Stephen King Maça Kızı



Yüklə 2,05 Mb.
səhifə25/43
tarix22.07.2018
ölçüsü2,05 Mb.
#58435
1   ...   21   22   23   24   25   26   27   28   ...   43

Carol başını salladı. "Bogie Bogie'dir."

"Çok doğru," dedimse de, Malta Şahini olmasını diliyordum.

Öyleydi. Filmin yarı yerinde Bogie, gay numarasını yapan kötü niyetli Peter Lorre'a inanmayarak ve hafif bir alayla bakarken ben de Carol'a baktım. O da bana bakıyordu. Eğildim ve John Huston'un bu ilk filminin siyah-beyaz ay ışığında kızın patlamış mısır ve tereyağı bulaşmış dudaklarını öptüm. Dudakları tatlı ve hevesliydi. Biraz geri çekildim. O hâlâ bana bakıyordu. Küçük gülümseyişi geri dönmüştü. Bana patlamış mısır torbasını uzattı. Ben de ona çikolatalarımdan ikna ettim ve filmin kalan kısmını seyrettik.


11
Chamberlain-King-Franklin yatakhaneler sitesine dönerken düşünmeden onun elini tuttum. Parmaklarını benimkilerin etrafında kıvırdıysa da, şimdi tavrında bir ilgisizlik seziyordum.

"Denizde İsyan'ı görmek için dönecek misin?" diye sordu. "Biletini atmadıysan dönebilirsin. Olmazsa sana kendi biletimi verebilirim."

"Hayır. Jeoloji çalışmam gerekiyor."

"Bunun yerine kart oynayacağına bahse girerim."

"Bu hiç işime gelmez," dedim. Sözlerimde samimiydim. Niyetim yatakhaneme dönüp çalışmaktı. Gerçekten de öyleydi.

Carol, "Yalnız Başına Verilen Savaş veya Burslu Bir Öğrencinin Hayatı" dedi. "Charles Dickens'den acıklı bir roman. Finansal Yardım Ofisi'nin bağışını iptal ettiğini öğrenen yürekli Peter Riley'nin kendini nehre attığını öğrenince ağlayacaksınız."

Güldüm. Carol çok zekiydi.

"Biliyorsun, ben de benzer bir durumdayım. Eğer işi yüzümüze, gözümüze bulaştırırsak bir çifte intihar düzenleriz. Sonumuz Penobscot nehri olur. Hoşça kal zalim dünya."

"Zaten Connecticut'lı bir kızın Maine Üniversitesi'nde ne işi var?"

"Bu iş biraz karmaşık.. Ve eğer beni yine dışarı çıkarmayı düşünüyorsan, yaşımın küçük olduğunu bilmelisin. On sekizime girmek için kasımın gelmesi gerekiyor. Yedinci sınıfı atladım. Annemle babamın boşandıkları yıldı bu ve kendimi çok mutsuz hissediyordum. Ya durmadan ders çalışacaktım ya da Harwich Lisesi'nin köşebaşı kızlarından biri olup çıkacaktım. Biliyorsun, Fransız usulü öpüşmede ihtisas yapan ve on altısında gebe kalan kızlardan. Ne tür kızlardan söz ettiğimi biliyorsun."

"Tabii." Gates'de onları kafelerin ve kafeteryaların dışında kıkırdayan küçük grupların içinde görebilirdiniz. Arka camlarında FRAM veya QUAKER EYALETİ yazan çıkartmalar bulunan elden düşme, fakat hızlı şiarının veya Plymouth'larının içinde gelecek delikanlıları bekliyorlardı. Aynı kızları ana caddenin öbür ucunda on yaş daha büyük ve kilo daha ağır olarak Chucky'nin Meyhanesi'nin dışında bira ve-daha sert içki yuvarlayan kadınlar olarak da görebilirdiniz.

"Günlerim gece, gündüz çalışmakla geçiyordu. Babam donanmadaydı. Bir sakatlık nedeniyle donanmadan ayrıldı ve buraya, Maine'e taşındı... Kıyıdaki Damariscotta'ya."

Başımı salladım. Diane Renee'nin gönüllü olup donanmaya katılan erkek arkadaşı aklıma gelmişti.

"Ben Connecticut'ta annemle oturuyor ve Harwich Lisesi'ne gidiyordum. On altı farklı okula başvurdum ve üçü dışında hepsi tarafından kabul edildim... Ama..."

"Ama sizin okul masraflarınızı ödemenizi bekliyorlardı, siz ise bunu yapacak durumda değildiniz."

Genç kız başını eğdi. "Sanırım, seçme bursları belki yirmi puan yüzünden kaçırdım. Program dışı bir iki işin yararı olurdu, ama ben kitaplardan başımı kaldıramıyordum. Hem o sıralar Sully-John'la sıkı fıkıydım..."

"Erkek arkadaşın, değil mi?"

Genç kız "evet" der gibi başını eğdi, ama Sully-John onu fazla ilgilendiriyormuş gibi davranmıyordu. "Gerçekçi bir finansal yardım sağlayan biricik iki okul Maine'le Connecticut üniversiteleriydi. O sıralarda annemle pek iyi geçinemediğim, hatta sürekli kavga ettiğim için Maine'de karar kıldım."

"Babanla daha mı iyi geçiniyordun?"

Geç kız dudak büktü. "Onu neredeyse hiç görmüyorum. Bir kadınla yaşıyor... çok içiyor ve durmadan dalaşıyorlar. Ancak, o bu eyalette oturuyor, ben de kızıyım. Burası ise eyaletin sınırları içindekilere yardım veren bir kolej. Bütün gereksinimlerimi elde ettiğimi söyleyemem -Connecticut Üniversitesi daha avantajlıydı- ama ben biraz çalışmaktan korkmam. Sırf uzaklaşmak için buna değer."

Carol gece havasını içine çekip bıraktı. Franklin'e aşağı yukarı varmıştık. Lobide gençlerin sert plastik sandalyelerde oturup kız arkadaşlarının aşağı inmelerini beklediklerini görebiliyordum. Carol, "sırf uzaklaşmak için buna değer," demişti. Kastettiği annesi, kent ve ailesi miydi, yoksa erkek arkadaş da buna dahil miydi?

Carol'un yatakhanesinin önündeki geniş çift kanatlı kapıların önüne vardığımızda kollarımı omuzlarına doladım ve onu tekrar öpmek üzere eğildim. Genç kız ellerini göğsüme dayayarak beni durdurdu Geri çekilmedi, sadece beni durdurdu. O kendine özgü gülümseyişiyle yüzüme baktı. O gülümseyişini sevebilirdim; gecenin orta yerinde bu gülümseyişi düşünerek uyanabilirdiniz. Mavi gözleriyle sarı saçlarını da düşünebilirdiniz, ama en çok gülümseyişini. Dudakları sadece biraz kıvrılmıştı, ama ağzının köşelerinde buna rağmen gamzeler oluşuyordu.

"Erkek arkadaşımın adı John Sullivan," dedi. "Hani şu boksör gibi. Şimdi de sen kız arkadaşının adını bana söyle."

"Annmarie," derken bu adın ağzımdan dökülüşü pek hoşuma gitmedi. "Annmarie Soucie. Bu yıl Gates Falls Lisesi'nin son sınıfında." Carol'u salıverdim. O zaman ellerini göğsümden çekti ve benim ellerimi yakaladı.

"Bu bilgilendirme," dedi. "Hâlâ beni öpmek istiyor musun?"

Evet gibilerden başımı eğdim. Her zamankinden fazla istiyordum.

"Pekâlâ." Genç kız bana yüzünü yaklaştırdı, gözlerini kapadı ve dudaklarını biraz araladı. Merdivenin dibinde babasının iyi geceler öpücüğünü bekleyen bir çocuğa benziyordu. O kadar tatlıydı ki, az daha gülüyordum. Ama bunu yapacak yerde eğilip onu öptüm. O da zevkle ve heyecanla öpücüğüme karşılık verdi. Dillerimiz birbirine değmemesine rağmen çok ateşli bir öpücüktü. Geri çekildiğinde yanaklarını ateş basmış, gözleri parlamıştı. "İyi geceler," dedi. "Sinema için teşekkür ederim."

"Yine gidelim mi?"

"Bunu düşünmem lazım," dedi. Gülümsüyordu, ama bakışları ciddiydi. Herhalde erkek arkadaşını düşünmüştü. Ben de Annmarie'yi düşündüğüm için biliyordum bunu. "Evet, düşünmelisin," dedim. "Seni pazartesi günü kap kaçak çanak sırasında görürüm. Hangi yemeklerde çalışacaksın?"

"Öğle ve akşam yemeklerinde."

"Bana da kahvaltıyla öğle yemeğini verdiler. Öyleyse öğle yemeğinde görüşürüz. Daha fazla Maine fasulyesi ye," dedim. Bu da onu güldürdü. İçeri girdi. Dışarda durup arkasından bakarken ceketimin kalkık yakası, ceplerime soktuğum ellerim ve dudaklarımın arasında bir sigarayla kendimi Bogie gibi hissettim. Carol'un resepsiyon masasındaki kıza bir şey söylediğini, sonra da yukarı çıkarken hâlâ güldüğünü duydum.

Mehtapta Chamberlain'e dönerken jeosenklinal• konusunda ciddi olmaya kararlıydım.


12
Üçüncü kat salonuna sadece jeoloji kitabımı almak için girdim. Yemin ederim ki doğru. Her masa -artı başka katlardan kaçırılan bir iki masa daha- King oynayan budala dörtlülerle doluydu. Hatta bir grup yerde bağdaş kurmuş ve kartları üzerinde büyük bir dikkatle yoğunlaşmıştı. Bu durumda yogilere benzemişlerdi. Ronnie Malenfant bütün odadakileri kapsayan bir tavırla, "Boklu karıyı kovalıyoruz!" diye bağırdı. "O kahpeyi mahvedeceğiz, çocuklar!"

Jeoloji kitabımı bütün gün ve gece yattığı sedirin üstünden aldım (Birisi üstüne oturarak iki yastığın arasına itmişti, ama o bebek tamamıyla gizlenemeyecek kadar büyüktü.) ve ona amacı belirsiz bir sanat eseriymiş gibi baktım. Hauck Salonu'nda Carol Gerber'in yanında otururken bu çılgın kart partisi bana bir düş gibi gözükmüştü. Şimdi düşleşen ise Carol'du; gamzeleri ve bir boksörün adaşı olan erkek arkadaşıyla Carol. Cebimde hâlâ altı dolar vardı ve oynanmakta olan oyunların hiçbirinde bana yer bulunmayışından dolayı düş kırıklığı duymam saçma olurdu.

Yapmam gereken şey dersime çalışmaktı. Jeosenklinalle dost olmam gerekiyordu. İkinci kat salonuna yerleşir veya belki de bodrum katındaki bir yemekhanede sakin bir köşe bulurdum.

Tam koltuğumun altında Jeoloji Tarihi'yle çıkmaya hazırlandığım sırada Kirby McClendon kâğıtlarını masanın üstüne fırlattı ve "Allah belasını versin! O kahrolası Maça Kızı canıma okudu! Tükendim size borçlu kalacağım çocuklar," diye bağırdı. Arkasına bakmadan yanımdan geçti, kapıdan çıkarken de başını eğdi - o derece uzun boylu olmanın bir tür bela olduğunu düşünmüşümdür hep. Bir ay sonra Kirby iyiden iyiye tükenecekti; geçirdiği şiddetli bir sinir krizinden ve başarısız bir intihar girişiminden sonra korkan ailesi tarafından üniversiteden alınacaktı. O sonbahardaki King manisinin ilk kurbanı değildi, sonuncusu da olmayacaktı, ama iki şişe dolusu portakal aromalı bebek aspirini yutarak kendini yok etmeye çalışan biricik arkadaşımızdı

Lennie Doria onun arkasından bakmaya gerek bile görmedi. Bunun yerine bana baktı. "Oturmak ister misin, Riley?"

İçimde, ruhum için kısa, fakat gerçek bir savaş yaşadım. Ders çalışmak zorundaydım. Çalışmayı planlamıştım ve bu, benim gibi finansal yardımla okuyan biri için iyi bir plandı. Herhalde burada, bu dumanlı odada oturup kendi Pall Mall'larımın egzosunu oradaki sise katmaktan çok daha akıllıca olurdu.

Gelgelelim, "Niye olmasın?" diyerek oturdum ve sabahın birine kadar King oynadım. En sonunda sendeleyerek odama döndüğümde, Nate yatağına uzanmış Kutsal Kitap'ı okuyordu. Her gece uykuya dalmadan önce son yaptığı şeydi bu. Bana söylediğine göre bu, Tanrı'nın Sözü'nü üçüncü hatmedişiydi. Şimdi de Nehemya'nın Kitabı'na varmıştı. Sakin bir merakla bana baktı, zaten bakışı fazla değişmezdi. Şimdi düşünüyorum da Nate zaten hiçbir zaman fazla değişmemişti. Dişçilik okuluna hazırlık sınıfındaydı. Kararından da hiç caymadı. Bana son yolladığı Noel kartına Houlton'daki yeni muayenehanesinin bir fotoğrafını iliştirmişti. Fotoğrafta Doğu'nun üç kralı muayenehanenin önündeki karlı çimlik alanda içi saman dolu bir beşiğin etrafında duruyordu. Meryem Ana'yla Hazreti Yusuf'un arkasında, kapının üstündeki tabelayı okuyabiliyordunuz: NATHANIEL HOPPENSTAND, D.H.U. Cindy ile evlendi. Hâlâ da evliler, üç çocukları da büyüdü. Sanırım, Rinty ölmüş, yerine bir yenisi alınmıştır.

Nate, "Kazandın mı?" diye sordu. Yıllar sonra bir perşembe gecesi poker oyununun sonunda ve yarı sarhoş halde, neredeyse karımın kullanacağı aynı ses tonuyla konuşmuştu.

"Aslında kazandım sayılır," dedim. Ronnie'nin oynadığı bir masaya geçmiş ve kalan altı dolarımın üçünü kaybetmiş, sonra başka bir asaya geçerek kaybettiğim parayı birkaç dolar fazlasıyla geri almıştım Ama jeosenklinal tektonik levhalarla ilgilenmeye fırsat bulamamıştım.

Nate'in arkasında kırmızı-beyaz yollu pijamalar vardı. Düşünüyorum da üniversitede odamı paylaştığım erkek veya kız arkadaşlar arasında pijama giyen tek kişiydi. Diane Renee Sings Navy Blues albümüne tek sahip olan da oydu. Ben soyunmaya başlarken Nate yorganının altına kaydı ve masasının üstündeki lambayı söndürmek için arkasına uzandı.

Gölgeler odanın ona ait yarısını yutarken, "Jeolojini çalışabildin mi bari?" diye sordu.

"Jeolojide iyi durumdayım," dedim. Yıllar sonra o geç saate kadar süren poker partilerinden döndüğüm ve karım da ne kadar sarhoş olduğumu sorduğu zaman aynı neşeli ses tonuyla, "Eh, bir iki kadeh yuvarladım," diyecektim.

Kendimi yatağıma attım, kendi lambamı söndürdüm ve başım yastığıma değer değmez uykuya daldım. Düşümde King oynuyordum. Ronnie Malenfant kartları dağıtıyordu; Stoke Jones salonun kapı aralığında koltuk değneklerine abanarak duruyor ve beni gözlüyordu -daha doğrusu hepimizi- Massachusetts Körfez Kolonisi'nin bir püriteninin asık suratlı hoşnutsuzluğuyla gözlüyordu. Düşümde masanın üstünde koca bir para yığını vardı: Buruşuk beşlik ve birlik banknotlar halinde yüzlerce dolar, posta havaleleri, hatta bir iki şahsi çek yatıyordu. Önce paralara, sonra da kapı aralığına baktım. Carol Gerber şimdi Stokely'nin bir yanında duruyordu. Akide şekeri kamışı pijamalarının içindeki Nate ise Stokely'nin öbür yanındaydı. Carol, "Bilgilendirilmek istiyoruz," dedi.

"İstediğini alamayacaksın," diye karşılık verdim; TV şovunda Patrick McGoohan'ın İki Numara'ya verdiği karşılık daima bu oluyordu.

Nate, "Pencereni açık bırakmışsın, Pete. Oda soğudu, kâğıtlar da dört bir yana uçuştu," dedi.

Buna verilecek uygun bir karşılık düşünemediğimden bana verilen kartları aldım ve yelpaze gibi açtım. On üç karttı ve hepsi de Maça Kızı'ydı. Hepsi la femme en noir'û! Hepsi Kahpe Kız'dı.


13
Vietnam'da savaş iyi gidiyordu, Güney Pasifik'te bir geziye çıkmış olan Lyndon Johnson öyle demişti. Bununla beraber birkaç önemsiz aksilik de olmuştu. Viet Kong, Saygon'un çevresinde üç Amerikan Hu-ey'i düşürdü. Biraz daha uzakta bin Viet Kong askeri bunun en az iki katı kadar Güney Vietnamlı kara askerini bozguna uğrattı. Mekong Deltası'nda Amerikan gambotlarının batırdığı yüz yirmi Viet Kong nehir devriye gemisinin önemli sayıda mülteci çocuğunu taşımakta olduğu anlaşıldı. Amerika o ekim ayında dört yüzüncü uçağını, bir F-105 Thunderchief'i kaybetti. Pilot paraşütle atlayarak kurtulmuştu. Manila'da Güney Vietnam Başbakanı Nguyen Cao Ky bir sahtekâr olmadığında ısrar ediyordu. Ona göre, kabinesinin üyeleri de zimmetlerine para geçirmemişlerdi ve bir düzine kadar bakanın kendisi Filipinler'deyken istifa etmeleri sadece bir rastlantıydı.

San Diego'da Bob Hope cepheye gidecek askerler için bir şov düzenledi. "Bing'i çağırıp onu da sizinle yollamak istedim, ama o pipolu alçak kaytardı." Askerler gülmekten kırıldılar.

Kjh ile Mysterian'lar radyoya hâkimdiler. "96 Gözyaşları" adlı şarkıları muazzam bir sükse yaptı. Başka bir şarkıları da olmadı.

Honolulu'da hula-hula kızları Başkan Johnson'u karşıladılar.

Birleşmiş Milletler'de Sekreter U Thant Amerikan temsilci Arthur Goldberg'den Kuzey Vietnam'ın bombardımanının hiç değilse geçici olarak durdurulmasını rica ediyordu. Arthur Goldberg Thant'ın istemini iletmek için Hawai'deki Büyük Beyaz Peder'le bağlantı kurdu. Lei'si• belki hâlâ boynunda olan Büyük Beyaz Peder, kesinlikle olmaz, biz bir Viet Kong durduğu zaman dururuz dedi, o vakte kadar 96 gözyaşı dökeceklerdi. En az 96 (Johnson hula-hula kızlarıyla beceriksiz dans yaptı- Bunu Huntley-Brinkley Raporu'nda seyrettiğimi ve onun tanıdığım bütün öbür beyaz adamlar gibi dans ettiğini hatırlıyorum.) Greenwich Village'te bir barış yürüyüşü polis tarafından dağıtıldı. polis yürüyüşçülerin izin almadıklarını söyledi. San Francisco'da değneklerin ucunda plastik kafatasları taşıyan ve pandomimciler gibi yüzleri beyaza boyalı savaş protestocuları da gözyaşartıcı bombayla damıtıldılar. Denver'de polisler Boulder'deki Chautauqua Parkı'ndaki bir savaş karşıtı toplantısını ilan eden binlerce posteri yırttılar. Polis bu tür ilanları yasaklayan bir hüküm bulmuştu. Denver polis müdürü aynı hükmün sinema, eski elbise dağıtımı, deniz aşırı gidecek askerler için düzenlenen dansları veya kaybolan evcil hayvanları bulacaklara ödül vaatleri içeren ilanları içermediğini ileri sürdü. Müdür bu tür posterlerin politik içerikli olmadıklarını söylüyordu.

Doğu Annex'inde bir oturma eylemi vardı; Coleman Chemicals burada iş görüşmeleri yapıyordu. Coleman da Dow gibi napalm üretiyordu. Coleman'ın aynı zamanda botulin bileşiği ve antrax da ürettiğini firma 1980'de iflas edene kadar kimse bilemedi. Maine Kampus dergisinde protestocuların götürülmelerini gösteren küçük bir resim vardı. Daha büyük bir fotoğrafta ise bir protestocunun bir kampus polisi tarafından Doğu Annex'inin kapısından dışarıya sürüklendiği, bir başka polisin ise protestocunun koltuk değneklerini tuttuğu görülüyordu. Söz konusu protestocu, arkasında serçe izleri bulunan paltosunu giymiş Stoke Jones'du tabii. Eminim, polisler ona kötü davranmıyorlardı; savaşı protesto edenler o tarihte henüz can sıkıntısından çok, bir yeniliktiler, ama iri yarı polisle sendeleyen çocuğun birlikteliği resmin ürpertici gözükmesine neden oluyordu. Bob Dylan'ın deyişiyle "oyunun sertleştiği" 1968 ile 1971 arasında bunu defalarca düşündüm. o sayıdaki en büyük fotoğraf üniformalı kalabalıkların, YSEG'li gençleri, yani yedek subaylık eğitimi görenleri güneşli futbol stadyumunda yürürken seyredişini gösteriyordu. Başlıkta ise MANEVRALAR REKOR SAYIDA KALABALIĞI CEZBEDİYOR deniliyordu.

Daha yakın bir yerde bir Peter Riley jeoloji testinden bir D, iki gün sonraki bir sosyoloji testinden de bir D-artı aldı. Cuma günü, Pazartesi sabahı teslim ettiğim tek sayfalık bir deneme yazısını iade ettiler ki Restoranlarda Erkeklerin Kravatlı Olması Gerekiyor mu Gerekmiyor mu?'ydu. Ben gerekmediği yanıtını seçmiştim. Bu küçük egzersiz büyük bir kırmızı C ile işaretlenmişti; lise İngilizcesindeki A'larımla skolastik yetenek sözlülerindeki 740'lık puanımdan sonra Maine Üniversitesi'ne gelişimden beri ingilizceden aldığım ilk C'ydi bu. Bu kırmızı işaret bende testlerdeki D'lerden daha fazla şok etkisi yaptı, aynı zamanda da kızdırdı. Bay Babcock sayfanın başına, "Her zamanki net görüşlerin mevcut, ama bu kez ne kadar anlamsız gözüktüğü ortada. Mizah anlayışın becerikliliğini gösteriyorsa da keskin bir nüktedanlıktan uzak. Bu C sadece bir armağan. Şapşal bir çalışma." diye not düşmüştü.

Dersten sonra Bay Babcock'a yaklaşıp iki laf etmeyi düşündüm ama sonra bu fikirden caydım. Papyon kravatlar ve kocaman kemik çerçeveli bir gözlük takan Bay Babcock, dört hafta içinde yeri eşeler gibi not koparanların bir üniversite çevresinde en aşağı sınıfı oluşturdukları kanısında olduğunu açık seçik ifade etmişti. Üstelik vakit öğleydi. Ovaların Sarayı'nda bir şeyler yiyebilirsem saat bire kadar Chamberlain Üç'e varmış olabilirdim. Salondaki bütün masalar (ve odanın dört köşesi birden) o öğleden sonra saat üçe kadar dolacaktı, ama saat birde bir yer bulabilirdim. O sırada yirmi dolar kârdaydım ve verimli bir ekim sonu hafta sonunu ceplerimi daha fazla doldurarak geçirmeyi planlıyordum. Lengyll Jimnastik Salonu'ndaki cumartesi gecesi dansına gitmeyi de planlıyordum. Carol benimle gitmeyi kabul etmişti. Popüler bir kampus grubu olan Cumberland'ler partide çalacaklardı. Birkaç kez 96 Gözyaşları'nı çalacakları da kesindi.

Nate Hoppenstand'in ağzıyla konuşan vicdanımın sesi, hafta sonunun hiç değilse bir kısmını kitap karıştırarak geçirmemi öneriyordu, iki bölüm jeoloji, iki bölüm sosyoloji, kırk sayfa da tarih (orta çağlar) okumam, artı ticaret yollarıyla ilgili bir dizi soruyu yanıtlamam gerekiyordu.

O sese, onu da yapacağım, merak etme, onu da yapacağım dedim. Pazar çalışma günümdür. Buna güvenebilirsin. Pazar günü bir süre gerçekten de bir şeyler okudum. İki oyun arasında okudum onları.

Derken oyun ilginçleşti, kitabım da sedirin altını boyladı. Pazar günü geç saatte yatmaya hazırlanırken kazandığım paranın eksildiği yetmezmiş gibi, derslerimde de fazla bir ilerleme kaydetmediğimi hatırladım. Dahası, bir yere edeceğim telefonu da ihmal etmiştim.

Carol, "Elini sahiden oraya koymak istiyorsan," demiş, bunu söylerken o komik gülümseyişini, gamzelerden ve gözlerindeki o bakıştan oluşan o gülümseyişini göstermişti. Elini sahiden oraya koymak istiyorsan.

Cumartesi gecesinin danslı partisinin yarısında o ve ben birer sigara içmek için dışarı çıkmıştık. Ilık bir geceydi. Lengyll'in tuğla kuzey duvarı boyunca ise belki yirmi çift Chadbourne Hall'un yukarsında ay yükselirken sarmaş dolaş öpüşüyordu. Carol'la ben de onlara katıldık. Çok geçmeden elim kazağının içindeydi. Baş parmağımla sutyeninin pamuklusunu ovuşturdum ve meme başının sertleştiğini hissettim. Benim ateşim yükseliyordu. Onunkinin de yükseldiğini hissettim. Kolları boynuma dolanmış halde yüzüme bakarken, "Elini sahiden oraya koymak istiyorsan, birisine telefon konuşması borçlusun. Tamam mı?" dedi.

Yavaş yavaş uykunun koynuna yuvarlanırken, buna vakit var, diye düşündüm. Derslerime çalışmak için bol bol vakit var, telefon etmek için de bol bol vakit var. Bol bol vakit.


14
Skip Kirk bir antropoloji testinde çuvalladı, soruların yarısını tahminle yanıtladı ve bir elli sekiz aldı. Bir ileri kalkülüs testinde bir C-eksi aldı; bu kadarını başarmasını ise lisedeki son matematik dersinin aynı konseptleri kapsamasına borçluydu. Aynı sosyoloji sınıfındaydık ve o testte D-eksi alarak ucu ucuna bir yetmiş puan toparlayabildi.

Sorunları olanlar yalnız biz değildik. Ronnie, King oyununda daima kazanan taraf oluyordu, dediğine inanılırsa on günün içinde elli dolar kazanmıştı, (Her ne kadar kazandığını biliyor idiysek de bu kadarına yüzde yüz inandığımızı söyleyemem.) fakat derslerinde sürekli çuvallıyordu. Bir Fransızca testinde ve beraber olduğumuz sınıftaki İngilizce deneme yazısında başarısız oldu, ("Kravatlar kimin umurunda, nasılsa McDonalds'da karnımı doyuruyorum," dedi.) Tarih bölümünü'de sınıfa girmeden önce bir hayranının notlarına göz gezdirmesi sayesinde ucu ucuna yakayı sıyırdı.

Kirby McClendon tıraş olmayı bırakmıştı, kâğıtların iki dağıtılma arasında tırnaklarını kemirmeye başladı. Derslerinin çoğunu da asıyordu. Jack Frady danışmanını İstatistik l'i bırakmaya razı etti. Günün erken saatlerine doğru salonda Maça Kızı'nı avlamaya çalıştığımız bir sırada çok doğal bir tavırla bana, "Biraz ağladım," dedi. "Bunu yapmayı Tiyatro Kulübü'nde öğrenmiştim." Lennie Doria bir iki gece sonra tam geçmiş dersleri çalıştığım sırada kapımı vurdu (Nate sıkı çalıştıktan sonra hak ettiği uykuyu uyuyordu.) ve bana, Crispus Atticus hakkında bir yazı yazmak isteyip istemediğimi sordu. Bu gibi şeyler yapabildiğimi duymuştu. Lennie bunun için iyi bir para ödeyebileceğini söyledi; oyunda on dolar kârdaydı. Çok üzgün olduğumu, ona yardım edemeyeceğimi söyledim. Kendim bile birkaç ödev gerideydim. Lennie başını eğerek odadan çıktı.

Ashley Rice'ın bütün yüzünü cerahatli sivilceler kapladı. Mark St. Pierre bir tek felaketli gecede hemen hemen yirmi dolar kaybettikten sonra bir süre gece uykusunda gezindi. Brad Witherspoon ise birinci kattaki bir öğrenciyle dövüştü. Çocuk aslında zararsız bir şaka yapmıştı -Brad de sonradan şakanın zararsız olduğunu itiraf etti- ama dört elde üç kez Kahpe Kız'la vurulan ve kuruyan boğazını serinletmek için birinci kattaki otomattan bir koka kola almak isteyen Brad hiç de zararsız olmayan bir ruh hali içindeydi. Birden dönüp açılmamış şişeyi bir sigara küllüğünün içine fırlattı ve yumruklar savurmaya başladı. Bu arada öbür çocuğun gözlüğünü kırıp dişlerinden birini gevşetti. Böylece, normal olarak bir kütüphane teksir makinesinden daha tehlikeli olmayan Brad Witherspoon, aramızdan disiplin komitesinin karşısına çıkan ilk arkadaş oldu.

Bir ara Annmarie'ye telefon açarak bir kızla tanıştığımı ve onunla çıktığımı söylemek aklımdan geçti, ama böylesine yoğunken bu bana fazlaca bir ruhsal çaba gibi göründü. Bunun üzerine onun bana bir mektup yazıp başkalarıyla çıkmamızın zamanının geldiğini söyleyeceğini ümit etmeye başladım. Aksine, gelen mektupta beni ne kadar özlediğini ve benim için özel bir şey yaptığını yazıyordu. Bu büyük olasılıkla üstünde ren geyiği motifi olan bir kazaktı. Ren geyikli kazaklar Annmarie'nin uzmanlık alanlarından biriydi. (Bir diğeri de erkek arkadaşını elinin yavaş ve okşar hareketleriyle memnun etmekti.) Zarfın içine bir de mini etekli bir resmini koymuştu. Resme bakmak, beni heyecanlandırmak şöyle dursun, kendimi yorgun ve suçlu hissetmece yol açtı, özetle beni rahatsız etti. Carol da beni huzursuz ediyordu. Ben tatlı bir duygu aşırmak istemiştim, bütün lanet hayatımı değiştirmek değil. Onunkini de tabii. Ama ondan hoşlandığım doğruydu. Hem de çok hoşlanıyordum. Gülümseyişini, keskin zekâsını seviyordum. Bu çok iyi, çılgınca bilgi alışverişi yapıyoruz, demişti.

Bir hafta kadar sonra öğle yemeklerinde Carol'la kap kaçak kuyruğunda çalıştığım Holyoke'dan döndüm ve Frank Stuart'ın, sandığını zar zor taşıyarak üçüncü kat koridorundan geçtiğini gördüm. Frank, Batı Maine'dendi ve hemen hemen tamamen ağaçlardan oluşan küçük bir kasabadan geliyordu. Yanki şivesi neredeyse bıçakla kesilebilecek kadar keskindi. Sıradan bir King oyuncusuydu, bir başkası yüz puan sınırını aştığı vakit ikinci ya da ucu ucuna üçüncü geliyordu, ama her şeyin dışında çok hoş bir insandı. Güleç bir yüzü vardı, daha doğrusu sandığıyla merdivenin yolunu tutarken ona rastladığım öğleden sonraya kadar hep öyleydi.

"Odanı mı değiştiriyorsun, Frank?" diye sordum, ama öyle olmadığını biliyordum; soluk yüzündeki ciddi ve kederli anlamdan belliydi bu.


Yüklə 2,05 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   21   22   23   24   25   26   27   28   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə