Dan Brown Da Vinci Şifresi



Yüklə 1,86 Mb.
səhifə23/36
tarix10.11.2017
ölçüsü1,86 Mb.
#9407
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   36

Uygun kişinin kim olduğuna Tanrı karar verir, diye düşündü Silas.

Kolu titremeye başlayan koltuk değnekli adam, "Biraz ağır," dedi. "Hemen almazsan, korkarım yere düşüreceğim!" Tehlikeli bir şekilde sallandı.

Silas taşı almak için öne doğru adım attı, fakat o bunu yaptığı sırada koltuk değnekli adam dengesini kaybetmişti. Koltuk değneği kayınca, sağ yanına doğru yıkılmaya başladı. Hayır! Taşı kurtarmak için atılan Silas, bu sırada silahını indirmişti. Ama kilit taşı ondan uzağa doğru hareket ediyordu. Adam sağ tarafa düşerken, sol eli arkaya gitti ve silindir avu-cundan kayarak koltuğun üstüne fırladı. Aynı anda, adamın altından kayan koltuk değneği havada geniş bir kavis çizerek Silas'ın bacağına doğru

yöneldi.

Koltuk değneği keçe kemerine çarptığında, taze yaralarına batan kancalar Silas'ın bedenine muazzam bir acı vermişti. İki büklüm kalan Silas dizlerinin üstüne çökünce, kemerin daha da batmasına neden olmuştu. Kulakları sağır edecek bir sesle patlayan silahtan çıkan kurşun, Silas yere düşerken kimseye zarar vermeden döşeme tahtalarına saplanmıştı. Silahını kaldırıp, yeniden ateş etmeye fırsat bulamadan, kadının tekmesini çenesine yedi.

Garaj yolunun sonunda duran Collet patlama sesini duymuştu. Boğuk ateş sesi, damarlarındaki kanın hızlanmasına neden oldu. Fache yola

306


Da Vinci Şifresi

çıkmış olduğundan, Langdon'ı bu gece tek başına yakalama hayalleri zaten suya düşmüştü. Ama Fache görevini ihmal ettiği gerekçesiyle onu Yürütme Tetkik Kurulu'nun önüne çıkartırsa, Collet'nin işi bitecekti.

Evde bir silah patladı! Ve sen garaj yolunun sonunda mı bekledin ?

Collet gizli baskın şansının çoktan kaçtığını biliyordu. Ama aynı zamanda orada bir saniye daha hiçbir şey yapmadan durursa, sabaha meslek hayatı diye bir şey kalmayacağını da biliyordu. Mülkün demir kapısına bakarken kararını verdi.

"Aşağı indirin."

Robert Langdon sersemlemiş başının derinliklerinde silah sesini duymuştu. Ayrıca bir de feryat duymuştu. Kendi feryadı mı? Kafatası arkasından matkapla deliniyormuş gibi hissediyordu. Yakınlarda bir yerlerde, insanlar konuşuyorlardı.

Teabing, "Neredeydin sen?" diye bağırıyordu.

Uşak telaşla içeri girmişti. "Neler oldu? Aman Tanrım! Bu kim? Polisi arayacağım."

"Kör olası! Polisi arama. Bir işe yara da, git şu canavarı bağlayacağımız bir şeyler getir."

Sophie arkasından, "Ve biraz buz," diye seslendi.

Langdon yine kendinden geçmişti. Daha çok ses. Hareketler. Şimdi divanda oturuyordu. Sophie, onun başına bir buz torbası koymuştu. Kafatası ağrıyordu. Sonunda Langdon'ın gözündeki bulanıklık gittiğinde, yerde yatan birini gördü. Hayal mi görüyorum? Albino keşişin dev cüssesi bağlanmış ve ağzına yapışkanlı bant yapıştırılmıştı. Çenesi yarılmış ve sağ kalçasının olduğu taraf kan içinde kalmıştı. O da kendine yeni geliyor gibiydi.

Langdon, Sophie'ye döndü. "Bu kim? Ne... oldu?"

Teabing topallayarak yanına geldi. "Acme Ortopedi tarafından yapılan bir Excalibur sallayan şövalye hayatını kurtardı."

Ha? Langdon dik oturmaya çalıştı.

Sophie'nin duyarlı dokunuşu onu kendine getirdi. "Sakin ol, Robert."

Teabing, "Korkarım," dedi. "Bayan arkadaşına içinde bulunduğum durumun tatsız faydalarını gösterdim. Sanırım herkes durumumu hafife alıyor."

307

Dan Brown



Langdon oturduğu divandan keşişe bakıp, neler olduğunu tahmin etmeye çalıştı.

Teabing, "Keçe kemer takıyordu," diye açıkladı.

"Ne takıyordu?"

Teabing yerde duran kanlanmış kancalı deri kayışı gösterdi. "Nefsini terbiye kemeri. Kalçasının üstüne takmıştı. Çok dikkatli nişan aldım."

Langdon başını ovuşturdu. Nefis terbiye kemerlerini biliyordu. "Ama nasıl... bildin?"

Teabing sırıtıyordu. "Hıristiyanlık benim uzmanlık alanım Robert ve bazı tarikatlar duygularını fazlasıyla belli ediyorlar." Koltuk değneğiylc keşişin cüppesinden sızan kanı işaret etti. "Bunun gibi mesela."

Kısa süre önce medyada gösterilen Opus Dei üyesi Boston'u ünlü işadamlarını hatırlayan Langdon, "Opus Dei," diye mırıldandı. Endişeli iş arkadaşları bu adamları üç parçalı takım elbiselerinin altına terbiye kemerleri taktıkları gerekçesiyle halkın gözü önünde suçlamışlardı. Aslında üç adamın böyle bir şey yaptığı yoktu. Opus Dei'nin pek çok üyesi gibi, bu işadamları da önemsiz kişilerdi ve bedensel ceza ibadetinde bulunmuyorlardı. Dindar birer Katolik, çocuklarına bağlı birer baba ve cemaatin müdavim üyeleriydiler. Ama medya elbette, onların mezheple olan ruhani bağına değinir değinmez, mezhebin daha katı olan "asıl" üyelerini... şu anda Langdon'ın önünde yatan keşiş gibi üyelerini sayıp dökmeye başlamıştı.

Teabing kanlı kemere yakından bakıyordu. "Ama Opus Dei neden

Kutsal Kâse'nin peşinde olsun?"

Langdon bunu düşünemeyecek kadar sersemlemişti.

Tahta kutunun yanına yürüyen Sophie, "Robert," dedi. "Bu nedir?" Langdon'ın kapaktan çıkarttığı gül kabartmasını tutuyordu.

"Kapaktaki oymalı yazının üstünde duruyordu. Alttaki metnin bize kilit taşını açmak için ipucu vereceğini sanıyorum."

Sophie ile Teabing henüz cevap veremeden, bir kilometrelik garaj yolunun aşağısında aniden sirenler ve mavi polis ışıkları belirmişti.

Teabing kaşlarını çattı. "Dostlarım, sanırım bir karar vermemiz gerekiyor. Ve bunu çabuk yapsak iyi olacak."

308

Da Vinci Şifresi



66

Collet ile ajanları, ellerinde silahlarıyla Sir Leigh Teabing'in ön kapısından içeri daldılar. Dağılarak, birinci kattaki tüm odaları aramaya başladılar. Kabul salonunun zemininde bir kurşun deliği, biraz kan, kancalı tuhaf bir kemer ve kısmen kullanılmış yapışkanlı bant rulosu buldular. Birinci kat tamamen boş gibi görünüyordu.

Collet, adamlarını ikiye bölüp bodrum katıyla, evin arka tarafını arayacağı sırada, üst kattan sesler geldiğini duydu.

"Yukardalar!"

Geniş merdivenlerden koşarak yukarı çıkan Collet ve adamları, karanlık yatak odalarıyla koridorlardan geçerek sesin geldiği yere yaklaşırken, kocaman evi oda oda aradılar. Sesler, uzun bir koridorun sonundaki odadan geliyor gibiydi. Çıkış yollarını kapatan ajanlar, koridorda ağır adımlarla ilerlediler.

Son odaya geldiklerinde, Collet kapının ardına kadar açık olduğunu gördü. Sesler aniden kesilmiş, yerini makine sesini andıran bir gürültü almıştı.

Collet kolunu yana kaldırarak işaret verdi. Usulca kapının önüne gelerek, ışık düğmesini açtı. Dönerek odaya girmiş, adamları arkasından içeri dalmış ve Collet bağırarak silahını... hiçbir şeye doğrultmuştu.

Boş bir misafir odası. El değmemiş.

Gürültülü araba motoru sesleri, yatağın yanındaki duvara monte edilmiş siyah bir elektronik panelden geliyordu. Collet, evin diğer yerlerinde de bunlardan görmüştü. Bir çeşit dahili haberleşme sistemiydi. He-^en yanına gitti. Panelin üstünde yaklaşık bir düzine düğme vardı:

309


Dan Brown

SALON...MUTFAK...ÇAMAŞIRHANE...KİLER... Peki araba sesi hangi cehennemden geldi?

YATAK ODASI... CAMEKÂNLI ODA... AMBAR...

KÜTÜPHANE

Ambar! Collet saniyeler içinde aşağı inmiş ve yolun üstündeki adamlarından birini yanına alarak arka kapıya koşmuştu. Adamlar arka taraftaki çimenleri geçerek, soluk soluğa yıpranmış gri ambarın önüne vardılar. Collet daha içeri girmeden, uzaklaşan bir arabanın motor sesini duyabiliyordu. Silahını çekerek, içeri girdi ve ışıklan açtı.

Ambarın sağ tarafı, basit bir atölyeden oluşuyordu -çim biçme makineleri, otomobil gereçleri, bahçe malzemeleri. Yakındaki duvarda benzer bir haberleşme paneli vardı. Düğmelerden biri aşağı inmiş, içerideki sesleri gönderiyordu.

MİSAFİR ODASI II.

Collet öfkeyle gerisin geriye döndü. Haberleşme sistemiyle bizi yanılttılar! Ambarın diğer tarafına baktığında, at ahırlarını gördü. At yoktu. Ev sahibinin başka türden beygir gücünü tercih ettiği belli oluyordu; ahırlar etkileyici bir araba parkına dönüştürülmüştü. Harika bir koleksiyondu... siyah bir Ferrari, yepyeni bir Rolls-Royce, antika bir spor Aston Martin, bir Porsche 356. Son ahır boştu.

Derhal oraya koşan Collet, yerdeki yağ lekelerini gördü. Arazinin dışına çıkamazlar. Garaj yolu ve kapı, bu gibi durumları önlemek için iki devriye arabası tarafından kapatılmıştı.

"Efendim?" Ajan ahırların bittiği yeri gösteriyordu. Ambarın arka kapısı sonuna kadar açılmıştı. Ambarın arkasındaki karanlık, çamurlu ve engebeli arazi görülüyordu. Kapıya koşan Collet karanlıkta bir şeyler görmeye çalıştı. Görebildiği tek şey, uzaktaki ormanın zayıf gölgesiydi. Araba farları yoktu. Bu ağaçlıklı vadide düzinelerce yangın yolu ve av patikası olmalıydı ama Collet onların ormana ulaşamayacağından emindi. "Birkaç adam al ve o bölgeye yayılın. Yakınlarda bir

310

Da Vinci Şifresi yerde çakılıp kalmışlardır. Bu spor arabalar engebeli arazide fazla gide-



mez.

"Şey, efendim?" Ajan, pek çok anahtarın asılı durduğu kancalı paneli gösteriyordu. Anahtarların üstünde tanıdık marka isimleri yazıyordu.

DAİMLER...ROLLS-ROYCE...ASTONMARTIN...

PORSCHE...

Son anahtar kancası boştu.

Collet anahtarın üstündeki marka adını okuduğunda, başının dertte olduğunu anlamıştı.

311

Dan Brown



67

Java Black Pearl modeli, dört çekerli Range Rover'ın düz vitesi, dayanıklı polipropilen farları, bir sürü arka far ayarı ve sağ tarafta direksiyonu vardı.

Langdon aracı kullanmadığına memnundu.

Teabing'in uşağı Remy, efendisinden aldığı emirler üzerine, Chateau Villette'nin arkasındaki ay ışığının aydınlattığı arazide, aracı oldukça etkileyici bir ustalıkla idare ediyordu. Farlarını açmadan bir tepeciğin üstünden geçmişti ve şimdi araziden uzaklaşarak uzun bir yokuştan aşağı iniyordu. Uzaklardaki orman siluetine doğru gidiyor gibiydi.

Kilit taşına iyice sarılan Langdon yolcu koltuğunda arkasını dönerek, Sophie ile Teabing'e göz attı.

Sophie kaygılı bir sesle, "Başın nasıl Robert?" diye sordu. Langdon acıyla gülümsemeye çalıştı. "Daha iyi, teşekkürler." Ağrıdan ölüyordu.

Sophie'nin yanında oturan Teabing, omzunun üstünden koltuğun arasındaki bagaj bölmesinde bağlı yatan keşişe baktı. Kucağında keşişin tabancasıyla oturan Teabing, eski bir fotoğrafta avının başında poz veren safariye çıkmış bir İngilize benziyordu.

Yıllardır ilk kez eğleniyormuş gibi sırıtan Teabing, "Bu gece çıkıp gelmene çok sevindim Robert," dedi.

"Seni bu işe karıştırdığım için üzgünüm Leigh." "Oh, lütfen, hayatım boyunca bu işe karışmak için bekledim." Teabing, Langdon'ın arkasındaki ön camdan uzun çitlerin gölgesine baktı. Remy'nin omzuna hafifçe dokundu. "Unutma fren ışığı istemiyorum. Çok ihtiyaç du-

312


Da Vinci Şifresi

yarsan el frenini kullan. Ormanın içine kadar girmek istiyorum. Evden bizi görecekleri şekilde bir riske girmemize gerek yok."

Remy yokuş aşağı inerken, Range Rover'ı çitlerin arasındaki bir boşluktan geçirmişti. Araç yalpalayarak üzerinde çimenlerin bittiği patikaya vardığında, önlerindeki ağaçlar ay ışığını kesti.

Önlerindeki herhangi bir şeyi seçmeye çalışan Langdon, hiçbir şey göremiyorum, diye düşündü. Etraf simsiyahtı. Aracın sol tarafına ağaç dallan sürttüğünde Remy diğer tarafa doğru manevra yaptı. Direksiyonu olabildiğince düz tutarak otuz metre kadar ilerledi.

Teabing, "Harika iş çıkarıyorsun Remy," dedi. "Yeterince uzaklaştık sanırım. Robert şuradaki havalandırmanın altındaki küçük mavi düğmeye basabilir misin? Görebiliyor musun?" Langdon düğmeyi bularak bastı.

Yolun üstüne yayılan zayıf sarı ışık demeti, patikanın her iki tarafındaki çalılıkları görünür kılmıştı. Langdon sis farlarını yaktıklarını fark etti. Yolu görebilecekleri kadar ışık sağlamakla birlikte, ormanın yeterince içine girdikleri için bu farlarla uzaktan görünmeyeceklerdi.

Teabing mutlu bir edayla, "Ee, Remy," dedi. "Farları açtık. Artık hayatımız sana emanet."

Sophie, "Nereye gidiyoruz?" diye sordu.

Teabing, "Bu yol, ormanda yaklaşık üç kilometre kadar devam eder," dedi. "Arazinin ortasından geçer ve kuzeye doğru kavis çizer. Suya saplanmaz veya yolu kapayan ağaç kütüklerine çarpmazsak, beşinci otoyola sağ salim çıkarız."

Sağ salim. Langdon başka şeyler düşünmeye çalıştı. Gözlerini, kilit taşının tahta kutusunun içinde güvenle durduğu kucağına çevirdi. Kapaktaki gül kabartması yerine takılmıştı. Zihni karmakarışık olduğu halde, Langdon kabartmayı yeniden çıkartıp, altındaki oyma yazıyı incelemek 'Çin sabırsızlanıyordu. Teabing, elini omzuna koyduğunda kapaktaki kabartmayı kaldırmak üzereydi.

Teabing, "Sabırlı ol Robert," dedi. "Zıplayıp duruyoruz ve üstelik ışık yok. Dua edelim de bir şeyleri kırmayalım. Aydınlıktayken o lisanı tanı-yamadıysan, karanlıkta daha iyisini yapamazsın. İstersen şimdi tek parça halinde buradan uzaklaşmaya konsantre olalım. Yakında bu iş için yeterince vakit bulacaksın."

313


Dan Brown

Langdon, onun haklı olduğunu biliyordu. Başını bir kez sallayarak

kapağı kilitledi.

Arka tarafta bağlarından kurtulmaya çalışan keşiş, inliyordu. Sonra

aniden tekmelemeye başladı.

Arkasını dönen Teabing, silahı koltuğun üstünden ona doğrulttu. "Şikâyetinizin nedenini anlayamıyorum bayım. Evime izinsiz girip, sevgili dostumun kafasına kötü bir darbe indirdin. Aslında seni hemen vurup, cesedini ormanda çürümeye terk edebilirim."

Keşiş sesini kesmişti.

Langdon, "Onu yanımızda götürmemiz gerektiğine emin misin?" diye sordu.

Teabing, "Katiyetle eminim," diye sesini yükseltti. "Cinayetten aranıyorsun Robert. Bu hergele senin özgürlük biletin. Polis seni yakalamayı, peşinden evime gelecek kadar çok istiyor."

Sophie, "Benim hatam," dedi. "Büyük ihtimalle zırhlı aracın ileticisi

vardı."

. Teabing, "Konu bu değil," dedi. "Polisin sizi bulmasına şaşırmıyo-rum, Opus Dei'nin bulmasına şaşırdım. Bana anlattıklarınızdan sonra, bu adamın adli poliste ya da Zürih Emanet Bankası'nda bir bağlantısı yoksa, evime kadar sizi nasıl takip ettiğini anlayamıyorum."



Langdon bunu biraz düşündü. Bezu Fache bu geceki cinayet için bir günah keçisi bulmaya kesinlikle kararlıydı. Vernet ise onlara aniden düşman olmuştu. Langdon'ın dört cinayetle suçlandığını bildiği düşünülürse, bankacının fikrini değiştirmesi anlaşılır bir şeydi.

Teabing, "Bu keşiş yalnız çalışmıyor Robert," dedi. "Ve tüm bunların arkasında kim olduğunu öğrenene kadar her ikiniz de tehlikedesiniz. İyi haberse dostum, şimdi güç senin elinde. Arkamdaki canavar bu bilgiye sahip ve ipler her kimin elindeyse, şu anda fazlasıyla gergin olmalı."

Yola alışmaya başlayan Remy hızını arttırıyordu. Bir çeşit su birikintisinin içinden geçtikten sonra, hafif bir rampa aşıp, yeniden inmeye başladılar.

"Robert bana şu telefonu uzatabilir misin acaba?" Teabing ön konsoldaki telefonu işaret ediyordu. Teabing bir numara çevirdi ve açılması için uzun süre bekledi. "Richard? Seni uyandırdım mı? Elbette uyandırdım. Aptal bir soruydu. Üzgünüm. Ufak bir sorunum var. Kendimi pek

314

Da Vinci Şifresi



iyi hissetmiyorum. Tedavim için Remy ile birlikte Isles'a gitmemiz gerekiyor. Şey, doğrusunu istersen, hemen. Bu kadar geç haber verdiğim için üzgünüm. Elizabeth'i yirmi dakika içinde hazırlayabilir misin? Biliyorum, elinden geleni yap. Görüşürüz." Telefonu kapattı.

Langdon, "Elizabeth mi?" dedi.

"Uçağım. Ona verdiğim parayla kraliçenin fidyesi ödenirdi."

Langdon arkasını dönüp ona baktı.

Teabing, "Ne?" diye hayret etti. "Adli polis peşinizdeyken Fransa'da kalmayı düşünemezsiniz. Londra çok daha emniyetli."

Sophie de Teabing'e dönmüştü. "Ülkeden ayrılmamız gerektiğini mi düşünüyorsunuz?"

"Dostlarım, medeni dünyada, Fransa'da olduğundan çok daha fazla sözüm geçer. Bununla birlikte, Kâse'nin Büyük Britanya'da olduğuna inanılıyor. Kilit taşını açabilirsek, eminim doğru yerde olduğumuzu gösterecek bir harita bulacağız."

Sophie, "Bize yardım etmekle," dedi. "Büyük bir tehlikeye atılıyorsunuz. Fransız polisinde dostunuz kalmayacak."

Teabing yüzünü buruşturdu. "Fransa'yla işim bitti. Buraya kilit taşını bulmak için taşınmıştım. O iş artık halloldu. Bundan sonra Chateau Vil-lette'yi bir daha görüp görmemek umurumda değil."

Sophie kuşkuyla sordu. "Havaalanı güvenliğinden nasıl geçeceğiz?" Teabing kıkır kıkır güldü. "Ben Le Bourget'den havalanıyorum -buradan fazla uzak olmayan özel bir hava sahasıdır. Fransız doktorlar beni sinirlendiriyor, bu yüzden tedavi görmek için on beş günde bir İngiltere'ye uçuyorum. Her iki tarafta da bazı imtiyaz hakları için ödeme yapıyorum. Uçağa bindikten sonra, ABD Büyükelçiliği'nden biriyle görüşüp görüşmeyeceğinize karar verirsiniz."

Langdon aniden büyükelçilikle hiçbir şekilde görüşmek istemediğini fark etti. Düşünebildiği tek şey kilit taşı, yazılar ve sonunda Kâse'ye ula-Şip ulaşamayacaklarıydı. Teabing'in İngiltere konusunda haklı olabileceğini düşündü. Gerçekten de en yeni efsanelerde Kâse'nin Birleşik Kral-hk'ta olduğu anlatılıyordu. Hatta Kral Arthur efsanesindeki Kâse zengini Avalon Adası'nın bile İngiltere, Glastonbury'den başka bir yer olmadığına inanılıyordu. Kâse her nerede olursa olsun, Langdon bir gün onu şah-

315


Dan Brown

sen göreceğini hiç tahmin etmemişti. Sangreal Belgeleri. İsa Mesih'in gerçek hikâyesi. Magdalah Meryem 'in mezarı. Bir an için, o gece kendini bir çeşit alacakaranlık kuşağına düşmüş gibi hissetti... sanki gerçek dünyanın erişemeyeceği bir baloncuğun içindeydi.

Remy, "Efendim?" dedi. "Gerçekten İngiltere'ye bir daha dönmemek üzere gitmeye kararlı mısınız?"

Teabing, onu, "Remy endişelenmene gerek yok," diye telkin etti. "Kraliçenin ülkesine dönmem, zevklerimden vazgeçip hayatımın geri kalanını ziyan edeceğim anlamına gelmiyor. Kısa süre içinde yanımda temelli kalacağını tahmin ediyorum. Devonshire'da muhteşem bir villa satın almayı planlıyorum, bütün eşyalarını getirtiriz. Macera olacak Remy. Kesinlikle bir macera!"

Langdon gülümsemesine engel olamadı. Teabing, İngiltere'ye yapacağı zaferli dönüşün planlarını yaparken, Langdon kendini onun bulaşıcı heveslerine kaptırmıştı.

Camdan dışarı boş gözlerle bakarak, sis farlarının zayıf sarı ışığında geçip giden ağaçlan seyretti. Ağaç dallarının yaladığı yan ayna içeri dönmüştü. Langdon arka koltukta sessizce oturan Sophie'nin yansımasını gördü. Onu uzun süre seyrettikten sonra beklenmedik bir memnuniyet duydu. Gece boyunca yaşadığı sıkıntılara rağmen, Langdon böyle hoş bir arkadaş bulmuş olduğuna minnettardı.

Sophie dakikalar sonra, Langdon'ın gözlerini üzerinde aniden hissetmiş gibi öne doğru eğilerek elini onun omzuna koydu ve sıvazladı. "İyi

misin?"


Langdon, "Evet," dedi. "Bir şekilde."

Sophie koltuğuna geri yaslandığında, Langdon, onun dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme gördü. Sonra kendisinin de sırıttığının farkına vardı.

Range Rover'ın arkasına tıkıştırılmış olan Silas güçlükle nefes alıyordu. Kolları arkadan bağlanmıştı, ayak bileklerine kadar çamaşır ipi ve yapışkanlı bantla sarılmıştı. Yoldaki her sarsıntı, çarpık duran omuzlarında şiddetli ağrılara sebep oluyordu. Onu tutsak alanlar en azından keçe kemerini çıkartmışlardı. Yapışkanlı bant yüzünden ağzından nefes ala'

316


Da Vinci Şifresi

madiği için, iki büklüm kıvrıldığı bagaj bölümündeki tozları içine çekerek ancak burnundan soluyabiliyordu. Öksürmeye başladı.

Fransız şoför kaygılı bir sesle, "Sanırım boğuluyor," dedi.

Silas'a koltuk değneğiyle vurmuş olan İngiliz, dönüp koltuğun üzerinden çatık kaslarıyla Silas'a baktı. "İngilizler insanın medeniyetini dostlarına gösterdiği merhametle değil, düşmanlarına gösterdiği merhametle ölçtüğü için şanslısın." İngiliz eğilip, Silas'ın ağzındaki yapışkanlı bandı tuttu. Hızlı bir hareketle, yerinden çıkardı.

Silas dudaklarının yandığını hissetti ama ciğerlerine dolan hava Tanrı'nın lütfü gibiydi.

İngiliz adam, "Kim için çalışıyorsun?" diye sordu.

Silas, kadının tekmelediği çenesindeki acıyla, "Tanrı'nın işini yapıyorum," diye tersledi.

Adam, "Sen Opus Dei'densin," dedi. Bu bir soru değildi.

"Kim olduğum hakkında hiçbir şey bilmiyorsun."

"Opus Dei kilit taşını neden istiyor?"

Silas'ın cevap vermeye hiç niyeti yoktu. Kilit taşı Kutsal Kâse'ye götüren bağdı, Kutsal Kâse ise yazgıyı korumanın anahtarı.

Ben Tanrı'nın işini yapıyorum. Tarîk tehlikede.

Şimdi Range Rover'da bağlarıyla mücadele eden Silas, Öğretmen'le piskoposun ümitlerini boşa çıkarmış olmaktan korkuyordu. Onlarla temas kurmasının ve korkunç gelişmeleri anlatmasının imkânı yoktu. Kilit taşı beni tutsak alan kişilerde!Kâse'ye bizden önce ulaşacaklar! Silas karanlıkta dua etti. Hissettiği acının yakarışlarını arttırmasına izin verdi.

Bir mucize Tanrım. Bir mucizeye ihtiyacım var. Silas saatler sonra bir mucizeye tanık olacağını bilmiyordu.

"Robert?" Sophie hâlâ onu seyrediyordu. "Yüzünde komik bir ifade belirdi."

Dönüp ona bakan Langdon, çenesini sıkmış olduğunu ve kalbinin hızla çarptığını fark etti. Aklına inanılmaz bir fikir gelmişti. Açıklaması gerçekten bu kadar basit olabilir mi? "Cep telefonunu kullanmam gerek Sophie."

"Şimdi mi?"

"Sanırım bir şey buldum."

317

Dan Brown



"Ne?"

"Sana birazdan anlatacağım. Telefonuna ihtiyacım var."

Sophie endişeli görünüyordu. "Fache görüşmeleri dinliyor olabilir. Her ihtimale karşı bir dakikadan kısa tut." Ona telefonu verdi.

"Amerika'yı nasıl arayacağım?"

"Ödemeli araman gerekecek. Benim hattım denizaşırı aramalara kapalı."

Langdon sonraki altmış saniyenin gece boyunca aklını meşgul eden

soruyu cevaplayabileceğinin bilinciyle sıfırı tuşladı.

318


Da Vinci Şifresi

68

Telefon çaldığında New York'ta editörü Jonas Faukman yatağına henüz girmişti. Ahizeyi kaldırırken, aramak için biraz geç, diye mırıldandı.



Bir santral memuru, ona, "Robert Langdon'dan gelen ödemeli aramayı kabul ediyor musunuz?" diye sordu.

Şaşıran Jonas ışığı açtı. "Ha... elbette, tamam."

Hatta klik sesi duyuldu. "Jonas?"

"Robert? Gece yarısı beni uyandırıp, bir de bana mı ödetiyorsun?"

Langdon, "Jonas, beni affet," dedi. "Çok kısa keseceğim. Gerçekten öğrenmem gerekiyor. Sana verdiğim müsvedde. Sende..."

"Robert, üzgünüm, redaksiyon yapılmış halini sana bu hafta göndereceğimi söylemiştim ama işim başımdan aşkın. Gelecek pazartesi. Söz veriyorum."

"Ben redaksiyonu sormuyorum. Bana söylemeden kopyalarını tanıtım için göndermiş olabilir misin?"

Faukman tereddüt etti. Langdon'ın son çalışmasında -tanrıçalara tapınma tarihi hakkında bir araştırma- Magdalalı Meryem hakkında bazılarını hayrete düşürecek pek çok bölüm vardı. İçerik bolca kaynağa dayandırıldığı ve diğerleri tarafından desteklendiği halde, Faukman en azından ciddi tarihçilerden ve sanat duayenlerinden onay almadan Langdon'ın kitabını basmaya niyetli değildi. Jonas sanat dünyasından on büyük isim seçmiş ve her birine kapak için kısa bir onay yazısı yazmalarını rica ettiği mektupla birlikte Langdon'ın çalışmasının tüm bölümlerini göndermişti. Faukman tecrübelerinden öğrendiği kadarıyla, kitapta isimlerinin görünmesi için hepsi bu fırsata balıklama atlayacaktı.

319

Dan Brown



Langdon, "Jonas?" diye yeniden sordu. "Müsveddeyi gönderdin, öyle

değil mi?"

Langdon'ın bundan memnun olmadığını sezinleyen Faukman kaşlarını çattı. "Müsveddeler temizdi Robert, ayrıca harika övgülerle sana sürpriz

yapmak istedim."

Sessizlik. "Paris Louvre müze müdürüne de gönderdin mi?"

"Ne zannediyordun? Çalışmanda onun Louvre'daki koleksiyonundan sıkça bahsetmişsin, kaynakçanda onun kitapları var ve bu adam yurtdışı satışlarında oldukça etkili. Sauniere büyük bir danışmandı."

Hattın diğer ucundaki sessizlik uzun sürdü. "Ne zaman gönderdin?"

"Bir ay kadar önce. Ayrıca yakında Paris'e gideceğinden bahsettim ve ikinizin buluşmasını önerdim. Görüşmek için seni aradı mı?" Gözlerini ovuşturan Faukman durdu. "Bekle biraz, senin bu hafta Paris'te olman gerekmiyor muydu?"

"Paris'teyim."

Faukman yatağında doğruldu. "Beni Paris'ten mi ödemeli arıyorsun?"


Yüklə 1,86 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   36




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə