş olmasını dilerdim
aslında. Fakat sonuçta bunun başka bir şeyle ilgisi var, benim
kindar ve kötü yürekli olmamdan çok daha farklı bir şeyle.
Çünkü Tommy’nin dediği gibi, sonuçta bizim için en iyisini
istemişti ve o gün arabada onu asla affetmeyeceğimi
söylerken yanılıyordu. Artık içimde ona karşı hiçbir öfke
kalmadı. Bütün olanları öğrenmesini istememin sebebi şu:
Tommy’yle benden farklı bir şekilde tükenmiş olmasından
dolayı üzüldüğüm için böyle diyorum. Bu öyle bir şey ki,


sanki bir çizginin bir yanında biz, diğer yanında Ruth var. Her
şey olup bittikten sonra buna üzülüyorum, sanırım bilseydi o
da üzülürdü.
Tommy ve ben, o gün büyük bir veda gösterisi yapmadık.
Ayrılma zamanı geldiğinde, benimle birlikte merdivenlerden
aşağı indi, bunu genelde yapmazdı. Meydanı geçip birlikte
arabaya yürüdük. Yıl sonu olduğu için, güneş çoktan binaların
arkasında kalmıştı. Her zamanki gibi asma çatı altında birkaç
kişi vardı, ama meydanın kendisi boştu. Tommy arabaya
varana kadar sessiz kaldı. Sonra hafifçe güldü ve dedi ki:
“Biliyor musun, Kath, Hailsham’da futbol oynarken bir
sırrım vardı. Bir gol attığımda, böyle dönerdim” –her iki
kolunu da zafer ifadesiyle kaldırdı– “ve arkadaşlarıma doğru
koşardım. Hiçbir zaman haykırmazdım, sadece kollarımı
böyle kaldırıp koşardım.” Bir an durdu, kolları havada asılı.
Sonra kollarını indirdi ve gülümsedi. “Kath, koşarken hep
suyun içinde koştuğumu hayal ederdim. Derin suda değil, en
fazla ayak bileklerime kadar yükselen suda. Şap, şap, şap.”
Kollarını yeniden kaldırdı. “Çok iyi hissederdim kendimi. Gol
atarsın, dönersin ve sonra, şap, şap, şap!” Bana baktı ve yine
kısa bir kahkaha attı. “Şimdiye kadar hiç kimseye anlatmadım
bunu.”
Ben de güldüm ve: “Çılgın bir çocuksun Tommy,” dedim.
Bundan sonra öpüştük –küçük bir öpücük– ve arabaya
bindim. Ben arabayı döndürürken, Tommy orada, ayakta
durmaya devam etti. Ben yola çıkarken gülümsedi ve el
salladı. Dikiz aynasından onu izledim; neredeyse son ana dek,
orada, ayakta bekledi. Gözden kaybolmadan hemen önce,
elini belli belirsiz kaldırdı ve asma çatıya döndü. Sonra
meydan tümüyle kayboldu.


Geçen gün hatıraların, hatta en değerli hatıraların bile ne
kadar çabuk yok olduğundan şikâyet eden bir bağışçımla
konuşuyordum. Fakat ben ona katılmıyorum. En değerli
hatıralarımın yok olduğunu düşünemiyorum bile. Ruth’u
kaybettim, sonra da Tommy’yi, ama onlarla ilgili hatıralarımı
kaybetmeyeceğim.
Sanırım Hailsham’ı da kaybettim. Hâlâ Hailshamlı eski
bir öğrencinin onu, daha doğrusu onun bir zamanlar olduğu
yeri bulmaya çalışmasıyla ilgili hikâyeler duyuluyor. Bazen
de Hailsham’ın bugün ne olduğuyla ilgili –otel, okul, enkaz–
tuhaf rivayetler dolaşıyor. Sürekli yolda olmama rağmen,
bunu hiç denemedim ben. Hailsham’ı bugünkü haliyle
görmek hiç ilgimi çekmiyor.
Ama şunu belirteyim, asla Hailsham’ı aramaya
çıkmıyorum desem de, bazen yolda giderken aniden bir
parçasını gördüğümü sandığım oluyor. Uzakta bir spor binası
görüyorum ve bizimki olduğunu sanıyorum. Ya da ufukta
koyu renkli, arapsaçı gibi bir meşe ağacının yanında bir dizi
kavak görüyorum ve bir an için Güney Oyun Sahası’na
gireceğimi sanıyorum. Bir keresinde, gri bir sabah,
Gloucestershire’da, kıvrılıp giden uzun bir yolun kenarında
bozulmuş bir araba gördüm. Önünde ayakta durup gelen
arabalara boş gözlerle bakan kızın Susanna C. olduğuna
emindim, bizden iki yıl büyüktü ve Satışlar’da görevli olan
bir öğrenciydi. Böyle şeyler, en beklemediğim zamanlarda,
aklımda başka şeylerle araba kullanırken oluyor. Belki de bu
yüzden, bir anlamda gerçekten Hailsham’ı arıyor olabilirim.
Ama dediğim gibi, onu aramaya çıkmıyorum ve zaten yıl
sonunda böyle araba sürüp durmayacağım artık. Bu yüzden
onu tekrar görme şansım olmayacak; tekrar düşününce,
bundan memnunum. Tommy ve Ruth’la ilgili anılarım için de


