Microsoft Word kip\307aklar



Yüklə 0,83 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə7/34
tarix19.07.2018
ölçüsü0,83 Mb.
#57002
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   34

Türkler,  bâzı  dağların  zirvelerinde  obo  (mâbet)  tesis  ettiler.  Buraya  kurbanlar  sundular, 

burada  günahlardan  arındılar.  Onun  için,  Eski  Altay  dağlarının  isimlerinde,  bâzan  “obo” 

kelimesine  rastlanıyor.  Obo-Ozı,  Obo-Tu.  Günâhkâr,  uzaktan  buraya,  zirveye,  kendi 

günâhıyla  aynı  büyüklükte  taş  getirirdi.  Bu  taşı,  dağların  eteklerinde  kendisi  seçer  ve 

omuzlarında taşırdı. Böyle “af dileme taşları” ile oboyu döşerlerdi. 

Eski  Türkler,  dağları  tanrılaştırdılar  ve  burada  af  dilendiler.  Çünkü,  halkın  uğur  anlayışına 

göre, ölmüş ataların ruhları buraya geliyorlar ve mahkeme idâre ediyorlardı. Fakat, her dağa 

değil, sâdece mukaddes olana... 

Bir  dağ  nasıl  mukaddes  oldu?  Niçin?  Tabiî  ki,  şimdi  hiç  kimse  hatırlamıyor.  Türk  milletinin 

meçhul kalan esrârı mı? Belki ihtiyarlar bu konuda bir şeyler biliyorlar; fakat susuyorlar. 

En meşhûru, her zaman, Üç Sümer (zirve) dağı sayıldı. O, Dünyâ (Meru)’nın Merkezi idi. Her 

şey oradan başlıyor ve her şey orada bitiyordu. Burası, Eski Altay’daki en mukaddes yerdi; 

hattâ orada fısıltı ile konuşulurdu. Yakınında avlanılmazdı... Otu, çöpü koparılmazdı. Günâhtı. 

Daha sonra diğer mukaddes zirveler –Borus, Han-Tengri, Kaylasa...– bulundu. Onların hepsi 

Türk  milletinin  mukaddes  yerleriydi.  Bayramlarda  binlerce  insan,  onların  çevresinde 

toplanırdı.  Bu  mukaddes  yerler  unutulmadı;  gerçekten,  bu  gün  onlara  tek-tük  insanlar 

gidiyorlar. 

Eski  Türkler,  sâdece  ırmaklara  ve  dağlara  tapınmadılar.  Yılda  bir  kez  çam  bayramı 

düzenlediler.  Bu  bayram,  çocuklar  ve  yetişkinler  için  en  uzun  süre  sabırsızlıkla  beklenen 

bayramdı. Bu gelenek de unutulmadı. 

ÇAM BAYRAMI

 

Altay’daki  çamlar,  her  zaman,  şaşılacak  kadar  güzeldiler.  Oklar  gibi  düzgün.  Çam,  eskiden 



Türklerde  mukaddes  ağaç  sayılırdı.  Onu  eve  “alırlardı”.  Onun  şerefine,  daha  üç-dört  bin  yıl 

önce, insanların putlara tapındıkları zamanlarda, bayramlar düzenlediler. 

Bayram,  ilkin  Dünyâ’nın  merkezinde,  tanrıların  ve  ruhların  dinlendikleri  yerde  yaşayan 

Yer-su’ya adanırdı.   

Yer-su’nun yanında, gür beyaz sakallı bir ihtiyar olan Ülgen bulunurdu. İnsanlar, onu dâimâ, 

zengin kırmızı kaftan içinde gördüler. Ülgen, aydınlık ruhların reisi idi. O, altın kapıları olan 

altın  yer-altı  sarayında,  altın  bir  taht  üzerinde  oturmaktaydı.  Güneş  ve  ay,  ona  itaat 

ederlerdi. 

Çam  bayramı,  kışın  en  soğuk  zamanında,  karakışta,  25  Aralık’ta  yapılırdı.  O  zaman,  gün 

geceye  gâlip  gelirdi.  Ve  güneş,  toprak  üzerinde  biraz  daha  uzun  süre  kalırdı.  İnsanlar, 

Ülgen’e  duâ  ederler,  güneşin  dönüşü  için  ona  teşekkür  ederlerdi.  Duâların  işitilmesi  için 

Ülgen’in  sevgili  ağacı  olan  çam  süslerlerdi.  Onu  eve  getirirler,  dallarına  parlak  kurdelalar 

bağlarlar, yanına hediyeler yığarlardı. 

Bütün  gece,  güneşin  karanlığa  gâlibiyeti  hâdisesi  dolayısıyla  eğlenirlerdi.  Bütün  gece 

“Koraçun, Koraçun” diye bağırırlardı. Böylece bayramı “Koraçun” diye adlandırdılar; bu söz, 

eski Türklerin dilinde, “azalsın” mânâsına geliyordu... 

Yâni, gece azalsın, gündüz artsın. 

Çamın  etrâfında  sabaha  kadar  “inderbay”  adı  verilen  bir  halka  (dâirevî)  oyunu  oynarlardı: 

insanlar, güneşi sembolize eden dâireye katılırlardı. Böylece, semâvî ışık vereni (güneşi) geri 

dönmeye  çağırırlardı.  Herkes,  en  mahrem  dileğin,  esrârengiz  bu  gecede,  değişmeden 




gerçekleşeceğine inanırdı. 

Gerçekten  de,  Ülgen,  bir  kere  olsun  red  cevâbı  vermedi,  hayatta  bir  kere  olsun  mahcup 

etmedi: Bayramdan sonra gece dâimâ kısaldı; kızıl güneş ise, hep, gökyüzünde daha uzun, 

daha uzun süre kaldı. 

Çam, “Ülgen’in ağacı” diye adlandırıldı. O, tanrıların ve ruhların yer-altı dünyâsı ile insanların 

dünyâsını  birbirine  bağlardı.  Çam,  ok  gibi,  yukarıya,  gökyüzüne  çıkan  yolu  gösteriyordu... 

Rusça’daki “daroga”(yol), “put’ (yol) mânâsına  gelen  Türkçe “yol” kelimesi  buradan (çamın 

adından= yol’-yolka) geliyor. 

İşte ağacın adının geldiği yer! 

Bunca  yüzyıl  geçti,  ama  eski  bir  bayram  unutulmadı.  Yeni  yıl  ağacı  (çam)  bayramı,  bugün 

herkesin mâlumu! Ülgen, gerçekten, yeni bir ad –Ayaz Ata– aldı; fakat onun bayramdaki rolü 

ve kıyâfeti aynen kaldı. 

Eskiden olduğu gibi, çamların çevresinde halka oyunu oynuyorlar. Kimse, konunun farkında 

değil... 

Bu  arada,  kaftan,  şapka,  kuşak,  deri  çizme  yâni  Ayaz  Ata’nın  kıyâfeti  de  eski  Türklerin 

gardırobundan.  Onlar,  tıpatıp  böyle  bir  kıyâfet  içinde  dolaşıyorlardı.  Arkeologlar,  bunun 

doğruluğunu mükemmel bir şekilde ispat ettiler. 

Ülgen,  efsânelerin  söyledikleri  gibi,  bâzan  kılık  değiştirirdi.  O  zaman  Erlik  adını  alırdı. 

Bununla  birlikte,  Erlik’in  Ülgen’in  kardeşi  olması  mümkündür... Şimdi  gerçeklerin  iç  yüzünü 

öğrenmek güç; bunca yüz yıl geçti. Gâlibâ, bu o kadar da mühim değil. 

Çok daha mühim başka bir şey var... Eski Türklerde Ülgen ve Erlik, iyiliği ve kötülüğü, ışığı 

ve karanlığı temsil ediyorlardı. Onun için, 25 Aralık’ta, bütün insanlar, hattâ en kötüler bile, 

iyi  ve  cömert  olmaktaydılar.  Bu  târihte,  Erlik,  kötülük  sembolüdür.  O,  bu  gün  torba  içinde 

hediyeler  getirirdi.  Çocuklar  da  onu  ararlardı.  Onlar,  şarkılarla  dolaşırlar,  tekerlemeler 

söylerlerdi.  (Türkçe  “kolyad”  sözü,  kelimesi  kelimesine  şöyle  çevriliyor:  “mutluluk,  saadet 

dileme”.) 

ESKİ ALTAY’DAKİ RESİMLER

 

Eski  Türkler  çok  gözlemci  idiler.  Tabiattan  korkmazlar,  ondan  gizlenmezler,  onu  anlamaya 



çalışırlardı.  Yavaş  yavaş,  kendi  dünyâları  ve  bilgileri  oluştu.  Kendilerine  âit  fevkalâde  eşsiz 

Türk kültürü teşekkül etti. Ne yazık ki, bu kültür hakkında şimdilik çok az şey biliniyor; ilim 

adamları, onu hemen hemen incelemediler. 

Türklerin geçmişini incelemede, sanatkârların resimleri, arkeologlara yardımcı oldular. Onlar, 

çok  zamandan  beri  Altay  dağlarındaki  kayalar  üzerinde  duruyorlardı.  Resimler  öncelikle 

şaşırtıcıdırlar; onlarda uzak geçmişin tasvirleri, hayattan sahneler vardır. 

Tabiî, eski sanatkârların sanatını çağdaş insanlardan çok azı anlıyor, kavrıyor. Buradaki her 

çizgi,  her  ayrıntı  ve  siluet  derin  mânâlar  taşıyor.  Meselâ,  eski  Türk  kültüründe  koyun 

zenginliği, refâhı temsil ediyor. Aslan iktidârı, hâkimiyeti; kaplumbağa sonsuzluğu, sükûneti; 

at savaşı; fâre ürünü; ejderhâ ise güneşi, refâhı ve mutluluğu. 

Sâdece  bir  sûret,  onun  gerisinde  ise,  hislerin  ve  düşüncelerin  denizini  uyandıran  bütün  bir 

manzûme duruyor. İnsanların nasıl yaşadıkları, ne hakkında konuştukları, neden korktukları, 

neye tapındıkları, sanatkârların resimlerinde ortaya çıktı. Kısacası, hayat. 



Yüklə 0,83 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   34




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə