Bu kurt neyin sembolüydu?
Bu büyük sırrı çözebilmek için efsaneler arasında biraz daha dolaştıktan
sonra, Fransız araştırmacıların Afrika’da ortaya çıkarttıkları ve konumuzla
ilintili inanılmaz bir sırrı sizlerle paylaşacağım.
Ama önce efsaneler…
GÖK-TÜRKLER’İN KURT’TAN TÜREYİŞLERİ
Gök - Türkler’in kurttan türeyiş efsaneleri; Türk Mitolojisi’nin önemli
bölümünü oluşturur. Türk Mitolojisi’nde genel olarak: “Bir millet düşmanları
tarafından yok edilir ve geriye yalnızca bir çocuk kalırdı.” Türk özelliği
taşıyan pek çok efsanede aşağı yukarı bu motifi bulmak mümkündür.
Çin tarihlerinden karşılaştırma yolu ile özetlenerek çıkartılan meşhur Gök -
Türk efsanesi’nde de bu temayı görüyoruz:
Mete’nin Hun Devleti, tarihe karışmıştı,
Fakat büyük milleti tarihle yarışmıştı.
Bir soyu sayılırdı, Gök-Türkler de Hunlar’ın,
Adları anılırdı, bu büyük budunların.
Gök-Türkler müstakilmiş, düşmanları hiç yokmuş,
İnsanları gamsızmış, malları da pekçokmuş.
Komşu bir millet varmış, Türkleri ezip almış,
Bir kişi bırakmamış, küçük bir çocuk kalmış.
Çocuğa acımışlar, henüz on yaşındaymış,
Bataklığa atmışlar, aklı da başındaymış.
Boşalmışmış kursağı, acıkmış, ezilmişmiş,
Ama bir kurt türemiş, ağzında et getirmiş,
Sürünerek yürümüş, eti ona yedirmiş.
Zamanla evlenmişler, etlerle beslenmişler,
Kurt bir gün gebe kalmış, uluyup seslenmişler.
Oğlan yaşıyor diye, düşmanlar korka kalmış,
Taşıyor kurtlar diye, insanlar şaşa kalmış,
Düşman ordu göndermiş, oğlanı bulun demiş,
“Fakat kutsal bir kurt var, uyanık olun!” Demiş.
Kurt anlamış, kutsalmış, oğlanı hemen almış,
Turfan’ın kuzeyinde, mağaralara dalmış.
Mağara çok derinmiş, içi de çok serinmiş,
Kurt şöyle bir gerinmiş, sonra da dibe inmiş.
Kurt gelmiş bir ovaya, ova geniş güzelmiş,
Ovanın etrafından, dağlar göğe yükselmiş.
Kurt konmuş bu ovaya, vatan demiş oraya,
On erkek çocuk doğmuş, kavuşmuş bir yuvaya.
Çocuklar beslenmişler, büyüyüp eğlenmişler,
Dışardan on kız almış, onlarla evlenmişler.
On çocuk, “On boy” olmuş, boylar da bir soy olmuş,
Türemiş çoğalmışlar, bu ova insan dolmuş.
Dağları eritmişler, Dünya’ya erişmişler,
“Demirci” olmuş kalmış, bu işe girişmişler.
Çin tarihçileri’nin yazdıkları Gök-Türkler’in “Türeyiş Efsanesi” burada
bitiyor. Çinliler bundan sonra daha neler olduğunu açık olarak yazmıyorlar. Bu
efsanenin son bölümlerini de, çok sonraları Cengiz Han çağında anlatılan
“Ergenekon Destanı”ndan duyup öğreniyoruz.
EFSANENİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Büyük Hun Devleti’nde, bizzat Hun hükümdarının başkanlık ettiği bazı
törenler vardı. Bu törenlerden en önemlisi, yılın belirli günlerinde devletin
ileri gelenlerinin toplanarak “Ata Mağarası” na gitmeleri, bu mağaraya saygı
göstermeleriydi. Gök-Türk Devleti’nde de aynı törenlerin yapıldığı
bilinmektedir. Eski Türk Devletleri’nin hemen hepsinde “Kutsal Mağaraları”
ve bu mağaralar için yapılan resmi törenler; inançlarında önemli bir yer
tutmuştur.
İşte bir başka örnek:
Bir dağ var yükselmişti, başı göğe ermişti,
Çadır direği gibi, gök kubbesin germişti.
Bazen demirden idi, bazen bakırdan idi,
Kökünü yere salmış, kapısı yerde idi.
Demirdenmiş çatısı, mağaraymış kapısı,
Altında “cennet” varmış, yerin buymuş yapısı.
Türk Mitolojisi’nde geçen “Kurt” sembolünü incelemek amacıyla verdiğimiz
örnekler bizi ister istemez “Mağara” sembolüyle karşı karşıya getirdi. Kurt
sembolüne yeniden dönmek kaydıyla “Mağaralar”ın gizemini biraz açmaya
çalışalım…
GİZLİ YERALTI MERKEZLERİ
Lobsang Rampa “Üçüncü Göz” adlı eserinde, inisiyasyonun son aşamasına
ulaştıktan sonra, üç Lama’nın kılavuzluğu ile Lhasa’da, toprağın
derinliklerinde yer alan bir mahzene indirildiğini anlatır.
Arkeolojik kazılarda bulunan, Hindistan ve Tibet kaynaklı bazı gizli
yazıtlarda Orta Asya’nın altındaki, son derece ileri seviyeli bir uygarlığın
varlığından sözedilmektedir. Bu bilgileri efsaneler de doğrular… Günümüze
kadar gelebilen bütün ezoterik bilgilerde de bu konu dile getirilmiştir.
Himalayalar’ın kuzeyinde, Hindukuş Dağları’nın altında bazı yeraltı
kentlerinin bulunduğu açıkça ifade edilmiştir. Bu kente yeraltı cenneti adı
verilmiş olması da hayli ilginçtir. Çünkü az önce sizlere aktarmış olduğum
Altaylılar’a ait efsanede de dikkat ettiyseniz aynı sözcük kullanılmıştı:
Demirdenmiş çatısı, “mağara”ymış kapısı,
Altında “cennet” varmış, yerin buymuş yapısı.
Elde edilen bilgilere göre, bu yeraltı cennetini, dünyanın yüzeyi ile nadiren
irtibat kuran altın insanlar ırkı iskan etmektedir. Zaman zaman, bir çok
yönlerden yukarıya doğru uzanan tünellerden geçerek dış dünyaya çıktıkları ve
bazı kişileri özel olarak eğitmek için yanlarına aldıkları söylenir. Tünellerin
girişlerinin, Doğu’nun kadim kentlerinin bazılarında saklı olduğu tahmin
edilmektedir.
Sovyet bilginleri, bundan yaklaşık 20 sene önce Azarbeycan’da bulunan
“Dipsiz Kuyu” ile bir hayli ilgilenmişlerdi. Çevre sakinlerinin belirttiklerine
göre, bu kuyudan, insan seslerinin yanı sıra, gök gürültüsüne benzer sesler
çıkmakta ve zaman zaman da duvarlarında yeşilimsi - mavi bir ışık
görülmüktedir. Konuyla ilgili olmak üzere, Peter Kolosimo “Zamansız Dünya”
adlı kitabında akıllara durgunluk veren bir gelişmeden söz eder:
“İlk başta bilginler bu gibi belirtilerin sık sık görüldüğünü ve doğaüstü bir
yanı olmadığına inanıyorlardı. İçlerinden birkaçı, kuyuya indiyse de sonunu
göremediklerinden, çevreyi incelemeyi tercih ettiler. Çevredeki yarıkları
incelerlerken, kuyu ile herhangi bir bağlantı bulmayı umuyorlardı. Nitekim
beklemediklerinden de fazlasını buldular. Burada, Gürcistan’da bulunan ve
Kafkaslar boyunca uzanan, daha başka tünellerle bağlantılı olduğu ortaya
çıkan, akıl almız bir tüneller şebekesi mevcuttu.”
Dostları ilə paylaş: |