Stephen King Maça Kızı



Yüklə 2,05 Mb.
səhifə26/43
tarix22.07.2018
ölçüsü2,05 Mb.
#58435
1   ...   22   23   24   25   26   27   28   29   ...   43

Hayır gibilerden başını salladı. "Eve dönüyorum. Annemden bir mektup aldım. Yolumuzun üstünde bulunan göl kıyısındaki büyük tatil köylerinin birinde bir yöneticiye ihtiyaçları olduğunu söylüyor. Tamam, geliyorum, dedim. Zaten burada sadece vaktimi ziyan ediyorum."

Şok olmuştum. "Hiç de değil!" diye atıldım. "Sen burada bir üniversite öğrenimi yapıyorsun."

"Bir şey öğrendiğim yok, önemli olan da bu." Koridor loştu; dışarda da yağmur yağıyordu. Buna rağmen Frank'in yanaklarının kızardığını görür gibi oldum. Bence utanıyordu. Sanırım, bu yüzden yatakhanelerin en boş olduğu hafta ortasına rastlayan bir günde gitmeyi planlamıştı. "Burada kâğıt oynamaktan başka bir şey yaptığım yok. Üstelik iyi de oynamıyorum. Dahası, derslerimde de geri kaldım."

"O kadar da geri kalmış olamazsın! Daha ekimin yirmi beşindeyiz."

Frank içini çekti. "Biliyorum. Ama ben bazı arkadaşlarım gibi kolay öğrenemiyorum. Lisede de geriydim. Ayaklarımı yere basıp bir buz delgisiyle çalışır gibi oymam lazım. Ben bunu yapmadım; eğer buzun içinde bir delik açamadıysanız bir yere tutunamazsınız. Evet, gidiyorum, Pete. Ocak ayında bana kapı gösterilmeden gitmeliyim."

Konuşurken bir yandan da sandığını kulplarından tutarak üç kat merdivenin ilkini inmeye koyulmuştu. Beyaz tişörtü loşlukta ışıldıyordu. Yağmurun yol yol aktığı bir pencerenin önünden geçerken asker tıraşı edilmiş saçları altın gibi parlıyordu.

İkinci kat sahanlığına varıp ayak seslerinin yankıları uzaklaşırken koşup aşağıya baktım. "Frankie! Hey Frank!"

Ayak sesleri durdu. Gölgelerin arasında yukarıya bana bakan yuvarlak yüzünü ve sandığının biçimini hayal meyal görebiliyordum.

"Ya askerlik, Frank?" diye seslendim. "Eğer öğrenimine son verirsen seni askere alıp cepheye gönderirler!"

Frank nasıl bir yanıt vereceğini düşünürmüş gibi araya uzun bir sessizlik girdi. Sonunda yanıt vermedi, yani ağzıyla vermedi. Ayaklarıyla yaptı bunu. Ayak sesleri devam etti. Frank'ı bir daha görmedim.

Merdivenin başında korku içinde durup, bu benim de başıma gelebilir... Belki benim de başıma geliyordur, diye düşündüğümü, ama hemen arkasından bu düşünceyi aklımdan uzaklaştırdığımı anımsıyorum.

Frank'i sandığıyla görmemin bir uyan olduğuna ve bu uyarıyı dinlemem gerektiğine karar verdim. Ben daha iyisini yapacaktım. Yokuş aşağı gidiyordum, ama artık dönmenin zamanıydı. Koridorun öbür ucunda Ronnie'nin Kahpe Kız'ı avladığını, onu ergeç saklandığı yerden çıkaracağını bağırdığını duydum. Ben bu geceden itibaren daha iyisini yapmaya karar verdim. Bu öğleden sonra son oyunumu oynayıp King'le vedalaşacaktım. İki ya da kırk oyun oynayacak, ama King'le vedalaşacaktım.
15
Frank Stuart'la yaptığım son konuşmanın kilit bölümünü ancak yıllardan sonra kavrayabildim. Ona derslerinde bu kadar çabuk geri kalmış olamayacağını söylemiştim, o da çabuk öğrenemediği için geri kaldığı yanıtını vermişti. İkimiz de yanılmışız. Kısa bir zaman dilimi içinde felaket derecesinde geri kalmak mümkündü ve bu fazla çaba göstermesi gerekenler kadar ben, Skip ve Mark St. Pierre gibi çabuk öğrenenlerin de başına gelebilirdi. Kendi uyuklayan küçük kentlerimizdeki liselerde yaptığımız gibi aylak aylak dolaştıktan sonra hamle yapabileceğimizi düşünmüştük. Ne çare ki, Dearie Dearborn'un da belirttiği gibi burası lise değildi.

Chamberlain'deki katımızda sonbahar sömestrine başlayan otuz iki öğrenciden (Aslında Dearie'yi de hesaba kattığımızda otuz üç kişiydik, ama onun King'in çekiciliğine karşı bağışıklığı vardı.) yalnız ön beşi ilkbahar sömestrine başlamak üzere okulda kaldılar. Giden on dokuz öğrencinin hepsi budalaydı demek istemiyorum, çünkü değildiler. Gerçekte 1966 sonbaharında Chamberlain Üç'deki en zeki çocuklar, kovulmaları olasılığı belirmeden başlarını alıp gidenlerdi. Odaları Nate'le benimkine göre koridorun öbür ucunda olan Steve Ogg'la Jack Frady kasım ayında Chadbourne'a gitmişlerdi. Ortak başvurularında "çılgınlıktan" söz etmişlerdi. Ne tür çılgınlıklardan söz ettikleri sorulunca bütün geceyi kapsayan olağan erkek toplantılarını, başlara diş macunu tüpleriyle saldırmayı ve çocuklardan bazılarıyla yaşanan yıpratıcı ilişkileri öne sürdüler. Her ikisi, sonradan akıllarına gelmiş gibi salonda belki biraz fazla kart oynadıklarını itiraf ettiler. Chad'inkinin daha sakin bir çevre, kampusun iki veya üç "beyin yatakhanesinden biri olduğunu duymuşlardı.

Üniversite yöneticisinin sorusu öngörülmüş, yanıt bir hitabet dersindeki sözlü bir sunuş gibi özenle prova edilmişti. Hiç sona ermeyen King oyununa son verilmesini ne Steve istiyordu, ne de Jack. Böylesi, insanların üstlerine vazife olmayan şeylere burunlarını sokmamaları gerektiğine inananlarla başlarını derde sokabilirdi. Bütün istedikleri burslarını kurtarmaya henüz vakit varken Chamberlain Üç'den uzaklaşmaktı.
16
Kötü testlerle başarısız yazılı ödevler sadece tatsız çekişmelerdi Ama ikinci yeterlik sınavları dizisi Skip'le benim ve kumarcı arkadaşlarımızın birçoğu için tam bir fiyasko oldu. İngilizceden bir A-eksi ve Avrupa tarihinden bir D almış, ama çoktan seçmeli cevaplar tarzına dayanan sosyoloji ve jeoloji sınavlarında çuvallamıştım. Sosyolojim zayıf jeolojim ise tam anlamıyla berbattı. Skip antropoloji, koloni Amerikası tarihi ve sosyoloji yeterlik sınavlarında tam bir başarısızlığa uğramıştı Kalkülüs testinden bir C, (Ama söylediğine göre buz burada da enikonu inceliyordu.) sınıfta yazdığı deneme yazısından B almıştı. Bütün çalışmalarımız sınıfta, yani zorunlu olarak üçüncü kat salonunun uzağında olsaydı, hayatlarımızın çok daha kolaylaşacağını düşünüyorduk. Farkında olmadan lise hayatımızı özlemiştik sanıyorum.

Skip o cuma gecesi bana, "Bu kadarı yeter, Peter," dedi. "Artık bu işe ciddiyetle sarılacağım. Bir üniversite bitirmek ve evimin oyun salonunda şöminenin yukarsına asılacak bir diplomamın olması umurumda değil. Ama Dexter'e dönüp Sam Amca beni çağırana kadar bir bowling salonunda öbür gecikmelilerle vakit öldürmek istiyorsam Arap olayım."

Nate'in yatağının üstünde oturuyordu. Nate Ovaların Sarayı'nda cuma gecesinin balığını yemekle meşguldü. Chamberlain Üç'de birinin iştahının olduğunu bilmek güzeldi. Bu Nate'in yanında yapabileceğimiz bir konuşma değildi zaten; kırsal kesim faresi oda arkadaşım sonuncu yeterlik sınavı dizisinde iyi sonuçlar aldığını, bütün notlarının C'ler ve B'lerden oluştuğunu düşünüyordu. Bizim konuştuklarımızı duysa bir şey demez, ama zekâ ve sağduyudan yoksun olduğumuzu anlatmak ister gibi bize bakardı. Suç bizim değilse bile, manen zayıf olduğumuzu düşünürdü.

"Seninle aynı fikirdeyim," dedim. Sonra koridorun öbür ucundan acı dolu bir feryat bize kadar ulaştı. "Ohhhhh... Kahrolsun!" Ne olduğunu duyar duymaz anladık. Kahpe Kız arkadaşlardan birinin payına düşmüştü. Bakışlarımız karşılaştı. Skip hakkında bir şey diyemem (üniversitede en iyi arkadaşım olsa bile), ama hâlâ vaktim olduğunu düşünüyordum... Hem bunu niçin düşünmeyecektim? Benim için daima vakit olmuştu.

Skip sırıtmaya başladı. Ben de sırıtmaya başladım. Onunla uyum halinde kıkırdıyorduk.

"Allah kahretsin," dedi.

"Yalnız bu gece," dedim. "Yarın beraber kütüphaneye gideriz."

"Ve kitaplara dört elle sarılırız."

"Bütün gün. Ama şimdi..."

Skip ayağa kalktı. "Haydi Maça Kızı'nı avlamaya gidelim."

Gittik. Yalnız da değildik. Bu bir açıklama değil; sadece olanları anlatıyorum.

Ertesi sabah kahvaltıda kap çanak kuyruğunda yan yana çalıştığımız sırada Carol, "Yatakhanenizde büyük bir iskambil oyununun döndüğünü duyuyorum. Doğru mu?" dedi.

"Sanırım."

Carol bana bakarak o kendine özgü gülümseyişini yöneltti; Carol aklıma geldiği zaman hep o gülümseyişi gözlerimin önünde canlanır. "King mi?" diye sordu. "Kahpe Kız'ı avlamak."

"King," dedim. "Kahpe Kız'ı avlamak."

"Çocuklardan bazılarının aldıkları notlarla başlarının derde girdiğini duyuyorum."

"Olabilir," dedim. Taşıyıcı kayıştan bir tek tabak bile gelmiyordu. Gerektiği zaman hiç kimsenin acele etmediği hep dikkatimi çekmiştir.

Carol, "Senin notların nasıl?" diye sordu. "Üstüme vazife olmadığını biliyorum, ama isterim ki..."

"Bilgilendirilme ha. Biliyorum. İyi durumdayım. Üstelik oyundan da çekiliyorum."

Carol bana yine o gülümseyişi yöneltti. Onu hâlâ bazen düşünüyorum; siz de olsanız düşünürdünüz. Gamzeler, öpüşme konusunda o kadar tatlı şeyler bilen o hafifçe kıvrık alt dudak, ışıl ışıl mavi gözler. Kızların erkeklerin yatakhane binasında holden ilersini görmedikleri günlerdi. Erkekler için de kızların yatakhanesinde aynı şey geçerliydi. Ama Carol'un 1966 ekim ve kasımında benden çok daha fazlasını gördüğünden şüpheleniyorum. Tabii ki deli değildi, en azından o zaman değildi. Vietnam'daki savaş onun deliliği oldu. Benimkiyle Skip'inkin de. Ve de Nate'inki. King aslında hiçbir şey değildi, gerçekte yer kabuğundaki birkaç titreşim, tel kapıyı çarpan ve raflardaki bardakları takırdatan türden bir titreşim. Öldürücü deprem, kıyamet habercisi gibi gülerek anakaraları boğacak olanı daha yoldaydı.


17
Barry Margaux ile Brad Witherspoon, Derry News gazetesini odalarına getirtiyorlar, gazetenin iki kopyası akşama kadar üçüncü katı boydan boya dolaşıyordu. Kalıntılarını King'in akşam seansı için yerimizi aldığımız zaman salonda buluyorduk. Sayfaları yırtılmış ve sıralan karıştırılmış, çapraz bilmece üç dört farklı el tarafından doldurulmuş oluyordu. Lyndon Johnson, Ramsey Clark ve Martin Luther King'in fotoğraflarına mürekkeple bıyıklar çiziliyor. (Kim olduğunu keşfedemediğim biri Başkan Yardımcısı Humphrey'nin başına tüten boynuzlar oturtuyor, altına da minik harflerle ŞEYTAN HUBERT diye yazıyordu.) News savaş yanlısıydı, her günkü askeri olayları en olumlu yanından gösteriyor, protesto haberlerini gazetenin en gözden uzak köşelerine yerleştiriyordu.

Kartlar karıştırılıp dağıtılırken sinemaları, buluştuğumuz kızları veya derslerimizi değil de giderek daha çok Vietnam'ı tartışmaya başlamıştık. Gazetelerde haberler ne kadar iyi, Kong ölülerinin sayısı ne kadar yüksek olursa olsun daima bir baskından sonra can çekişen Amerikan askerlerine veya alev alev yanan köylerini ağlayarak seyreden Vietnamlı çocuklara ait en azından bir resim oluyordu. Skip'in "günlük öldürme-sütunu" dediği haberlerin altında daima tedirgin edici bir ayrıntı bulunuyordu. Örneğin, Delta'da Kong devriye gemilerini vurduğumuz zaman ölen çocuklar gibi.

Nate tabii ki kart oyununa katılmıyordu. Savaşın lehindeki veya aleyhindeki konuları da asla tartışmıyordu; Vietnam'ın bir zamanlar Fransız yönetiminde bulunduğunu veya 1954'te Dien Bien Phu kale kentinde bulunacak kadar şanssız olan Mösyöler'e ne olduğunu, dahası, Nguyen Cao Ky ile generallerin iktidara geçmesi için Başkan Di-em'in gökyüzündeki o büyük pirinç tarlasına gitmesine kimin karar vermiş olabileceğini benim kadar onun da bildiğinden şüpheliyim. Nate sadece bu Kong'larla bir kavgası olmadığını, yakın bir gelecekte Mars Tepesi'nde veya Presque Isle'de bulunmayacaklarını biliyordu.

Nicholas Prouty adında şakacı bir birinci sınıf öğrencisi bir öğleden sonra Nate'e, "Hiç domino teorisini duymadın mı, avanak?" diye sordu. Oda arkadaşım şimdi ender olarak üçüncü kat salonuna geliyordu, ikinci kattaki daha sakin salonu tercih ediyordu, ama o gün bir iki dakikalığına üçüncü kattakine uğramıştı.

Nate, Ronnie Malenfant'ın sadık bir havarisi olan bir ıstakozcunun oğlu Nick Prouty'ye baktı ve içini çekti. "Dominolar ortaya çıktığı vakit odayı terk ederim. Can sıkıcı bir oyun olduğunu düşünüyorum. Benim domino teorim budur." Böyle derken bana kısa bir bakış fırlatmıştı. Gözlerimi onunkilerden elimden geldiğince çabuk kaçırdım, ama "Senin neyin var?" mesajını göremeyecek kadar hızlı davranamamıştım. Sonra biraz daha çalışmak, dişçiliğe hazırlık sınıfından dişçilik derslerine giden yola devam etmek için tüylü terliklerini yerde süre süre 302 numaralı odaya döndü.

Ronnie, "Riley, oda arkadaşının boku yediğinden haberin var mı?" dedi. Ağzının köşesine bir sigara sıkıştırmıştı. Bir kibriti tek elle çaktı.

Bu onun özel bir hüneriydi; kızları elde edemeyecek kadar çirkin ve itici olan üniversitelilerin türlü hünerleri vardır. Ve Ronnie böylece sigarasını yaktı.

Hayır, dostum, diye düşündüm, Nate'in işleri yolunda. Boku yiyenler bizleriz. Ansızın gerçek bir çaresizlik duydum. O an başımın belada olduğunu ve kendimi nasıl kurtaracağım hakkında hiçbir fikrimin olmadığını kavramıştım. Skip'in bana baktığını hissediyordum. O an kartları kaptığım, onları Ronnie'nin suratına fırlattığım ve odadan dışarı çıktığım takdirde Skip'in de bana katılacağını anlamıştım. Hem de rahatlayarak. Ama sonra bu hissim kayboldu. Gelişi kadar çabuk gitti. "Nate iyidir," dedim. "Garip bazı fikirleri vardır, hepsi bu." Hugh Brennan, "Onun garip komünist, fikirleri var," diye söze karıştı. Ağabeyi donanmaya katılmıştı ve en son Güney Çin Denizi'nde olduğu haber alınmıştı. Hugh barış yanlılarını hor görenlerdendi. Bir Goldwater Cumhuriyetçisi olarak onun duygularını paylaşmam gerekirdi, ama Nate sinirime dokunmaya başlamıştı. Konserveleşmis bilgilerim vardı, gelgelelim savaş yararına ikna edici fikirlerim olmadığı gibi, bunları edinecek vaktim de yoktu. Birleşik Amerika'nın dış politikasını incelemek şöyle dursun, jeolojime çalışmak için ancak vakit bulabiliyordum.

Bunun Annmarie Soucie'ye telefon ettiğim gece olduğuna aşağı yukarı eminim. Salonun karşısındaki telefon bölmesi boştu, cebim King savaşındaki son zaferimin ürünü olan bozukluklarla doluydu ve birdenbire zamanın geldiğine karar vermiştim. Ezberimden numarasını çevirdim (Bununla beraber numaranın son iki hanesine emin olamıyordum - 8146 mıydı, yoksa 8164 mü?) ve santral memurunun istediği üç çeyreği kutuya attım. Telefonun bir kere çalmasına izin verdikten sonra işitiri hızla yerine bıraktım ve düştüklerini duyduğum çeyreklerimi tekrar topladım.
18
Bir iki gün sonra -Hailoween'den kısa zaman önce- Nate'e adını hayal meyal duyduğum birinden, Phil Ochs adında birinin bir müzik albümü geldi. Folk müziğiydi, ama banjo• türünden değil. New York'da kaldırım kenarında oturan üstü başı buruşuk bir ozanın yer aldığı albüm kapağı, Nate'in öbür plaklarıyla garip bir uyumsuzluk sergiliyordu. Bu plaklar, çakırkeyif gözüken smokinli bir Dean Martin'e, şarkılarına eşlik eden gülümseyişiyle Mitch Miller'e, arkasında denizci biçimli ceketi ve başında şirin kepiyle Diane Renee'ye aitti. Ochs'un plağının adı / Ain't Marchin' Anymore (Artık Yürümüyorum)'du. Günler kısalıp havalar soğurken Nate bu plağı sık sık çaldı. Ben de onu çalmaya alıştım; Nate ise bunda bir sakınca görmedi.

Ochs'un sesinde şaşkın bir öfke seziliyordu. Çoğu zaman kendim de şaşkın olduğum için plaktan hoşlanıyordum galiba. Ochs, Dylan gibiydi, ama ifadesi daha az karmaşık, öfkesi daha netti. Albümün en iyi şarkısı -aynı zamanda en düşündürücü olanı- ona adını verendi.

Ochs bu şarkıda ima etmiyor, savaşmaya değmediğini, hiçbir zaman değmemiş olduğunu açık seçik söylüyordu. Değdiği zaman bile ölünmezdi. Lyndon'la Vietnam saplantısından yürüyerek uzaklaşan gençler imajıyla bağlantılı olan bu düşünce, tarihle, politikayla ya da rasyonel düşünceyle ilgisi olmayan bir şekilde hayal gücümü kamçılıyordu. Phil Ochs, Nate'in şık, küçük Swingline pikabı aracılığıyla, belki yüz adam öldürdüm, şimdi de beni geri istiyorlar, ama artık yürümüyorum, diye şarkısını söylüyordu. Başka bir deyişle savaşa paydos diyordu. Onların söylediklerini yapmaya paydos, istediklerini yapmaya paydos, onların oyununu oynamaya paydos. Bu eski bir oyundur ve bunda Kahpe Kız sizi avlıyor. Ve belki de samimi olduğunuzu göstermek için direncinizin simgesi olan bir şeyi taşımaya başlıyorsunuz; başkalarının önce merak edecekleri, ama sonra belki onların da benimseyecekleri bir şey. Nate Hoppenstand simgenin ne olacağını Halloween'den bir iki gün sonra bize gösterdi. Bunu öğrenmek, üçüncü kat salonunda bırakılmış o buruşuk gazetelerden biriyle başladı.
19
Billy Marchant, "Orospu çocuğu, şuna da bak," dedi.

Harvey Twiller, Billy'nin masasında kartları karıştırıyor, Lennie Doria skoru hesaplıyor, Billy de fırsattan yararlanarak Alews'un yöresel bölümüne acele göz gezdiriyordu. Bebek aspirinleriyle randevusuna hızla ilerleyen tıraşsız Kirby McClendon masaya bir göz atmak üzere eğildi.

Billy elini yüzünün önünde yelpaze gibi sallayarak biraz geri çekildi, "Tanrım, en son ne zaman yıkandın, Kirb? Kolombus Günü'nde mi? Dört Temmuz'da mı?"

Kirby onu duymamış gibi davranarak, "Dur bakayım," dedi. Gazeteyi kaptı. "Kahretsin, bu Rip-Rip!"

Ronnie Malenfant o kadar hızlı yerinden kalktı ki, sandalyesi arkaya devrildi. Gazetede Stoke'dan söz edilmesi onu kendinden geçirmişti. Üniversite öğrencilerinin Derry News'a (tabii spor sayfasının dışında) geçmeleri daima başlarının derde girmesi nedeniyle olurdu. Başkaları da Kirby'nin etrafında toplaşmışlardı. Skip'le ben de aralarındaydık. Resimde Stokely Jones III görülüyordu. Ama yalnız değildi. Arka planda yüzleri gazete baskısının tramları yüzünden hemen hemen (ama tamamen değil) silikleşmiş olarak...

Skip, "Tanrım, galiba bu Nate," dedi. Hem eğlenmiş, hem de saşırmıştı.

Duyduğum şoku yansıtan garip bir sesle, "Hemen önündeki de Carol Gerber," dedim. Arkasında HARWICH LİSESİ yazısı olan ceketi tanıyordum. Ceketin yakasının üstüne at kuyruğu biçiminde sarkmış saçları ve soluk kot pantolonu da tanıyordum. Ve hepsinden önemlisi, yüzü tanıyordum. Yarı öbür yana dönük ve AMERİKA, HEMEN ŞİMDİ VİETNAM'DAN DIŞARI yazılı bir pankart nedeniyle gölgelenmiş olsa bile tanıyordum o yüzü. "Bu benim kız arkadaşım." Kız arkadaş sözü ilk kez Carol'la bağlantılı olarak ağzımdan çıkıyordu. Hem de birkaç haftadan beri ona o gözle bakmama rağmen.

Fotoğrafın altındaki manşette POLİS ZORUNLU ASKERLİK PROTESTOSUNU DAĞITTI deniliyordu. Habere göre, Maine Üniversitesinden bir düzine kadar protestocu Derry kent merkezindeki Federal Merkez'in önünde toplanmıştı. Ellerinde pankartlar taşıyorlardı. Askerlik Dairesi'nin kapısının önünde bir saat süreyle gidip gelmişler, bu arada şarkılar söylemişler ve içlerinden bazıları müstehcen sloganlar atmıştı. Polis olay yerine çağırılmış, gösterinin kendiliğinden son bulması umuduyla bir süre kenarda durup beklemişlerdi. Derken, çoğunlukla öğle paydosundaki inşaat işçilerinden oluşan karşıt bir gösterici grubu çıkagelmişti. Onlar da kendi sloganlarını atmaya başlamışlardı. Bununla birlikte News bu sloganların da müstehcen olup olmadığından söz etmiyorsa da, her birinin Rusya'ya dönme davetiyeleri, göstericilerin pankartlarını nerelerine sokmaları gerektiğine dair önerileri ve en yakın berber dükkânlarının adreslerini içerdiğini tahmin edebiliyordum.

Protestocular da inşaat işçilerine bağırarak karşılık vermeye, inşaat işçileri ise yemek çantalarındaki meyveleri protestocuların üstüne yağdırmaya başlayınca, polis müdahale etmişti. Protestocuların ellerinde izin bulunmamasını bahane ederek (Derry kenti polisleri belli ki Amerikalıların barış havası içinde toplanma haklarından habersizdiler.) Çocukları toparlamışlar ve Witcham Sokağı'ndaki merkeze götürmüşler ve öğrencileri orada salıvermişlerdi. Polislerden birinin, "Onları sadece kötü bir ortamdan uzaklaştırmak istedik. Oraya dönerlerse, gömdüklerinden de aptal sayılırlar," dediği aktarılıyordu.

Fotoğraf Coleman Kimyasal Maddeleri'nin protestosu sırasında Doğu Annex'inde çekilenden aslında pek farklı değildi. Protestocular polis tarafından götürülürken (bir yıl öncesine kadar kasklarının üstüne küçük Amerikan bayrakları iliştirecek olan) inşaat işçilerinin yuhaladıkları, sırıttıkları ve yumruk salladıkları görülüyordu. Resim, polisin biri tam Carol'un koluna uzanırken çekilmişti. Genç kızın hemen arkasında duran Nate, görünüşe göre dikkatlerini çekmemişti. Başka iki polis, koltuk değnekleri sayesinde tanınmaması olanaksız Stoke Jones'a eşlik ediyordu. Kimliğinin saptanması için başka bir ipucu gerekirse ceketindeki elle çizilmiş serçe izi işi görürdü.

Ronnie, "Şu budalaya bak!" diye bağırdı. (Son dört yeterlik sınavının ikisinde çuvallayan Ronnie'nin birisine budala diyebilmesi için insanda gerçekten kayış gibi yüz olması gerekirdi.) "Yapacak daha iyi bir işi yokmuş gibi!"

Skip onu duymamış gibi davrandı. Ben de öyle. Konu ne olursa olsun Ronnie'nin martavalları artık bizim için anlamını yitirmekteydi. Buna karşın, Carol... ve arkasındaki Nate Hoppenstand'in göstericilerin götürülmelerini seyretmeleri bizi çok etkilemişti. Nate, ülkenin kuzeydoğusunun Ivy League kolejlerinin gömleği ve paçaları kıvrılıp bastırılmış ütülü kot pantolonunun içinde her zamanki gibi derli topluydu. Yuhalayan ve yumruk sallayan inşaat işçilerinin yanında duruyor ve onlar tarafından önemsenmemiş görünüyordu. Oda arkadaşımın yakın zamanda savaş karşıtı Bay Phil Ochs'un hayranı olduğundan her iki grup da habersizdi.

Telefon bölmesine giderek Franklin Hall'un ikinci katını aradım. Salondan biri cevap verdi, Carol'u sormam üzerine de kız, Carol'un orada olmadığını, çalışmak için Libby Sexton'la kütüphaneye gittiğini söyledi. "Pete, sen misin?"

"Evet," diye yanıt verdim.

"Burada senin için bir not var. Bardağın üstüne bırakmış." Bu sıralarda yatakhane bölümlerinde usuldendi. "Seni sonra arayacağını söylüyor."

"Peki. Teşekkür ederim."

Skip o sırada bölmenin dışından gelmemi sabırsız hareketleri işaret ediyordu. Oynadığımız masalardaki yerlerimizi kaybedeceğimi bile bile Nate'i görmek için koridorun öbür ucuna yürüdük. Bu olayda merak oyun saplantımızı yenmişti.

Ona gazeteyi gösterip bir gün önceki gösteri hakkında bilgi istediğimizde Nate'in yüzünde fazla bir değişiklik olmadı; zaten yüzünün değiştiği pek görülmezdi. Buna rağmen, mutsuz olduğunu seziyordum; hatta perişan bile olması mümkündü. Buna bir anlam veremedim, her şey tatlıya bağlanmıştı; hiç kimse hapse girmemiş, hatta gazetede adı geçmemişti.

Arkadaşımın suskunluğunu fazla önemsediğime karar vereceğim sırada Skip, "Senin derdin ne?" diye sordu.

Sesinde üstünkörü bir ilgi fark ediliyordu. Nate'in alt dudağı titredi, ama sonra kendini toparladı. Masasının düz yüzeyinin üzerinden öteye uzandı (Benimki belki on dokuz tabaka pislikle kaplıydı.) ve pikabının yanında tuttuğu kutunun içinden bir kâğıt mendil çekti. Burnunu kuvvetle sümkürdü. Yine kontrolü eline almıştı, ama gözlerindeki mutsuzluğu görebiliyordum. Karakterimin kötü yanı bunu görmeme sevinmişti. Sorun sahibi olmak için bir King tutkunu olmak gerekmediğini görmek hoştu. İnsanın doğası bazen o kadar pis olabiliyordu ki.

Nate, "Stoke, Harry Swidrowski ve başka birkaç arkadaşla gittik," dedi.

"Carol sizinle beraber miydi?" diye sordum.

Nate hayır gibilerden başını salladı. "Öyle sanıyorum ki, George Gilman'ın grubuyla beraberdi. Toplam beş arabaydık."

George Gilman'ı hiç tanımıyordum, ama bu, kıskançlıktan yüreğimin sızlamasını engelleyemedi. Nate devam etti. "Harry ile Stoke, Direniş Komitesi'ndeler. Gilman da öyle. Her neyse, biz..."

Skip, "Direniş Komitesi de nesi?" diye sordu.

Nate içini çekti. "Bir kulüp. Ama onlar, özellikle de Harry ile George, bundan daha fazlası olduğunu düşünüyorlar. Onlar gerçek birer tahrikçi- Ama gerçekte Maine Maskı veya amfetamin müfrezesi gibi bir kulüp daha."

Nate salı öğleden sonraları dersi olmadığı için gittiğini söyledi. MJC Kimse emir vermiyordu; kimse sadakat yemini etmiyor, hatta kâğıt imzalamıyordu. Sonradan savaş karşıtı hareketlere sokulan eylem emirleri ve örgüt şevki de yoktu. Nate'e bakılırsa, Carol'la öbür gençli ellerinde pankartlarıyla jimnastik salonunun park alanından ayrılırken gülüşüyor ve birbirlerini dürtüyorlardı. (Gülüyordu. George Gilman'la gülüyordu. Al sana, bir kıskançlık nedeni daha.)

Federal Merkez'e vardıklarında bazı kişiler Askerlik Dairesi'nin kapısının önünde daireler çevirerek gövde gösterisinde bulunuyor, bazıları ise bunu yapmıyordu. Nate de gösteriye katılmayanlardan biriydi. Bize bunları anlatırken genellikle pürüzsüz olan yüzü başkasında gerçek bir perişanlık olarak anlamlandırılabilecek şekilde gerilmişti.

"Ben de onlarla yürümek niyetindeydim," diye devam etti. "Yol boyunca niyetim oydu. Çok heyecanlıydı, altımız Harry Swidrowski'nin Saab'ına sıkışmıştık. Ne yolculuktu. Hunter McPhail'i tanıyor musunuz?"

Skip'le ben başımızı salladık. Meef Trini Lopez ve Diane Renee Sings Navy Blues'un sahibinin bir tür gizli hayatı olduğunu, polisleri çeken ve gazetelerde adları geçen kişilerle bağlantısı bulunduğunu keşfetmenin bize hayranlık duyurduğunu sanıyorum.


Yüklə 2,05 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   22   23   24   25   26   27   28   29   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə