yargı, kuşkunun radikalleştirme aracı olarak yetersizliğini
açığa vurur. Demek ki, kuşkunun karşısına,
onunla varolan
olarak dünyaya karşı konum almadığım
bir başka tutum çıkanl-
malıdır (bu konum ister varoluşun doğal olumlanması, ister
karteziyen kuşkulanma, vb., olsun). Elbette aslında ben,
empirik ve somut özne olarak, dünyanın doğal konumuna
katılmayı sürdürürüm, “bu sav da bir yaşanmışlıktır”, ama
onu
hiçbir iş te kullanmam. Sav askıdadır, oyun dışı, devre
dışı bırakılmış, ayraç içine alınmıştır; ve bu “indirgeme”
(epoche)
ile çevremdeki dünya artık sadece varolan değil,
“varoluş fenomeni”dir
(Kart. Med.).
3.
Saf ben. - Bu indirgeyici operasyondan elde edilen
nedir? Somut ben doğayla sarmaş dolaş olduğundan, onun
da indirgenmiş olacağı açıktır; başka deyişle, varolan ola
rak “ben” konusunda herhangi bir sav öne sürmekten ka
çınmalıyım; ancak, yine açıktır ki, bu kaçınmayı yapan ve
bizzat indirgemenin de “ben”i olan bir özne-ben (7e) var
dır. Buna
saf ben denir ve
epoche de kendimi saf ben olarak
kavrayışımın evrensel yöntemidir. Bu saf ben’in bir içeriği
var mıdır? Hayır, şu anlamda ki, o bir içeren değildir; evet,
şu anlamda ki, bu ben bir şeyin hedeflenmesidir (
visee).
Peki ama indirgemeyi bu içeriğe de uygulamak gerekmez
mi? Bu soruya yanıt
vermeden önce, indirgemenin ilk bakış
ta şeylerin toplamı olarak dünya ile indirgemenin öznesi
olan bilinci tam olarak birbirinden ayırdığını görmek uy
gun olur. Öyleyse şey bölgesinin ve bilinç bölgesinin eyde-
tik analizine girişelim.
Doğal şey, örneğin şu ağaç, bana ardı arası kesilmeyen
bir taslaklar, siluetler (
Abschattungen) akışı içinde verilir.
İçlerinde bu şeyin profilinin belirdiği bu siluetler, kavrayış
anlamlarıyla söz konusu şeye ilişkin yaşanmışlıklardır. Şey,
bana sürekli mod değişimleri içinden verilen bir “aynılık”
(meme) gibidir, ve onun benim için “şey” (yani benim için
“kendindelik”) olmasını sağlayan da zaten benim o şeyi
kavrayışımdaki zorunlu “aslına-uymazlık”tır
(inadequation).
Fakat bu aslına-uymazlık fikri ikircimlidir: şey art arda ge
len siluetlerde biçimlendiği ölçüde ben şeye ancak tekyanlı
olarak, yüzlerinden biri aracılığıyla erişebilirim, ama aynı
zamanda şeyin diğer yüzleri de bana verilir: “bizzat” değil,
duyularla verilen yüz tarafından sezdirilerek; başka deyişle,
algıyla bana verilmiş
olduğu şekliyle şey, daima belirlenme-
mişlik ufuklarına açıktır, “önceden bir algı çeşitliliği gös
terir ki, bunun evreleri sürekli olarak iç içe geçerek, bir
algının birliğinde eriyip kaynaşırlar”
(Ideen, 80). Böylece
şey bana hiçbir zaman bir
mutlak olarak verilmez, demek ki
her zaman “şey ile şeyin algısı arasındaki
korelasyonun yok-
edilemez özünden ileri gelen, tanımlanmamış bir yetkinlik
eksikliği” vardır
(a.g.e.). Algı süreci esnasında birbirini iz
leyen taslaklar rötuşlanır ve şeyin yeni bir silueti çıkagelip
önceki silueti düzeltir, ancak burada çelişki yoktur, çün
kü bütün bu siluetler akışı bir algının birliği içinde erir; ne
var ki, şey [bir anda değil] sayısız rötuşlann içinden ortaya
çıkar.
Bunun aksine, yaşanmışlık ise kendi kendine bir “içkin
algılama” ile verilir. “Kendilik bilinci” yaşanmışlığı “ken
dinde”, yani bir mutlak olarak verir. Bu, yaşanmışlığın her
zaman tam birliği içinde aslına uygun olarak kavrandığı
anlamına gelmez; yaşanmışlık bir akış olmak dolayısıyla,
onu yakalamak istediğimde, her defasında çoktan geçmiş,