sel düzenlemeler (örneğin kuvvet alanı kavramı) mode
line göre anlaşılabilen bu düzenleyici yapılar, periferik yani
psişik düzeyi düzenleyen yapıları da aydınlatırlar. Koffka
ve ardından Guillaume böylece yapısalcı bir behavyorizme
yaklaşıyorlardı ve iki okulun terim dağarcıklarının sonun
da kaynaşması da bir raslantı değildi.
Fenomenologlar böyle bir birleşmeden tatmin olamaz
lardı ve nesnelci psikologlarla razı oldukları görüş birliği
bu belli noktada son bulur. Gerçekten de yapıların
anlaşıl
masından
yapıların
açıklanmasına geçilince,
Geştalt kavramı
nın tüm ilginçliğini oluşturan şey, yani bir
şekilde bir anlam
dan
ayrılamayan bir yönelişsellik içeriyor olması, terk edi
lir. Koffka psişik yapıları sinir morfolojisiyle açıklamaya
yönelince,
gerçek psikolojik problemi tekrar tersine çevirir, zira
görmeye “eşlik eden” fiziko-kimyasal olguların açıklama
sının, ayrıntılı bile olsa, görme olayının kendisini açıklaya
mayacağı bellidir. Fizyolojide, retinada meydana gelen “uya-
rılışın” gidişini, ara durakların karmaşıklığı içinden görsel
“merkeze” kadar, sonra da [sinirsel] akının salgılanışmı
ilgili bölgelere kadar, adım adım izlersem, kullandığım şema
istediği kadar olgulara uygun olsun, temel olguyu, yani görü
yor
olmamı, asla açıklayamayacaktır. “Dünyanın görülebilir-
ligini temellendirmek için bu dünyanın ortasında ölü bir
göz tasavvur ettikten sonra, mutlak içsellik olan bilincin
kendini bu nesneye bağlatmamasına nasıl şaşırabiliriz?”
(Sartre,
Etre et neant, 367) Başka deyişle, fizyologun incele
diği nesnel bedenle
benim bilincim arasında birlik mümkün
değildir; bu düzeyde her tür fizyolojiye dönüş, Watson için
dendiği gibi, klasik ruhla bedenin birleşmesi probleminin
aşılamaz çelişkilerini tekrar gündeme getirir. Psikoloji bi
rinci şahısta dile gelecekse, problemlerinin çözümüyle
üçüncü şahısta dile gelen bir bilim
olan fizyolojiyi görevlen-
diremez.
Ancak, itiraf etmek gerekir ki, Sartre’ın bilincin nesnel
bedenle karşıtlığını belirtmek için kullandığı “mutlak içsel
lik” nitelemesi hiç de fenomenolojik çizgide değildir, zira
içsellik bizi içebakışa geri getirir ve iletilemez bir öznel
likle nesnesini kaçıran bir nesnelliğin biraz eskimiş ikilemi
ne düşürür. Ne olursa olsun, Sartre’m, fenomenolojinin
psikoloji alanındaki anahtar savı olarak gördüğümüz bu
problem karşısındaki konumunda, fizyolojik verileri yöne
lişse! analizden net biçimde ayırma yönünde yadsınamaz
bir eğilim vardır. Örneğin,
Imagirıaire’de Sartre, birinci bö
lümü imgeleyen bilincin saf eydetik betimine ayınr ve, “ref-
leksif betimin, zihinsel imgenin temsil-edici maddesi hak
kında bizi doğrudan doğruya bilgilendirmediğini” itiraf
ederek, ikinci bölümde deneysel verilerin analizine geçer;
bu verilerse fenomenolojik betimin gözden geçirilmesini
gerektirmektedir. Aynı şekilde,
Esquisse d’une theorie des emo-
tiom’da form psikologu Dembo’nun, örneğin öfkeyi çevre,
fenomenal kuvvet alanı ve yapıların dengesi terimleriyle
açıklama denemeleri de Sartre tarafından reddedilir, çünkü
kurucu bilincin yönelişselliği gereğini karşılamazlar. N i
hayet
Etre et neant'da, [kişiye] özgü beden fizyolojik orga
nizma olarak aşılıp yaşanan yapaylık olarak, öteki için nesne
olarak, ama aynı zamanda “benim en derin içimi” ötekinin
bakışı altında dışsallaştıran şey olarak da kavranır: “Be
denim sadece ben-bakış açısı olarak değil, edimsel olarak
benim asla yakalayamayacağım bakış açılarından bakılan
bir bakış açısı olarak da oradadır; her yöne doğru benim