böyle düşünüyorum. Daha sakin bir hayata geçiş yaptığım
zaman, beni gönderdikleri merkez hangisi olursa olsun,
Hailsham her zaman yanımda, kafamın içinde güvende
olacak; kimse bunu benden alamaz.
Kendim için yaptığım tek şey, Tommy’nin tükendiğini
öğrendikten iki hafta sonra, aslında gerek olmadığı halde
arabayla Norfolk’a gitmem oldu. Özellikle peşinde olduğum
bir şey yoktu ve sahile kadar da gitmedim. Belki de sadece o
bomboş, düz tarlalara ve büyük, gri gökyüzüne bakmak
istemişimdir. Bir ara kendimi daha önce hiç girmediğim bir
yolda buldum ve yarım saat boyunca nerede olduğumu
bilmiyordum, umurumda da değildi. Peş peşe uzanan dümdüz
tarlaların yanından geçtim, hemen her şey aynıydı, sadece
arada bir motorun sesinden ürken kuşlar tarla kenarından
havalanıveriyorlardı. Sonunda uzakta birkaç ağaç gördüm, yol
kenarından fazla uzakta değildiler, arabayı onlara doğru
sürdüm, sonra durdurup dışarı çıktım.
Dönümlerce sürülmüş toprağın önünde durduğumu fark
ettim. Tarlaya girmemi önleyen, iki dizi tel örgüden oluşan bir
çit vardı. Bu çitin ve önümdeki üç dört ağacın, kilometreler
boyunca hiçbir engelle karşılaşmadan esen rüzgârı kesen tek
engel olduğunu görebiliyordum. Tel örgüye, özellikle de alt
kısmına bir sürü gereksiz şey takılmıştı. Sahile vuran
artıklardı sanki; bir bölümünü bu parmaklığa, bu ağaçlara ve
iki dizi tel örgüye çarpana kadar rüzgâr kilometreler boyunca
taşımış olmalıydı. Ağaçların üst dallarına da naylonlar ve eski
torba parçaları takıldığını görebiliyordum. Sadece bir kez,
orada, o boş tarlalardan esen rüzgârı hissedip o tuhaf çöplere
bakarken küçük bir hayal kurmaya başladım, çünkü ne de olsa
Norfolk’taydım, onu kaybetmemin üzerinden de sadece iki
hafta geçmişti. Çöpleri, dallara takılmış sallanan naylon


parçalarını, tel örgüye takılmış tuhaf şeylerin oluşturduğu
hattı düşünüyordum ve gözlerimi kısıp çocukluğumdan bu
yana kaybettiğim her şeyin buraya sürüklendiğini hayal ettim,
şimdi burada, hepsinin önünde duruyordum ve yeterince
beklersem, tarlaların ötesinde, ufuk hattında ufacık bir figür
belirecekti, ben onun Tommy olduğunu görene kadar yavaş
yavaş büyüyecek ve bana el sallayacak, belki seslenecekti.
Hayalim bundan öteye hiç gitmedi –buna izin vermedim– ve
gözyaşlarım yüzüme aksa da ne hıçkırarak ağladım ne de
kontrolümü kaybettim. Sadece biraz bekledim, sonra arabaya
döndüm; nerede olmam gerekiyorsa oraya gitmek için.


Yüklə 1,25 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   17




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə