Microsoft Word kip\307aklar



Yüklə 0,83 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə4/34
tarix19.07.2018
ölçüsü0,83 Mb.
#57002
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   34

gibi bir şeydi. Profesör Thomsen, o sırada, Danimarka Kraliyet İlimler Cemiyeti’ne bir bildiri 

sundu.  Ve  dünyâ,  Eski  Altay’ın  –gûyâ  “ölü”  kavmin–  asıl  sırrını  öğrendi.  Profesör,  Eski 

Altay’ın  taşları  üzerindeki  yazıları,  mükemmel  bir  biçimde  çözdü  ve  onların  Türkçe 

okunduklarını tesbit etti! 

Ve her şey anlaşılmaya başladı. Eski Altay, Türklerin Anayurdu, Türk milletinin beşiği idi. 

Profesör  Wilhelm  Thomsen’in  çıkardığı  netîceler  o  kadar  inandırıcı  ve  tartışma  götürmez 

görünüyorlardı ki, kimse îtirâza bile kalkışmadı. Fakat onları kabûlde acele de etmediler.  Bir 

bildiri, bir ilmî buluş olduğu ortada idi; bununla birlikte, onlar tamâmen yok gibiydiler. 

Daha sonra, Eski Altay hakkında da bilgi veren Çin vekâyi-nâmeleri bulundu... Türk târihinin 

önündeki perde, daha XIX. yüzyılda açılmış görünüyordu. Fakat hayır. Bu tam olmadı; çünkü 

gerçeği gizlemek isteyenler, âlimlerin çalışmasına politikayı karıştırdılar. 

TAŞLAR NEYİ ANLATIYORLARDI?

 

Politikacılar  için  târihi  tahrif  etmek  mühimdir.  Onların  geçmiş  hakkında  değiştirdikleri  ve 



teklif  ettikleri  şeyler  vardır.  Gerçekten  böyle  insanlar  umûmiyetle  zararlı  oluyorlar.  Onları 

sâdece  politika  ilgilendiriyor,  dünyâ  kendileri  için  çıkar  dünyâsıdır.  Profesör  Thomsen’in, 

yazıları kusursuz bir şekilde okumasını bile, âdetâ görmezden geldiler. 

Elbette,  onların  kendi  sebepleri  vardı.  Politikacılar  şüphe  ediyorlardı;  araştırmaların  yeni 

netîcelerini beklediler ve bir konuda, muhakkak ki, haklı idiler. Gerçekten, Türklerin Altay’da 

nasıl  ve  ne  zaman  yerleştikleri  sorularına  tam  cevaplar  olmadan,  Türk  milletinin  târihi 

hakkında konuşmak doğru değildi. 

Arkeologlar,  milletlerin  bulunmadıkları,  Türk  dili  mevcut  olmadığı  için  Türklerin  ‘Türkler’ 

olmadıkları,  insanların  kolaylıkla  konuşamadıkları,  jestlerle  ve  ayrı  ayrı  seslerle  anlaştıkları 

zamanları gözden geçirdiler... Dünyânın her tarafında yarı vahşî kabîleler yaşıyorlardı. 

Arkeolojik  buluntulara  bakılırsa,  Altay’da  ibtidâî  kabîleler  tahmînen  iki  yüz  bin  yıl  önce 

göründüler.  Onlar,  bu  kabîleler,  güneyden,  Çin-Hindi  taraflarından  gelmişlerdi.  Asya’da 

insanlığın en eski yerleşim yerleri burada bulundu ki, bunlar bir milyon yıllık kadardır. 

Anlaşıldığı  gibi,  ilkel  insanların  izleri,  Çin-Hindi’nden  Asya’ya,  Amerika’ya,  Avrupa’ya  kadar 

uzanıyor.  Orası  “meskûn  dünyâ”,  insanlığın  büyük  bir  kısmının,  bütün  ‘Mongoloid’lerin  ve 

‘Evropoid’lerin doğdukları bölgedir. 

Eski insanlara Altay dağlarının neyi çekici geldi? Tabiat güzelliği mi? Uzak bir ihtimal. Daha 

başka bir ihtimal, burası hayat için tehlikesiz ve doyurucu idi. 

Unutmamak  gerekir  ki,  uzun  zaman  insanlar  bilhassa  hayvanlardan  farklı  değillerdi.  İş 

âletleri  yoktu;  kendilerini  yırtıcı  hayvanlardan  iyi  koruyamıyorlardı.  Onun  için,  dağlarda  ve 

sık ormanlarda yaşadılar; kısacası burası tehlike ânında hayatta kalma ve kurtulma şansının 

olduğu, sâdece kendi becerilerine güvendikleri yerdi. 

Altay’a  ilk  insan  iki  yüz  bin  yıl  önce  geldi,  az  zaman  değil...  Arkeologlar  sâyesinde,  uzak 

atalarımızın  hayatları  hakkında  çok  şey  biliniyor.  Meselâ,  onlar  nasıl  görünüyorlardı,  neyle 

meşgûl oldular, nerede yaşadılar, neleri avladılar, nasıl giyiniyorlardı. 

Bu  bilgiler,  büyük  arkeolog  akademik  Aleksey  Pavloviç  Okladni-kov’un  bitmez  enerjisi 

sâyesinde  kolayca  anlaşılmaya  başladı.  O,  sanki  Eski  Altay  dağlarını  baştan  başa  görmüş, 

toprağın ve yüzyılların kalın tabakasından bakmıştı. 




Hepsi sanki önemsiz bir şeyle başladı. 

Bir gün Aleksey Pavloviç, nev’i şahsına münhasır bilim adamı, Gorno-Altay şehrinin parkında 

geziyordu;  Ulalinka  deresi  boyunca  bir  keçi-yolunda  yürüyor  ve  kendine  âit  bir  şey 

düşünüyordu.  Birden  bakışı  bir  çakıla  takıldı,  onların  büyük  kısmı  dere  kenârına 

yuvarlanmıştı. Sıradan bir çakıl. Aleksey Pavloviç durdu ve onu aldı. İşte asıl ve tam buluş. 

Bir an... ve o anla, o andan îtibâren, Okladnikov, milyonlarca insanın tanıdığı bir bilim adamı 

oldu. 

O çakıl, ilkel insanın taş âleti olmuştu! 



O  keçi-yolundan  binlerce  insan  geçmişti;  fakat  onlar  yanından  sâdece  geçtiler.  Sâdece 

Aleksey  Pavloviç,  bulunan  şeyi  fark  etti;  çünkü  o,  arkeolog  olarak  doğmuştu;  ilme  istîdâdı 

vardı; çok şeyi bilebiliyordu. Onun bulduğu şey tesâdüf eseri değildi, bütün hayatı boyunca 

şuurlu bir şekilde ona hazırlanmıştı. 

Taşı  böyle,  bir  insanın  yaptığı  gibi,  ne  ırmak,  ne  de  ayaz  işleyebilirdi...  Sıradan  bir  taşa 

sevinmeyi,  hep  şaşırtıcı  olan  arkeoloji  ilmi  mümkün  kılıyor.  Bu  taşa,  sırf,  binlerce  yıl  önce 

başka  bir  insanın  eli  değdiği  için  sevinmek.  Bir  sıcak  dokunuş,  meğer,  yüzyıllarca  varlığını 

koruyor. 

Sonra, Ulalinka deresi kıyısına bir arkeoloji heyeti gitti, Aleksey Pavloviç’in yönetimi altında 

kazılar başladı. 

Şehir  bahçesinde,  her  zamanki  gibi,  akşamları  bando  çalmakta,  buraya  dinlenmeye 

gelmekteydiler; arkeologlar  ise,  insanların  şaşkın  bakışları altında, metrûk mağarayı ortaya 

çıkardılar. Sonradan anlaşıldığı gibi, Altay’daki ilkel insan kampının en eskisini. Onu çıkardılar 

ve Ulalin Kampı adını verdiler. Yanı başında akan Ulalinka deresi adından dolayı. 

Altay’da  çok  geçmeden  ilkel  insanlara  âit  başka  kamplar  ortaya  çıkardılar.  Orada  eski 

insanlar  tarafından  yapılan  taş  baltalar,  bıçaklar,  ok  ve  mızrak  uçları  da  buldular...  Yavaş 

yavaş Eski Altay ve onun târihi hakkındaki bilgiler arttı. 

Kimi  buluntular  düpedüz benzersiz (ünik)  idiler; onlar  îtibarlı  ilim adamlarını  bile  şaşırttılar. 

Onların her şeyi alışılmışın dışında, eski insanların diğer kamplarındakilerden tamâmen farklı 

idi.  Meselâ,  taş  bıçaklar  ve  hançerler,  ustura  gibi  keskin  idiler.  Onlarla  tıraş  olmak 

mümkündü. 

Taş, usturadan daha keskin olur mu?! Böylesi olmaz. Ama tam da böyleydi. Eski Altay’ın ilkel 

insanları,  bıçakları  usturadan  daha  keskin  yapmışlardı.  İlim  adamları,  bunlar  hakkında  çok 

tartıştılar,  uzun  zaman  şüphelendiler.  Çağdaş  bir  insan  bile  bunun  gibisini  yapmıyor. 

Yapamıyor. Âletler ve çok hassas tezgâhlar gerekli. 

Altaylılar,  hiç  bir  âlet  ve  tezgah  olmadan  yapmışlardı!  Nasıl?  Çok  basit.  Gerçekten,  bu 

dâhiyâne basitliği anlamak için, arkeologlar, fizikçilere yöneldiler, onlarla birlikte denemeler 

yaptılar. Ve gerçeklere birlikte ulaştılar. 

Altaylı  ustalar,  meğer,  gezegenin  bütün  ilkel  insanlarının  yaptıkları  gibi,  taşı  diğer  taşlara 

sürterek  aşındırıp  inceltmemişlerdi.  Onlar,  taşları  ateş  ve  su  ile  işlemişlerdi.  Bu  sebeple, 

onların âletlerinin dünyâda benzerleri yoktu. 

Elbette,  o  kadar  ciddî  işleme  her  taş  dayanamazdı.  Sâdece  nefrit,  siyah  damarlı  ve  çok 

sağlam, nâdir bulunan yeşilimsi bir mineral buna uygundu. Altay’da nefrit mâdeni yatakları 

vardır; mağaraların ilk sâkinleri, onlardan haberdar idiler. 




Yüklə 0,83 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   34




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə