İmge Kitabevi Yayınları: 41 Joseph Campbell


giriş AVRUPA VE LEVANT'IN DİYALOGU



Yüklə 2,24 Mb.
səhifə20/27
tarix25.11.2017
ölçüsü2,24 Mb.
#12368
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   27
giriş

AVRUPA VE LEVANT'IN DİYALOGU

Trajan'ın (h. 98-117) ve halefi Hadrian'ın (h.117-138) iktidarları süresince Roma mimarisinde kubbe ve kemer formları görünmeye başladı. Bunlarla, Spengler'in tanımladığı gibi, yükselen Levant'ın dünya görüşü ortaya konur. Onun sözleriyle, 'Penteon... bütün cami­lerin en eskistitir'S1) Aynı zamanda, imparator büstlerinde gözlerin be­bekleri yapılmaya başlanıldı, oysa eski Klasik heykelcilikte gözler boş bırakılırdı, içteki bir ruhun mekana bakışı sözkonusu değildi/2' Yu­nan tapınaklarının içinde yalnız bir hücre olması fakat dışarısının sütunlarla işlenmesi gibi, iç mekanın tanınmaması yalnız dışarının fi­zikselliğinin bilinmesi, (gene Spengler'in sözleriyle) Klasik insan için, 'Gövde tapınağının da içinin olmama'sı'dır/3'

Cami ise, tersine, içerisidir: dünya mağarasının mimari kuruluşu, Levanten zihne evrenin ruhsal formunun uygun simgesi olarak gö­rünür. 'Küresel ve poligonal formların beceriklilikle uyumlaştırılıp yo­rumlanması', Spengler'in yazdığı gibi, 'taşdan bir yüzeye öylesine yerleştirilmiş bir yüktür ki, gökte uçuyormuş gibi görünür; gene de, içerisini çıkış bırakmadan kapatır. Bütün mimari çizgiler saklan­mıştır, soluk bir ışık bırakılmıştır. Kubbedeki küçük bir açıklıktan gi­ren ışık değişmez bir şekilde içeri girmeyi vurgular. Bu sanatın usta eserlerinde gördüğümüz özellikler bunlardır: Ravena'da St. Vitale, istanbul'da Ayasofya, Kudüs'te Ömer Camisi.™

Huşu veren, her yeri kaplıyan sınırlı zaman ve mekan anlayışı, bir tür Alaeddkı mağarası gibi, ışık ve karanlık, iyilik ve kötülük, mer­hamet ve inat, can ve ruhun, tarih yerine, tanrısal ve şeytanlıkla hare­kete geçen öğelerin peri masalını yaratmak için, Levantın büyük mito­lojilerini doldurur -ister Yahudilik, Zerdüştlük, Mithraizm, Manie-hizm, Doğu Hıristiyanlığı, Neoplatonizm, Gnoztisizm, son dönem Klasik Gizemleri veya İslam olsun. Bu dünyada bireyin bilgi dünyası,

332

hiç de bireye ait değildir, büyük bir organizmanın bir parçası veya or­ganıdır. Aynı Pavlus veya Augustine'nin Mesihin Yaşayan Gövdesi anlayışlarında olduğu gibi. Her varlıkta, butun dünya mağarasında olduğu gibi, iki zıt,, her yere yayılan Can ve Ruh ilişkisi vardır, tbra-nice rııach ve nephesh, Farsça ahu ve ıırvan, Mandaean mamıhmed ve gyan, Yunanca pneııma ve psyche.



"Roach' Spengeler'in belirttiği gibi, 'rüzgar demektir, nephesh ise her zaman şu ya da bu yolla gövdeye veya dünyaya aittir, aşağıda, kötü, karanlık olanı belirtir. Çabası 'yukarı' doğrudur. Rııach kutsal o-lana, yukarıya, ışığa aittir. İnsandaki etkisi, indiğinde, Samson'un kah­ramanlığı gibi olur, İlya'nın kutsal gazabı, yargıcın aydınlatması (Sü­leyman'ın yargılanması) ve her türlü kutsallık ve vecddir. Taşar®

Yeni gelişen kültürün yabana kalıtım formlannda belirmesi, Ro­ma mimarisindeki kubbelerde ve Roma portrelerindeki gözlerde tem­sil edilmesi gibi, Spengler tarafından 'aldatıcı şekil' terimiyle ad­landırılmıştır. Mineralojiden türetilen sözcük aldatıcı dış şekilleri an­latır, 'sahte biçim'i, başka bir cismin dış etkilerini taşıyan bir kaya yangındaki kristalin iç nitelikleri gerçekte başkadır. Spengler şöyle tanımlar:

'Tarihsel sahte biçim terimiyle, eski yabana bir kültürün genç bir kültürün ülkesinde varlığını, bu ülkede doğan genç kültürün yalnız saf, özel ifade biçimleri bulamayışım değil kendi bilincini bile geliş-tiremeyişini anlatmak istiyorum. Bütün "bunlar genç ruhun derinlikle­rindeki eski kalıplardan kaynaklanır, genç duygular bunak eserlerde sıkışır, kendi yaratıa gücüyle yükseleceğine, bir canavara dönüşen nefretle uzaktaki bir güçten nefret eder'.*6'

Levanten kültür örneğinde bu durumun, başlangıçtan sonuna ka­dar geçerli olduğunu göstermiştir. En eski filizlenme döneminde eski Babil uygarlığının içinde kalmıştır, ikincisinde İ.Ö. 529'dan itibaren Ostrogotlar kadar ilkel küçük bir İran kabilesinin diktatörlüğü ikiyüz-yıldan fazla sürmüştür. İskender'in zaferine kadar. Zayıflamış Babil halklarının sonsuz ezilmesi üstüne de bu za/er kurulmuştur. 'Fakat, İ.Ö. 300'den sonra, Sina ve Zagros dağları arasındaki bölgede Aramca konuşan genç halkların uyanışı yayılıp gelişmeye başlamıştır. 'Tam da bu dönemde gelen Makedonyalılar, Hindistan'dan Türkistan kadar uzak bölgelere bile, ince bir Klasik uygarlık tabakası örtmüşlerdir. Pompey'in Suriye'deki ve Augustus'urWVctium'daki (İ.Ö. 30) zaferle-

;S: 333

riyle Roma'nın ağır togası ülkenin üstüne düşmüştür. Ve bundan son­ra, Levanten düşünce ve duygular, yüzyıllarca, İslamın gerçek bir pat­lamasıyla -İranlı Sasani krallarının kurtarılmış ülkesi dışında- yeni bir biçim kazanana kadar, bilimadamlarımızın ısrarlı yanlış yorumla­rıyla, kendi Avrupa uygarlığımızın klasik aşamasıyla Gotik aşaması arasında uzun bir geçiş dönemi olarak tanımladıkları biçim içinde ifa­de edilmek zorunda kalmıştır.

Spengler Mecusi kültürünü gözlemleyebilen tek tarihçi olarak gö­rülmektedir:

'Mecusi kültürü coğrafi ve tarihsel olarak en yüksek kültürlerin tam ortasındadır. Mekan ve zaman olarak başkaları ile ilişkisi olabilecek tek noktadadır. Tarihsel yapısını bu nedenle ancak iç yapısını gizleyen dış kalıplan tanıyarak, tarihe ilişkin dünya görüşümüzden arındırarak an­layabiliriz, işte şu anda bilmediğimiz de bu iç yapıdır. Teolojik ve filo­lojik yargılarla ve Batı araştırmalarım bir dizi dallara bölen çağdaş eğilimlerle -her biri ötekinden yalnızca materyal ve yönetimleri ile değil düşünme biçimiyle ayrılır- büyük sorunlar görülemeden kalmıştır. Bu olayda özelleşmenin sonuçlan bütün ötekilerden daha ağır olmuştur. Tarihçiler Klasik filolojinin egemenliği altında kalmışlar ve Klasik dili Doğu araştırmalarının sının yapmışlardır. Böylece de sırtını iki ya­nındaki gelişimlerin derindeki birliğini anlamakta başarısız olmuş­lardır. Oysa bu birliğin ruhsal bir varlığı yoktur. Sonuç 'Eski' 'Orta' ve 'Çağdaş' tarih perspektifleridir, bunlar Yunan ve Latin dillerinin kul­lanımıyla tammlanmıştır. Eski dil uzmanlarınca, onların 'metinleriyle' Axum, Saba hatta Sasani diyanna bile girilemez. Sonuç olarak da bunlar 'tarihte' hiç olmamışlardır. Edebiyat araştıncısı (aynı zamanda filolog), dilin ruhu ile yapıtın ruhunu kanştınr. Arami bölgesindeki bir ürün eğer Yunanca yazılmışsa veya yalnızca Yunancası kalmışsa hemen 'Son dönem Yunan edebiyatı' içine yerleştirir, bu edebiyatı da özel bir dönem olarak sınıflandırmaya devam eder. Başka dillerdeki akraba me­tinler de kendi bölümünde değerlendirilir ve ayni suni yolla başka ede­biyat gruplarına sokulur. Bütün kanıtların en güçlüsü de bir edebiyat ta­rihinin dil tarihi ile çakışmadığım gösterir. İşte, gerçekten, Mecusilerin ulusal bir edebiyatı vardır, özde aynıdır fakat değişik dillerde yazılmıştır; başkalanyla birlikte Klasik dillerde de. Çünkü Mecusiler gibi bir ulusun ana dili olamaz. Talmud, Maniheist, Nasturi, Yahudi ve hatta Neopythagorcuların ulusal edebiyatı vardır ama Hellenist veya İbrani edebiyatı yoktur.

334

Teolojik araştırma değişik Batı-Avrupa inançlarına göre altbö-lümlere ayrılmıştır, Hıristiyan teolojisi içinde de, Batı ve Doğu 'filo­lojik' sınırları doğmuştur ve hâlâ da geçerlidir. Pers dünyası İran filo­lojisinin alanına girer ve Avesta metinleri Aryan diyalektiği ile dü­zenlenmemiş olmalarına karşın, onunla yayıldıkları için koca konu, İndolojistlerin küçük bir dalı durumuna gelmiştir. Hıristiyan teoloji­nin alanından da bütünüyle çıkmıştır. Son olarak, Talmud Yahudiliği, İbrani filolojisi Eski Ahit uzmanlığı ile çakıştığından beri, ayrı bir araştırmaya bile konu olmamış tersine lamamiyle unutulmuştur. Ana din tarihleri, benim de öğrendiğim her Hint mezhebini (çünkü folklor da uzmanlık konusudur) ve her ilkel zenci dinini inceleyebilmektedir. Bilimadamlığının, büyük görevi tarihsel araştırmaya hazırlanışı, bugün bu durumdadır. &)



Çalışmamızın geri kalan bölümünde, geniş çizgilerle, sayısız gele­neklerin en önemlilerine bile dokunmadan, iki büyük ruhsal dünya­nın Levant'ın ve Avrupa'nın karşılıklı ilişkisini inceleyeceğiz. Kar­şılıklı renkli bir karışıklık ve yanlış anlama ile burada iki zıt aldahcı-şekil görünmektedir. Birincisinden Spengler bize söz etti, Levanten formların Hellenist-Roma formül tabakası altında filizlenmesi. İkincisi de Levant'ın intikamı olarak adlandırılabilir: Pavlus Hıristiyanlığının bütün Avrupa kültür alanına yayılışıyla yerel Kelt ve Germen varlık anlayışı, deneyim görüşü ifadesini ve desteğini ancak yerli duygu ve dürtülere yabancı, zıt ve hatta yapısı zıt terimlerle ifade edebildi. Kur­tulan Levanten ruhunun geç fakat güçlü deyişi, canlı kesin İslam zafe­riyle VII. yüzyıldan sonra duyulacaktır. Avrupa'nın kurtuluşu da çifte zaferle, Reformasyonla bireysel bilincin ve engelsiz bilimin, Röne-sansla canlanan hümanizmle birleşmesiyle görünecektir. Kuşbakışı bir araştırma yapacağız, önce, Levanten eyaleti sonra İ.S. 1350' ye ka­dar Avrupa'yı inceleyerek eski aldatıcı-şekilin çatlayıp ayrıldığı yer­den başlayacağız. Amacımız bir kaç özellikli biçimle her ulusal düze­nin ana çizgilerini ve olası gelişimlerinin üstündeki çarpıtıcı gücü or­taya çıkarmak olacak.

335


8. Bölüm

HAÇ VE HİLAL

1. MECUSİLER

İran'da dinin Part dönemine ilişkin neredeyse hiç bir şey bilinmi­yor. Yunan Selevkoslar (İ.Ö. 312-64) döneminde İskender'in Doğu ve Batı evliliği ideali genelde gerçekleşiyor gibi göründü. Gene de gelişen yeni Levant'ı tek bir saltanat içinde tutmak mümkün olmadı. İ.Ö. 212de Baktria'daki Makedon bir yönetici, Euthydemus bağımsız bir devlet kurmaya muvaffak oldu.W Filistin, dört yıl kadar sonra Ma-kabilerle ayaklandı. Sonra Roma batı eyaletlerinden sarkmaya baş­ladı. Bu yıllarda Partlar veya Arsakidler diye bilinen yerli 1 anedan Partya'da (Doğu İran) ayaklandı. Biraz belirsiz şekilde aşiret başkam Arsakes tarafından (İ.Ö. 250) kurulan devlet iki kardeş, Pharaates I (h. 175-170) ve Mithradates I (h.170-138) tarafından güçlendirildi. Her yanda sürekli savaşıimasına karşın -kuzey ve doğuda İskitler, Baktri-alılar ve Kuşhanlar, batıda önce Selevkoslar sonra iki yüzyıl Roma-sert hanedan İ.S. 226 yılında içerden bir hanedan- Sasaniler tarafından, yıkılana kadar her yerde sınırlarını genişletti. Sasaniler de 641'de İslam tarafından yıkılana kadar yaşadılar.

Denkart'da, son dönem VI. yüzyıldan kalma Sasani eserinde, İ.S. I. yüzyıl şöyle anlatılıyor

Arsakid Valaksh (Vologaeses I, hJLS. 51-77) bütün eyaletlere bir fer­man gönderilmesini emretti, Avesta ve Zend'den ortaya çıkan her ne olursa olsun korunmasını ve onların ve onlardan çıkan her türlü öğretinin gerçek olduğunu bildirdi. İskender'in ölümüyle Makedon­yalıların yağmacılık ve çapulculuğuyla doğan karışıklık ve belirsiz­likle bunlar dağılmış da olsa, yazılarla veya yetkin kişilerin bellekle­rinde korunmuş olmalıydılar.®

Genelde Part dönemi boyunca güçlü bir Hellenleşme eğilimi

336

sürdü. Fakat bu bildiri ile Mecusi Zerdüşt canlanışı da başlıyor. Sasa-ni döneminde ise güçlendi ve zorla uygulandı. Yani hanedanın kuru­cusu Ardeşir I (h.İ.S. 226-241) hemen imparatorluğunun dinsel kalı­tımını, türdeş olmayan halkını kaynaştıracak bir Ortodoksluğun ku­rulması düşüncesiyle elden geçirdi. Bu görevin yerine getirilmesi için de Zerdüşt dinadamlarından birini Tansar'ı seçti. Tansar'ın çalış­maları Denkart'ta kaydedilmiştir:



'Papak'ın oğlu Haşmetmeap Şahlar Şahı Ardeşir, dinsel yetkili olarak Tansar'ı izleyerek, bütün dağılmış bulunan bilgilerin (daha önce Valakhsh'ın topladığı) tahtında toplanmasını emretti. îşe koyu­lan Tansar öteki metinleri eleyip bir tanesini seçti ve şu hükmü ya­yınladı: Mazda'ya inanların dinine ilişkin bütün yorumlar bizim so-rumluluğumuzdadır; artık onları ilgilendiren bir konuda bilgi eksik­liğimiz yoktur.'@)

Hıristiyan akımın biçimlenişi gibi Ortodoks bir Zerdüştlük de olu­şuyordu. Fakat, Zerdüşt kalıtımın Mecusi rahip Tansar'la gerçekleş­tirilen canlanışına karşılık, çağın en büyük bilgesi ve vaizi Babilli Pey­gamber Mani'nin (Î.S. 216Î-276?) öğretisi rakip olarak ortaya çıktı. Zer-düştlüğün, Budizm ve HBİstiyan-Gnostik düşünceyle sentezini yapan Maniheizm bir .zaman Şahlar Şahmın basit Zerdüşt efsanesinden çok daha birleştirici bir güç olarak göründü. Hanedanın ikinci monarkı Şapur I (h. 241-272) bile, geniş görüşlü biri olarak ondan, etkilendi. Metinden devam ederek okuyoruz:

'Ardeşir oğlu Şahlar Şahı Şapur Hindistan, Bizans İmparator­luğu^) ve öteki ülkelerdeki dinle ilgili bulunan dağılmış yazılan top­lattı. Bunlar tıp, astronomi, hareket, zaman, mekan, varlık, yaratılış, oluş, ölüm, niteliksel değişim, mantık ve öteki sanat ve bilimlerle ilgi­liydi. Bunları Avesta'ya ekledi ve Kraliyet Hazinesinde güzel bir nüs­hanın saklanmasını emretti. Ve her türlü akademik disiplinin Maz-daya inananların dini temelinde incelenmesi olasılığını araştırdı*^

İ.S.. 242'de inancını yaymaya başlayan Mani'ye Şapur'la görüşme izni verildi ve kendisine istediği yerde vazetme özgürlüğü sağlandı. Bir dönem Şahlar Şahmın da Maniheist öğretiyle ilgilendiği anla­şılıyor. Ama bu liberal görüşlü monark I.Sİ 272'de öteki dünyaya göç­tü ve peygamber, vazının on üçüncü yılında, izleyen, ikinci şah Beh-

(*) Bizans İmparatorluğu henüz kurulmamıştı. Metinde bu terimin kullanılması anakro­nizmdir.

337


ram I '(h.273-276) tarafından, başkentte, tam Levanten bir biçimde, • sapıklık öğrettiği gerekçesiyle asıldı-efsanesine göre Mesih gibi çar­mıha gerildi.

Şapur'un ölümünden sonra Mecusi tepkisi, onun Hellenist dünya görüşüne ve hümanizmasına karşı, kendi rahibi Karter tarafından örgütlendi. Mani'yi sorgulayıp mahkum eden de oydu. Profesör R.C. Zaehner yakınlarında çıkan eseri Zerdüştliiğün Şafağı ve Tan Za-manı'nda:

'Zerdüstlük, fanatik ve baskı yapan bir din olarak ilk kez onun zamanında görünüyor. Soruşturulan mezheplerin sayısı, Sasani kral­larının imparatorluklarını kaynaştıracak birleştirici bir güç ararken ne kadar haklı olduklarım gösteriyor. Yalnız Yahudilerin, Hıristiyan­ların, Maniheistlerin değil, Mandayyacıların, Budistlerin ve Brahman-lann da Karter tarafından suçlandıklarını görüyoruz... Karter, 'sapık­lar ve dinden dönenler propaganda için değil tannlann ritleri ve Mazdaya inananların dini için Mecusi topluluğu içinde saklandı, fa­kat ben onları cezalandırdım ve azarladım ve onları yerleştirdim' diyor.

Yani din birliği zorlanmıştı ve bu birliğin, kesinlikle ikici ve Maz-dacı bir çizgide olması gerekiyor. Karter'in siyaseti, bir kaç za/ıf kral­dan sonra Şapur'un kişisel dinsel siyasetine karşı bir tepki olarak gö­rülmeli'.^

Şu toplumbilimsel ilkeyi formüle edeyim; daha önce HeUeruzrrün gücüne karşı geliştirildiğini gördüğümüz Makabici tepki bu kez Me­cusi tepkisinde görülüyor; organik kimyanın 'hoşgörü' terimiyle: bir sistemin, belli bir besin veya ilacı belli bir dereceye ve zamana kadar özümleyebilen yapısal kapasitesi yararlı görülebilir, fakat bundan öte­si dayanılmaz olur ve kendiliğinden dışarı atılır.

Bir devletin, yöneten elitin kutsal değerler olarak bir inanç sistemi­ni kararlaştınp yurttaşlarına zorlamadan ne kadar yaşıyabileceği noktasını tartışmadan, Levant tarihinde bu tür toplumsal sahte-dinlerin çok çeşitli olduğunu yani en saf biçimiyle incelenebileceğini gözlemleyelim. Ve bir kez bu başladı mı, güç ve terörle büyür ve zor­lanan ye bozulan etkenlerin gittikçe gelişen etkileşimiyle ikinci bir doğal yasa işlemeye başlar, yani, baskıya sunulan tanrılar şeytanlar durumuna gelir. Bu, bilinçle baskı altına alınıp tanınmayan ve özüm­lenmeyen psikolojik ve toplumsal etkenlerin özerkleşmesi ve sonuçta geçerli sistemden ayrışması demektir.

338

Denkart'taki bir sonraki cümleden, Şapur II zamanında (310-379) -Constantine, Saint Augustine ve Büyük Thedosius'un tam çağdaşı- Or­todoks anlayışın sapıklık diye nitelendirdiği tepkinin tamamıyla geliştiğini öğreniyoruz. Ve şimdi büyük dindar Aturpat'tır. Profesör Zaehner, 'Pehlevi kitapları Ortodoksluğun oluştuğu zamana bakıyor­lar. Aturpat sınavdan erimiş metalle geçti ve her türlü mezhep ve sapıklıkla mücadelesinden zaferle çıktı' diyor.*6) Denkart'a göre:



'Ohrmazd oğlu Şahlar Şahı Şapur (Şapur II) bütün öğretileri ince­lemek için her yerden insanları topladı, tartışma nedenleri ortadan kaldırılacaktı. Aturpat tutarlılığıyla kendi görüşünü bütün öteki mez­heplerin, öğretilerin ve okulların temsilcileri karşısında haklı çıkarın­ca, aşağıdaki anlamda bir bildiri yayınladı: 'dünyada Dinin ne oldu­ğunu gördükten sonra hiç kimse yanlış dinine terkedilmeyecektir ve gayrette herkesi geçeceğiz'. Ve böyle de yaptı!*7)

Ama -kimsenin şaşmayacağı gibi- imparatorluğa yönelik sağ ve sol sapıklık tehlikesi, iki yüzyıl sonra, Choroes I (h.531-579) döne­minde hâlâ sınır tanımıyordu. Choroes I, Hıristiyan eşdeğeri Justi­nian (h. 527-563) ile çağdaştı ve sorunlarıyla çözümleriyle yaklaşık olarak aynıydı. Onun zamanında düzenlenmiş olan Denkart'tan ala­cağımız son metinle bitireceğiz:

Kavafın (Chosroes I) oğlu şimdiki Haşmetmeap Şahlar Şahı Hüsrev (Chosroes I) sapıklık sorununda dinin ilhamıyla sapıklık ve dinsizliği yok edip dört kast düzenini güçlendirdikten ve tartışmaları özendirdikten sonra, eyaletlerin kurultayında aşağıdaki bildiriyi ya­yınladı:

Mazdaya insanların dininin doğruluğunu tanıtmıştır. Akıllı insan­lar onu dünyada tartışmayla kurabileceklerine güvenebilirler. Fakat etkili ve geliştirici propaganda çok fazla saf düşünce, söz, iş ve eylem ve iyi Ruhun ilhamı ve Tanrıya inançla mutlak Söze uyuşmaya da-yandırılmamalıdır. Ohrmazd'ın (Ahura Mazda) baş Mecusisinin ilan ettiğini biz de ilan etmeliyiz; çünkü aramızda onlann ruhsal kavrayışı olduğu gösterilmiştir. Ve onlardan öğretinin hem ruhsal kavranışını hem de dünyada fiilen uygulanışını öğretinin tam olarak sergilenme­sini istiyoruz ve istemeye devam edeceğiz ve bunun için tanrıya şük­rediyoruz.

Çok şükür, ülkenin iyi hükümeti, İran diyarmda Mazdaya inanan­ların dinine dayanıyor; bu öğreti bu ülkenin tamamında bizden ön­cekilerin biriktirdiği bilginin sentezidir. Bizim başka inançta olanlarla

339


bir çekişmemiz yoktur, çünkü biz hem sözlü gelecekte* hem yazılı kayıtlarda Avesta diline sahibiz, kitaplarda ve anılarda ve şerhler yo­luyla kaba terimlerimizde, kısaca Mazdaya inananlar dininin özgün dehasının tamamına sahibiz. Bunun yanında, Mazdaya inananlar di­nine yabana belirsiz öğretiler dünyanın her yerinden buraya ulaşı­yor; daha fazla inceleme ve çalışma, Mazdaya inananlar dinine ya­bancı bilginin, özümlenmesinin ve eğirimin yapılmasının, çok fazla in­celeme yapmış ve düşünmüş, ayinlerin anlatışını geliştirmiş, çok dikkatli ve keskin zekalı, soylu, şerefli ve en iyi Mecusilerden daha fazla yurttaşlarımızın refah ve zenginliğine katkıda bulunmayacağı kanıtlanmıştır. Bundan dolayı Avesta ve Zend'in büyük gayretle ve hep yeniden öğrenilmesini kararlaştırıyoruz; onlardan öğrenilenler yurttaşlarımızın bilgisini verimli biçimde ve değerli şeylerle artıra­caktır.

Yaratıcının, ruhsal varlıklarının gizeminin, Yaratıcının yaratışının yapısının, öğrenilmesinin olanaklı olmadığını ya da tamamiyle öğre­nileceğini söyleyenler, yetersiz bilgiye sahip olmalı veya serbest dü­şünceli olmalıdırlar. Gerçeğin dinsel ilham ve benzetme ile anlaşıl­masının olanaklı olduğunu söyleyenler gerçeğin araştırıcısı olarak ka­bul edileceklerdir. Öğretiyi açıkça yorumlayanlar dinde akulı ve de­neyimle kabul edileceklerdir. Ve bütün bilginin kökeni dinin öğretisi olduğuna göre, bu yolda konuşan bir insan, öğretisini Avesta il­hamından almıyorsa bile, akıllıca konuşuyordur. Yani o da dinle uyumlu konuşuyor kabul edilecektir, çünkü dinin işlevi insan oğul­larına bilgi vermektir'/8'



2. BİZANS

Spengler, 'klasik insan tanrılarının önünde onlar da birer insanmış gibi dururken' diyor, 'Mecusi tanrısı belirsiz, anlaşılması zor bir güç olarak yukardan gazap veya merhamet saçar, veya uygun gördüğünü karanlığa gömer, uygun gördüğü ruhu ışığa yükseltir*. Bireyin isteği, düşüncesi basitçe anlamsızdır çünkü 'istek' ve 'düşünce' insandan öncel değildir, onun üstünde tanrının etkisinden» ibarettir. Sık ifade edilen ve özünde hiç değişmeyen bu sarsılmaz kök-duygusuyla, dünyada hiç bir dönüşüm, aydınlanma veya ince ayrımlar olmadan, bu durumu karışıklıktan mutluluğa çevirecek Kutsal Aracı düşün­cesinin gerekliliği ortaya çıkar. Bütün Mecusi dinleri bu düşünceyle

340

birbirlerine bağlanır ve bütün öteki kültürlerden ayrılırlar'/9)



Mecusi dünyasının Zerdüşt bölümünde, mücadele eden mez­heplerin anahtar sorunu Angra Mainyu ile Ahura Mazda'nın iliş-kisindeki ayrımlandır. Karanlık gücünün, ışığın varlık ve kaynağı ile ilişkisi. Başka deyişle, kötünün kökeni ve nihai yapısı. Hıristiyan ce­maat için ise, öte yandan, temel uyuşmazlık düğümü Vücut bulma so­runudur. İnsanoğlunu kurtarmak için zaman, madde ve günah di­yarına giren Arabulucunun yapısıdır. İznik Konsülünü izleyen bir dizi acil toplantıda herkesin ayrıldığı veya birleştiği konu buydu. Konuyu ince ayrıntılarına kadar yinelemenin gereği yok. Fakat, teolojik bir tartışma olarak 'bu dünyadan değildi' denilişindeki açıkça siyasal olan kararın gücüne bir kaç sayfa ayırmak gerekiyor. Çünkü her za­manki Levanten fikir oydaşması düşüncesi (sonradan da tartışılmaz gerçek olarak kabul edildiği gibi) Hıristiyan öğretideki işlevini bu konsüllerin tarihinde en açık biçimde ortaya koyuyor.

Tartışmada dört önde gelen parti vardı: 1. Büyük Mısır iskende­riye teolojik okulu (genç diyakoz Athanasius İznik konsülünde rapor-L tör olmuş ve Athanasius Amentüsü yayınlanmıştı(*)). Mesihin kut­sallığı üstünde duruyorlardı. Çekişmenin bu aşamasmda okul iki güçlü piskopos tarafından temsil ediliyordu, Cyril ve Dioscurus. îlki azizler derecesine sokulurken aynı düşünceyi savunan ikincisi aforoz edilecekti; 2. Mesih'in insanlığını savunan Kapadokya-Suriye-Antak­ya okulu. Öncelikle büyük saplan Nestorius tarafından temsil edili­yordu. Nestorius Aziz Cyril tarafından mahkum edilecek ve yok edi­lecekti; 3. İstanbul'daki, Yeni veya İkinci Roma'daki imparator, en büyük amacı da imparatorluğunu böyle bir tartışmayla dağılmaktan korumaktı; ve 4. Roma'daki tahtında Papanın kendisi, Petrus tara­fından kurulma iddiasıyla kendi görüşünün önemini ortaya koymak için mücadele ediyordu. Petrus'un bütün havarilerin başı olması gibi Papa da şimdi bütün piskoposların başı olmalıydı. Fakat piskopos­ların büyük çoğunluğu artık Levantendi ve Roma da imparatorluk yöhetiminiri merkezi değildi.

(•) Bkz. Sayfa 326.

341


BİRİNCİ AŞAMA (370-431)

Anlaşmazlığın ilk büyük aşaması Laodicea'nın (Antakya'nın he­men güneyinde bir şehir) etkin anti-aryan piskoposu Apollinarius İ.S. 370lerde bir soruna çözüm bulunmasını önerdiğinde ortaya çıktı. Sorun şuydu, eğer bütün insanlar günahkarsa ve Mesih günahkar değilse Mesih gerçekten insan olamazdı. İyi piskopos Apollinarius'un yanıtı şuydu: Mesih'de insan ruhunun yerini Logos, ete bürünmüş Kelam almıştı, ama insan ruhu da Logosun suretinde yaratıldığına göre (Tekvin 1:28) Mesih daha az değil daha fazla insan'dı, farklı in­san olsa da. Logos ve insan yabancı varlıklar değildir fakat özünde birbirlerine bağlıdırlar ve bir anlamda biri olmadan öteki tam ola-maz.(10>

Bu becerikli bir yanıttı. Fakat tartışmayı yatıştıracağına kızıştırdı. Apollinarius'un kendisi de neredeyse Kurtarıcının görünüşünün ha­yali olduğuna inanan Gnostiklerin yanma düştü.(*) Bütün hıristiyan-lann katıldığı İstanbul'da 381'de yapılan İkinci Konsül'de mahkum, edildi ve dokuz yıl sonra öldü. Tartışması ise 428 yılına kadar sürdü. Bu tarihte Nestorius İstanbul piskoposu oldu. Meşinin insan yönünün ağırlık taşıdığı Antakya'da eğitim görmüş olan İkinci Roma'-un yeni piskoposu, Meryem'in Tann'nm (BeotOKoa) annesi olmadığını savun­du. Meryem Mesihin yalnızca insan yönünün annesiydi. 'Ben Tanrının iki veya üç aylık olduğunu söyleyemem' ve 'Evet Bakire'yi bir tanrıça yapmayalım' dediği söylenir.

Bu noktada İskenderiye'nin ulu piskoposu Cyril, elinde İstanbul tahtına, İmparator Theodosius ü'ye (h. 408-450) seslenen bir dizi mektupla tartışmaya katıldı. İmparatora 'Tanrının dünyadaki imge­si', en büyük kızkardeşi Pulcheria'ya, imparator çocukken eğitimini üstüne almış olan ve küçüklüğünde tahta vekillik eden prensese 'en dindar prenses' diye hitap ediyordu. Kız, kardeşine kendi otoritesine karşı çıkmayacak bir eş seçmiş ve kendisiyle birlikte bütün kız-kardeşlerini hem cennette iyi bir yer için hem de imparatorluğun sa­rayında rakipsiz bir otoriteyi sürdürmek için ebedi bakireliğe ada­mıştı. Hanımlar saflıklarım sunaklara çiçek yerleştirmekle ve din adamlarıyla ve harem ağalarıyla dolanıp fikir alışverişi yapmakla sürdürüyorlardı.

(.*) Bkz. Sayfa 305-307.

342


iskenderiyeli Cyril bu hanımlara ve erkek kardeşlerine mektup­larında sayısız yetkiliden alıntıyla Beotokoc terimini haklı görürken, Nestorius'a mektubunda onu İznik amentüsünü anlamamakla suç­ladı. Cyril ile zamanın Roma'daki Papası Celestine I (422-432) ara­sında da mektuplar gelip gitti. O zaman Roma da kilise meclisi top­lanarak Nestorius'u mahkum etmiş, İskenderiye'de toplanan meclis de aynı karara varmıştı. Fakat Nestorius İstanbul'dan yüksek görüş-lülüğüyle karşı aforizmalar çıkarttı. Bu noktada imparator olaya müdahale etti.

Thedosius II 431'de Efes'de, binlerce yıldır Anadolu'nun ana tan­rıçası Artemis'in Asya'daki ana tapmağının bulunduğu ve evrenin ya­ratıcısı ve dirilen tanrının annesi olan tanrıçaya adanmış şehirde bir meclis topladı. Sarayın bakire sultanları kadar tanrıçanın etkisinin, toplanan piskoposların düşüncelerinde de sürdüğünü kabul etmemiz akıllıca olur. Bakire. Meryem'in GeoxoKoa olarak tanındığı yer bu­rasıdır; Antakya delegelerinin gelişinden beş gün önce. Tanrının Anası olarak tanınmıştır. Nestorius katılmayı reddetmişti ve mah­kum edilerek görevinden alındı. O da Antakya grubuyla bir konsül" topladı ve Cyril'i mahkum etti fakat sonunda razı olmak zorunda kaldı. Mısır çölünde sürgünde, sonunda, görünüşte, tanınmış ulu bir çöl keşişinin, Senuti'nin elinden öldü.^1'

Ama öğretisi kendi başına sürdü. Roma ve İstanbul'dan uzağa, doğuya yayıldı, İran'da Madras ve Pekin'de gelişti. Marko Polo (1254-1323) Mahanyana Budist keşişlerinin tapınaklarının bulunduğu ker­van yollan boyunca Nasturi kiliselerine rastladı. Eğer zor olmakla bir­likte henüz incelenmemiş bu alanda çalışacak biri olursa, Asya'run alışveriş merkezlerinde zengin bir Budist, Brahman, Taoist ve Kon-fiçyuscu, Maniheist, Nasturi ve Zerdüştcü ikonografiye ve hepsinin aynı biçimde karşılandığı hoşgörüye rastlayacaktır.

İKİNCİ AŞAMA (448-553)

Vücut bulmanın yapısıyla ilgili ikinci büyük tartışma 448 yılında açıldı. Piskopos Cyril dört yıl önce ölmüştü, takdis edilerek; ve İsken­deriye görüşünün, görevini Dioscurus yüklendi. Tartışma yaşb ma­nastır rahibi Eutysches, İstanbul yakınındaki zaviyesinden, söz kala­balığı ile Nestorius'a karşı çıktığında yeniden başlamıştı. Euryches, başka türde yanlışlar yaymakla suçlandı. Başkentte bir konsülün

343


örtüne çıkartıldı, kaba görüşünü açıkladı: Mesihin vücut bulmadan önce iki yapısı (Tanrı ve İnsan) bulunduğuna, sonra tek yapısı oldu­ğuna inanıyordu. Eutyches mahkum edildi ve saygınlığı kaldırıldı. Fakat, imparatora. Papa Büyük Leo'ya (440-461) ve istanbul ke­şişlerine başvurdu. Thedosius ilkinin görüşünü değiştirecek ikinci bir konsül topladı, İskenderiyeli Dioscurus başkanlık yapması için davet edildi. Fakat bu kez Papa Leo imparatora, Pulcheria'ya ve başka sayısız önde gelen kişiye yazmaya başladı. Şunları iddia edi­yordu: 1. Eutyches hatalıydı, 2. eğer bu konsül toplanacaksa onun yeri Roma'ydı, 3. kendisi Petrus'un halefiydi ve Kitaplarla birlikte tartışılan noktalarda görüş bildirme yetkisi kendisinindi. Konsül 449'da toplandı. Ama Roma'da değil, Efes'te. Ve Leo değil, İsken­deriyeli Dioscurus başkanlık etti. Leo üç delege gönderdi, bir pisko­pos, bir rahip ve bir diyakoz fakat Kitabı okunmadı bile. Eutyches'i mahkum edenler mahkum edildiler, 115 piskoposun imzasıyla yaşlı manastır rahibinin Ortodoksluğu ilan edildi ve eski yeri iade edildi. Tek itiraz -contradicitur- papanın delege olarak gelen diyakozundan, Hilarius'dan geldi, o da canım kurtarmak için kaçtı ve felaket haberi­ni Roma'ya götürdü. Leo da konsüle, halen bilindiği adıyla, Soygun­cu Konsül adım verdi.

Theodosius II 450 Temmuzunda attan düşüp Lycus ırmağında bel kemiğini kırarak ölünce, Pulcheria imparatoriçe ilan edildi. Gibbon, 'Romalılar ilk kez bir kadm hükümdara boyun eğdiler' diye yazıyor. (12) Pulcheria, bakireliğine saygı gösteren sağduyulu bir senatörle, Mar-cian'la evlendi. Marican, imparator olarak, onu, Papa Leonun yeni bir konsül toplanması isteği yönünde destekledi. Fakat konsül beklendiği gibi Roma'da toplanmadı, İstanbul yakınında Kadıköy'de toplandı. Bu kez Papanın Kitabı etkili oldu, Dioscurus aforoz edilerek sürüldü. Ama on yıl geçmeden İskenderiyeli kilisenin İstanbul'dan kopmasına neden olundu, imparatorun atamalarına meydan okuyarak piskopos­lar yerlerinden kıpırdamıyorlardı.

Böylece, bağımsız Kıpti Monofizit (Tek Yapı) görüşü, Mesihin Ya­şayan Gövdesinden hızla ayrılıp yayılan bir dal olarak gelişti. Sayısız etkilerle bu görüşü biçimlendirenler içinde, Mısır çöllerinde görü­cünü yayan Aziz Anthonyla birlikte (251-356?) o zamandan beri etkin­likte bulunan bir çok zahid vardır. Bazıları, örneğin, Hindistan'ın bazı yogilerine benzeyen Stylitler ve Dendritelerdi/13) Kendilerini sürekli hareketsizliğe mahkum etmişlerdi, öncekiler sürekli eski tapmak hara-

344


belerinde sütunların tepesinde, ikinciler ağaç dallarında otururlardı. Browserler olarak bilinenler hayvanlar gibi otla beslenirlerdi. Baş­kaları kendilerini kayalara zincirlerdi. Bazıları da ağır boyunduruklar taşırlardı. Gene de çoğu iskenderiyeli teologların açık bir desteğe ge­reksinimi olduğunda kalabalığa girerek Tek Yapı! Tek Yapı!' diye slo­ganlar atarlardı..

Kadıköy'deki hizipleşmeden sonra, Kıpti Monofizit Kilisesi, kendi bölgesinde, Avrupa anlayışından uzak bir görünüşle gelişti, Arap De­nizi çevresinde incelenmemiş bir uygarlıkla bağıntılar kurdu: Ha­beşistan ve Somali, Hadramaut, Bombay ve Malabar. Örnek olarak, Ethiopya'nm kırk küsur monolitik Lalibela kiliselerinin ve onların Ajanta mağara-tapınaklan ile olan ilişkisinin üstünde kim yazmıştır? (14) Veya Axum'dai efsanevi yılan kralı öldüren, Nahas veya Negus (Sanskritce nagas 'yılan, yılan-krar" ile karşılaştırın) Haile Selasie'nin atası kurtarıcıyı?^5) Veya Leo Frobenius'un Sudan'dan batı Nijer'e ka­dar izlediği İssa (Jesus) ve Pers ve Roma kralları efsanelerinin kökenini kim araştırmıştır?*16' Hepsi, Katolik Kilisesi için olduğu kadar, çağ­daş mitoloji bilimi için de kayıp bir dünyadır.

Kadıköy Konsülünün tek getirdiği felaket Afrika'nın bilinmeyen kayboluşu değildi. Bizans ve Roma arasında da ayrılma başlamıştı. Hepsi imparatorlar tarafından toplanan, Levanten şehirlerinde dü­zenlenen ve Doğudan gerçekten yüzlerce piskopos gelirken Batıdan yarım düzinenin geldiği Konsüllerde Petrus'un görüşü neredeyse hiç rol oynamamıştı. Papanın Petrus'un onuruna iddiaları basitçe kü­çümsenmişti. Ama şimdi, Büyük Leo, boylu boslu ve kişilikli insan, sürüsünün çobanı olarak şehrinin harabelerine dikilip, 451 yılında Roma kapısında Hunlarrn Atilla'sını karşıladı ve -açıklanmayan bir güçle- onun çekilmesini sağladı. Leo papalık iddiasını havada bıra­kacak biri değildi. Ve Doğu, onun büyüklüğünden haberdar olarak, Kadıköyde ona XXVII. Yasa diye bilinen açıklamayla yanıt verdi. The-dosius konsülünün bulgularına da dayanarak piskoposlar aşağıdaki noktaya vardılar:

'Her şeyde kutsal Babaların kararlarım izleyerek ve yasarım doğ­ruluğunu kabul ederek, şimdi okunan yasaya bağlı olan aziz Tanrının yüz elli piskoposu olan (imparator Thedosius'un mutlu amsıyla şimdi Yeni Roma olan imparatorluk şehri İstanbul'da toplanan) bizler, şimdi Yeni Roma olan İstanbul'un kutsal kilisesinin ayrıcalıklarına hükme­derek inanıyoruz.. Çünkü Babalar haklı olarak ayrıcalıkları Eski#Ro-

345

ma'run tahtına tanımışlardır, çünkü o imparatorluk şehriydi. Ve yüz elli dindar piskopos aynı anlayışla hareket ederek, Yeni Roma tahtına en kutsal ayrıcalıkları veriyor, iktidarla ve Senatoyla onur kazanan şehrin, eski imparatorluk Roma'sıyla eşit ayrıcalıklar taşıdığı kara­rına varıyor, ve kiliseyle ilgili sorunlarda da onun gibi ululanması ve onun yerini alması gerektiğine inanıyoruz. Pontus'da, Asya'da ve Trakya piskoposluk bölgelerinde (şimdi azar geliyor), metropolitler ve yukarıda söylenilen piskoposlar barbarların içindedirler, kutsal İstanbul kilisesinin tahtı taralından atanmalıdırlar. Yukarıda denilen piskoposluk bölgelerinde her metropolit kendi eyaletinin piskopostan ile birlikte kendi piskoposlarını atamalıdır, fakat kutsal yasalarla da belirlendiği gibi, yukarıda denildiği gibi, yukarıda denilen piskopos­luk bölgelerinin metropolitleri İstanbul başpiskoposu tarafından atan­malıdır. Geleneğe göre her zamanki seçimler yapılmalı ve ona sunul­malıdır.'<17>



Bizans'ın Tanrının Dünyadaki Krallığı düşüncesi, İsrailin Eski Ahit'inde olduğu gibi, siyasal, maddi ve somuttur. Musa'nın Harun için olduğu gibi, imparator da papazlar için, dünya tarihinde tanrının yasasının tek aracı olarak kavranılan bir konumdadır. Profesör Adda B. Bozeman'ın Uluslararası Tarihte Siyaset ve Kültür'im. (Politics nd Cul­ture in International History) ilişkisi üstüne yazdığı usta işi araş­tırmasında söylediği gibi, 'Bizans yapısının ekseni, merkezi devlettir, bu anlayış ayrı fakat içice geçmiş bir çok hükümet kurumuyla ger­çekleşir. Kurumlardan her biri kendi çevresine sahiptir çünkü devle­tin bir yönünde etkinlik göstermek üzere tasarlanmıştır. Ama hepsi, kilise işleriyle ilgili olan da içinde, hükümetin nihai başarısının, ön­yargılı kuramlar ve imgelerin yarattığı inanç dolu saygıdan çok, in­sanların kolay kanmasının uygun biçimde yönlendirilmesine bağlı olduğu düşüncesiyle kurulmuştur.'^18^

Dahası, 'devlet genel olarak toplumun yüce bir ifadesi olarak kabul edildiği için, bütün insan etkinliklerinin ve değerlerinin onunla doğrudan ilişki kurması istenmiştir. Bu bilginin kendi yaran için değil fakat devlete hizmet için edinilmesi anlamına gelir. Gerçekten, inanç gibi, eğirimin de siyasal bir değeri vardır'.'19) Yalnız inanç da değil, inanan mitolojisini, yarattığı huşuyu ve hizmet etme arzusunu da eklemeliyiz.

Robert Eisler, Avrupa'da ve dünyadaki kraliyet giyim ve taçlan simgeleri üstüne ansiklopedik çalışmasında, Bizans'a giden bir gezgi-

346 fflfc

run yazdıklarından kralın huzurunda gördüklerini tanımladığı bö­lümü alıntılar:

'İmparatorluk tahtının yanında pirinçten, yaldızlı bir ağaç duru­yordu. Ağacın dalları sayısız pirinçten, yaldızlı kuşla doluydu. Her • kuş cinsine göre, bir nota çıkarıyordu. Ve imparatorun tahtı öyle dü­zenlenmişti ki, bir alçak, bir yüksek, bir göklere çıkmış görünüyordu. İki kocaman, tunç mu, ahşap mı bilmediğim aslanla korunmuştu, fa­kat her yerleri altın kaplıydı ve kamçı gibi kuyrukları, açık çeneleri, kıpırdayan dilleriyle kükreme sesleri çıkarıyorlardı. İmparatorun önüne götürüldüm. Benim gelmemle cinslerine göre kuşlar ötüp aslanlar kükreyince ne huşuyla ne korkuyla sallanmadım. Saygıyla üç kez yere kapandıktan sonra başımı imparatora kaldırdım, ve otur­duğunu gördüğüm orta yükseklikteki döşemeyi bu tez tavana yakın gördüm, imparator değişik elbiseler içindeydi. Bunun nasıl olduğunu da anlayamadım. Belki şarap presinin serenini kaldıran makina gibi olmuştu.'^

Dr. Eisler 'Chosroes Fin bu tür şaşırtıcı bir tahtı olduğuna göre, altında yıldızlar dolanıyormuş, Romalı imparatorun İranlı rakibinden geri kalmamak için böyle saygı uyandıran fakat gene de çocukça bir tertibat kurdurmuş olduğunu söylememiz yanlış olmaz1 diyor. Simge eski Sümer zamanlarından alma, Orta Çağda da Bizanstan Batı Avru­pa ve Rusya'ya geçti. Bu etkinin daha çok barbarlann büyük tahta gönderdikleri elçilerden doğduğunu kabul edebiliriz. Adda Boze-man'ın Profesör Norman H.Baynas'tan aldığı paragraf bunu açık­lıyor:

'Bir an stepten veya çölden bir barbar başkanın Bizans Tahtına gel­diğini düşünelim. Görkemle, özenli imparatorluk memurlarının gös­terdiği ilgiyle misafir edilecek, başkenti gezecek. Ve bugün imparator­la görüşecek. Göz kamaştıran labirentlerden, mermer koridorlardan, mozaik ve altın kaplı odalardan, uzun beyaz üniformalı saray mu­hafızları arasından, soyluların, piskoposların, generallerin ve sena­törlerin arasından, müzik aletlerinin müziğinden ve kilise koridor­larından geçecek. Harem ağalarının yardımıyla sonunda sonsuz salta­natın, sessiz, hareketsiz, hieratik kişiyle yüzyüze gelir, Yeni Romanın Efendisi önünde yere kapaklanır. Constantine'in mirasçısı Sezarlann tahtında oturmaktadır. Başını kaldıramadan, imparator ve tahtı yu­karı çıkar, imparator, değişmiş elbiseleriyle, son göründüğünden başka biçimde, tanrının ölümlü insanlara baktığı gibi, ona yukandan

347

bakar. Kimdir o, tahtı çevreleyen altın aslanların kükremelerini ve ağaçlarda kuşların ötüşlerini duyar, o kimdir ki imparatorun buyruk­larına uymasın? Aslanların kükremesini ve kuşların ötüşünü anla­mak için mekanizmalarını düşünecek zamanı yoktur. İmparator için konuşan bgotit'in(*) sorularına güçlükle yanıt verir, bağlılığı kaza­nılmıştır: Roma Hıristiyanlığı ve İmparatorluğu için dövüşecektir.'^



Bu aptalca sahneleri aklımızda tutunca. Aziz Cyril'in bir krallık kuklasını nasıl 'tanrının dünyadaki imgesi' diye övebildiğine ilişkin kuşkusuz bir ölçü keşfediyoruz.

Fakat cennetteki tanrının karısı yoktur, tmparatorunsa imparato-riçesi vardır. Ve güçlü monark Justinian İS. 527 yılında bu şakacı tah­ta çıktığında, mitolojik ve siyasal olarak Roma'yla aranın açık olma­sına karşı nazik bir görev üstlendi, ve onun çok güçlü, saygın eşi The-dora kendi kişisel arkadaş-ve dostlarını yani Monofizitleri destekliye-rek Roma'yi kızdırdı.

'Büyük Thedora', Pulcheria'nın bir kopyasıydı. istanbul hipodro­munda bir ayı bakıcısının kızıyken, bekar prens Justinian, otuz yedi yaşlarında, onun güzellik, zeka ve aklına hayran kalıp, umutsuz bir aşka düşünce, kızın dünyaca ünü arttı. Bir çok tarihçi onun koca­sından daha yetenekli bir siyasetçi olduğunu söylüyor. Onun iizans'ın dinsel eğilimlerini Levant'ınkiyle kaynaştırma isteğinin, İkinci Ro­ma'yi, Justinian in iki uyumsuz kültür dünyasını organik olarak ayır­mamak yolunda verdiği yanlış mücadeleden, daha güçlü ve daha uzun süreli Hıristiyanlık merkezi yapabileceği düşünülüyor. Ne olur­sa olsun, onun Levanten yeteneğiyle gelişen siyasal teoloji harikaydı. Gibbon kitabının her bölümünde bunun üstünde durur. Burada bizim üstünde durmamız gereken yön bunun Papa Vigilius'un (537-555) inana üstündeki etkisi.

Justinian tahta 527'de kırk beş yaşında çıktı ve otuz sekiz yıl, yedi ay, on üç gün iktidarda kaldı. Hemen bütün paganları temizlemek için işe koyulup, iktidarın ikinci yılında Atina'daki Üniversiteyi kapattı, imparatorluk bildirileri ile birçok din değiştirmelere neden oldu ve Mısır'ın Monofizitlerine dinsel baskı yapmaktan ancak güzel karısının yumuşak ama belirleyici eliyle alıkonabildi.

(*) logothete- Bizans İmparatorluğunda eyalet yönetimi veya maliyede görevli yüksek memur veya İmparatoru hükümette veya başka yerlerde temsil eden görevli, (çev. notu).

348


543 yılında, cüretkar imparatoriçesinin öğüdüyle, Justinian Antak­ya Okulunun üç merhum teologunun yazılarını sapıklık olarak mah­kum eden bir bildiri yayınladı. Bunun Monofizitler ile olan açıklığı kapatacağı ve Roma'yı uyumluluğa zorlayacağı umuluyordu. Çünkü yeni Papa Vigilius görevini büyük ölçüde Thedora'nın etkisi ile elde etmişti ve onun isteğine uyması bekleniyordu. Fakat Vigilius ona ko­casının bildirisini desteklemek üzere verdiği sözü tutmayı o kadar ge­ciktirdi ki, Justinian onu kaçırttı ve İstanbul'a getirtti. Papa orda Jııdica-tum'u 548 Paskalya Yortusunun arifesinde, baskı altında yayınladı. Fakat Batılı dinadamlarından öyle itiraz yükseldi ki Justinian kur­banının sözünü geri almasına izin verdi.

Aynı, yıl Thedora kırk yaşmda kanserden öldü, konu, papa gene rehin olarak tutularak 557 yılma kadar ertelendi ve Justinian Beşinci Ekumenik Konsülü toplantıya çağırdı. Fakat Vigilius katılmayı red­detti. Onun yerine kendisi Constitution ad Imperatorem diye bilinen dokümanı yayınladı, imparatoru tatmin etmeyen bildiri Antakya teo­loglarından yalnız birinin yazılarından altı bölümü mahkum ediyor, yazarın kendisini mahkum etmiyordu. Çünkü ölülerin mahkum edil­mesinin geleneksel olmadığını düşünüyordu, öteki ikisini ise mah­kum etmiyordu çünkü Kadıköy Konsülünde bunlar sapık sayılma­mışlardı. Justinian'ın Konsülü ise yalnız sözkonusu kişilerin kendile­rini ve eserlerini mahkum etmekle kalmadı, tutsak papayı da mah­kum etti. Zavallı adam sonunda işi bitik kendi adını da onlannkinin arasına kattı ve görevine dönme izni verildi, fakat yolda Sirakuza'da öldü.*22*

ÜÇÜNCÜ AŞAMA (630-680)

Bu Şehrazad masalının son bölümü seksen uzun yıl sonra, İm­parator Heraclius'un (h. 610-641) iktidarı döneminde başladı. İstanbul patriki Sergius, bütün mito-siyasal patırtıyı çözecek bir formül buldu: Mesjhin iki 'yapısı'nın arasında tek bir 'enerji' vardı ve ikisinde de yer alıyordu. İmparator Heracliüs bu düşünceyi uygun buldu ve İs­kenderiye'nin Monofizitleri de 633 yılında bunu kabul ettiler. O zaman Papaya, Honorius'a (625-638), iyimser bir mektup gönderildi. Papa da bu düşünceye katıldı fakat 'enerji' terimi yerine 'irade' terimini önerdi. Böylelikle sonunda Bizans, Roma ve İskenderiye arasında her şey

349

çözülmüş gibi görünüyordu. Fakat yeni bir eyaletin sesi duyuldu. Kudüs patriki Sophronius etkin bir sinod-kilise meclisi mektubu yayınladı, tek 'enerji' öğretisinin Monofizitizmle aynı şey olduğunu iddia etti. Herşey tekrar hareketlendi, Kilise, imparatorluk ve herşey.



638'de imparator patrik Sergius eliyle tek 'irade' doktrininin Orto­doksluğunu ilan eden ve tek enerji' veya 'iki irade' terimlerinin kul­lanılmasını yasaklayan bir bildiri yayınladı. Doğuda ve Batıda itiraz fırtınaları esti ve ondan sonraki imparator Constanz II (h.641-668) ba­sitçe sorunun tartışılmasını yasakladı. Fakat yeni, cesur bir papa. Martin (649-654) Roma'da bir konsül topladı ve 'tek irade' öğretisiyle izleyicilerini ve imparatorun tartışma yasağım mahkum etti. Bu ça­basından dolayı da kaçırıldı, İstanbul'a getirildi ve halka çıplak, boy­nunda bir zincirle teşhir edildi, önünde tutulan kılıçla, taşlar altında, başı kesilmek üzere hapisaneye gönderildi. Cezası tecil edilerek Kı­rım'a sürüldü, orada .kötü muameleden dolayı son nefesini verdi23)

Son söz, Altıncı Ekumenik Konsüle kalmıştı. 680 yılında 'iki yapı* öğretisi teyit edildi, eski "tek irade' görüşünün bütün kişileriyle uzla-şıldı ve bütün Monofizitler mahkum edildi/24'

Fakat, yeni ve hiç de karmaşık olmayan bir teoloji Arapç« duyul­maya başlanmıştı bile: La ilahe illallah. Açık 'Allahtan başka tanrı yok­tur' deyişinin dikkatleri çekici- bir hoşnutluk yaratacağı anlaşılabilir. Sesleniş yirmi parlak yılda bütün Yalan Doğu'yu kapladı, Kuzey Afri­ka'ya yayıldı ve 711'de İspanya'ya ulaştı. 732'de Fransa'da son sınırına ulaştı, Marathon ve Makabiler'de olduğu gibi, Doğu-Bah-Doğu-Bah-Doğu dengesi içinde bir akım daha sona erdi. Bu tür bütün akımların gösterdiği gibi, işgal edilen ülkenin ana kültürünün yok edileme­yeceği bir nokta vardır. Bu kez bu noktaya Avrupa'da Poitiers Sa­vaşında gelindi, Frank Kralı Çekiç Charles İslamı Pirenelere geri attı.

3. İSLAM PEYGAMBERİ



Rahman ve Rahim olan Allah 'in adıyla

Hamd, alemlerin Rabbi, merhametli olan, merhamet eden ve Din Günü 'nün sahibi olan Allah 'a mahsustur.

Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz. Bizi doğru yola,

350


nimete erdirdiğin kimselerin, gazaba ıığramıyanların, sapmayanların yoluna er iştir.Vs)

Kutsal Kuran'ı okuyoruz. Metin, Kitabı Mukaddes'te yer alan ya­ratılış ve düşüş mitosunun değişik bir biçimiyle devam ediyor:

'Rabbin meleklere Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim de­mişti, melekler,örada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni takdis etmekte bulunuyoruz, dediler. Allah, Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bili­rim, dedi.

Ve Adem'e her şeyin ismini öğretti, sonra onları meleklere gös­terdi, Eğer sözünüzde samimi iseniz bunların isimlerim bana söyle­yin, dedi. Cevap verdiler, Sen münezzehsin, öğrettiğinden başka bi-• zim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen hem Bilensin, hem Hakim'sin. Allah Ey Adem onlara isimlerim söyle, dedi. Adem isimlerini söyle­yince, Allah Ben gökler ve yerde görünmeyeni biliyorum, sizin açık­ladığınızı ve gizlemekte olduğunuzu da bilirim diye size söylememiş miydim? dedi.

Meleklere, Adem'e secde edin demiştik, tblis müstesna hepsi secde ettiler, o ise kaçındı, büyüklük tasladı ve inkar edenlerden oldu. Ey Adem! Eşin ve sen cennette kal, orada olanlardan istediğiniz yerde bol bol yiyin, yâlnız şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz, dedik. Şeytan oradan ikisinin de ayağını kaydırttı, onları bulunduk­ları yerden çıkardı.(*)

Onlara Birbirinize düşman olarak inin, yeryüzünde bir müddet için yerleşip geçineceksiniz, dedik. Adem Rabbinden emirler aldı, on­ları yerine getirdi, Rabbi de bunun üzerine tevbesini kabul etti; Şüphesiz o tevbeleri daima kabul edendir, merhametli olandır.'Ora-

(*) tblis, 'iftira eden', asi kökünden gelir, Şeytan, 'nefret eden', yoldan çıkma veya düş­manlık kökünden gelir, bunlar Kuranda Kötülük Gücü'nün, Zerdüştçü Argon Mainyu nun eşdeğerinin iki adıdır. Ku randa başka bir ayette İblis'in cin olduğunu okuyoruz. 'O cinlerden idi, Rabbinin buyruğu dışına çıktı' (15:50). YukardaM me­tinde ise melek olarak görünüyor. Cinler, İslam öncesi Arap çöl yaratıklarıdır, İslama da girmişlerdir, melekler ise Kitab-ı Mukaddes-Zerdüşt kalıtımından gelir. Kıır'an'da: 'O, insanı pişmiş çamur gibi kuru balçıktan yaratmıştır. Cinleri de yalın bir ateşten yaratmıştır' (55: 14-15) diye okuyoruz. Cinler, İslamı kabul edenler ve reddedenler diye ikiye ayrılır. Kötülük gücü, tblis, düşmüş bir melek veya reddeden üç cin olarak kabul edilebilir. İblis'ten gene söz edilecek.

351


dan hepiniz çıkın, tarafımızdan size bir yol gösteren gelecektir. Benim yoluma uyanlar için artık korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir, de­dik, inkar eden kimseler ve ayetlerimizi yalan sayanlar cehennemlik olanlardır, onlar orada temelli kalacaklardır.'^

Her hecesinde islam'ın Zerdüşt-Yahudi-Hıristiyan kalıtımın de­vamı olduğu bellidir. Bu kalıtım (iddia edildiği üzere) düzenlenmiş, (gene iddia edildiği üzere) doğru yoluna sokulmuş ve nihai şekliyle geliştirilmiştir. Bütün kral efsaneleri, Çıkış, altın buzak, kayadan çıkan su, Sina Dağının yükselmesi, vb, Hıristiyan mitoslanyla birlikte, Kuran da çıkarılması gereken derslerle birçok kereler nakledilmekte­dir.

Kurandaki' temel köken, Arapların ve Yahudilerin IbrahJmin tohu­mundan geldiğidir. Kitabı Mukaddes'te ibrahim'in Sarah ve Hacar adlı iki karısı olduğu zaten anlatılmıştır. Hacar Mısırlı ve köledir ve seksen sekiz yaşmda ibrahim'e ilk çocuğu İsmail'i doğurmuştur. Ama İbrahim doksan dokuz yaşına gelince ilk karısı Sarah da îshak'ı doğurur. Tekvin Kitabında okuyoruz:

'Ve çocuk büyüdü, ve sütten kesildi, ve İshakın sütten kesildiği günde İbrahim büyük bir ziyafet yaptı. Ve Sara Mısırlı Hacann İb-rahime doğurmuş olduğu oğlunun güldüğünü gördü. Ve ıbrahime dedi: Bu cariyeyi ve oğlunu dışarı at, çünkü bu cariyenin oğlu benim oğlumla îshakla beraber mirasçı olmayacaktır. Ve oğlundan dolayı bu şey Ibrahimin gözüne çok kötü göründü. Ve Allah Ibrahime dedi: Çocuktan dolayı ve cariyenden dolayı gözünde kötü olmasın; Saranın sana söylediği şeyde onun sözünü dinle, çünkü senkı zürriyetin îs­hakla çağrılacaktır. Ve cariyenin oğlunu da bir millet edeceğim, çün­kü o senin zürriyetindir. Ve ibrahim sabahleyin erken kalktı, ve ek­mekle bir su tulumu aldı, ve omuzu üzerine koyarak Hacara verdi, çocuğu da verip onu gönderdi, ve Hacar gidip Beer-şeba çölünde dolaştı.*27*

Bu eski aile tarihinin İslam biçimine göre, ibrahim ve ismail Mekke'de Kabe'yi inşa ettiler; bu ayrılıktan birkaç yıl önce oldu:

'ibrahim ve İsmail Kabe'nin temellerim yükseltiyordu, Rabbimiz! Yaptığımızı kabul buyur, Sen hem işitir, hem bilirsin, dediler. Rabbi­miz! ikimizi Sana teslim olanlar kıl, soyumuzda da Sana teslim olanlar­dan bir ümmet yetiştir. Bize ibadet yollarımızı göster, tevbemizi kabul buyur, çünkü tevbeleri daima kabul eden, merhametli olan ancak Sen-sin.'^

352

Dahası, yalnız İbrahim ve oğulları değil, Yakub ve oğulları da is-lamdılar: 'Yoksa Yakub can verirken sizler yanında mı idiniz Oğul­larına, Benden sonra kime kulluk edeceksiniz? diye sormuştu, Senin Tanrına ve ataların İbrahim, İsmail, İshak'm Tanrısı olan tek Tanrıya kulluk edeceğiz, bizler O'na teslim olmuşuzdur, demişlerdi'.^29'



Bilmeyen okuyucu belki de soracaktır, 'daha önce hiç duyma­dığım bu bilgilere nasıl inanayım? 'Yarat, bütün Yahudi ve Hıristiyan­ların hemen anhyacağı gibi olacaktır, Kitap (bu kez Kuran) Tanrının vahyidir.

Yoksa İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarının yahudi veya hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? Peki, siz mi yoksa Allah mı daha iyi bilir? de. Allah tarafından kendisine bildirilen bir gerçeği giz­leyenden daha zalim kim vardır? Allah yaptıklarınızdan gafil de-ğüdir,.<>

Kuran'da adlandırıldıktan biçimiyle 'Kitap ehli' olan Yahudiler, İslamın vahyini reddettiklerinde kendi kalıtımlarının belgelerine gözlerini kapamışlardır. Ve Hıristiyanlar, üçlü öğretileriyle Tânn'ya tanrılar eklemişler, kendi peygamberleri İsa'nın sözlerini yanlış an­lamışlardır; İsa, doğrudan doğruya İbrahim, Musa, Süleyman ve Mu-hammed çizgisindendir. ^M

Şimdi Tanrı Yahudilere seslenmektedir: 'Ey İsrailoğullan! Size ver­diğim nimeti hatırlayın, ve ahdimi yerine getirin ki Ben de yerine geti­reyim, yoksa Benden korkun. Elinizde bulunan Tevrat'ı teyid ederek indirdiğim Kuran'a inanın, onu ilk inkar edenler siz olmayın, ayetlerimi hiçbir değere karşılık değiştirmeyin, ve yalnız Ben'den kor-kun'.<31>

'And olsun ki Musa'ya kitap verdik, ondan sonra ardarda peygam­berler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya belgeler verdik, onu Ruhul Kudüs'le destekledik. Size bir peygamber nefsinin hoşlanmadığı bir şey getirdikçe, büyüklük taslayarak, bir kısmını yalana sayıp, bir kısmını öldürür müsünüz? Kalplerimiz perdelidir, dediler, hayır, Al­lah inkarlarından dolayı onları lanetlemiştir. Onların pek azı inanır-lar.'<32>

Kuran'ın gökten nasıl indiği ve yazıldığı tam olarak bilinmiyor. Gerçekte, Muhammed'in yaşamının büyük bir kısmı bir konjonktür sorunudur. Temel biyografi Halife Mansur (h. 754-775) zamanında, peygamberin ölümünden yarım yüzyıl sonra Muhammed ibn İshak ta­rafından yazılmıştır. Bu yapıt da daha sonra yazılan iki daha büyük

353

eserde korunan biçimiyle bilinir, İbn Hişam'm (ö.î.S. 840) Özet'i ile Ta-beri'nin (ö.î.S. 932) Kronoloji'si. Kısaca, biyografi, dört arta bölümde in­celenebilir/33)



1. ÇOCUKLUK, GENÇLİK, EVLİLİK VE İLK VAHİY: İ.S. 570-610

Mekke'de güçlü Kureyş kabilesinden bir ailenin üyesi olarak do­ğan çocuk önce babasını bir kaç yıl sonra da annesini kaybeder. Fakir fakat çok çocuklu akrabalarının desteğiyle büyümüş. Gençliğinde, yir­mi dört yaşlarında, kendisinden yaşlı Harice adlı iki kez evlenmiş ve birkaç çocuğu olan zengin bir kadının hizmetine girer, ticari amaçlarla Suriye'ye gider, ve onunla evlenir. Hatice'den bebekliklerinde ölen iki oğlu ile birkaç kızı olur.

Kırk yaşında vahiyler almaya başlar. îlkinin 96. Sure olduğu bildi­rilmektedir 'Ey Muhammedi Yaratan, insanı pıhtılanmış kandan ya­ratan Rabbinin adıyla oku! Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir. '^

Bilinen müslüman anlatımıyla bu vahiy Hira Dağınm yakınında bir mağarada gelmiştir. Dağ Mekke'den üç mil ötededir vt Muham-med bu mağarayı barış içinde tefekküre dalmak için kullanmaktadır. Çoğunlukla yalnızdır, bazen Hatice'yledir. Anlatımına göre, insanm çürümesi gizi üstünde düşünüp taşınırken parıldayan bir güzellik ve ışık onun üstüne gelip ruh ve duygularım kaplamıştır ve 'Oku!' sözcüğünü duymuştur. Ses belirginleştikçe korktu ve karmakarışık oldu, üç kez böyle olduktan sonra, karışıklık, görevinin bilincine ermesiyle bitti. Söyleyen Tann'ydı, konu insandı, Tann'nın yarattığı ve araç, kalem, kutsal Kitap di, insanlar onu okumak, incelemeli, ez­berlemen ve ruhlarında saklanmalıydılar.

Ruhu kutsal vecdle dolmuştu fakat bu geçince dünyaya ve çev­resindeki koşullara döndü, şimdi ona dünya on kat daha karanlık ge­liyordu. Her yeri korkunç derecede titriyordu ve doğrudan yaşamım paylaştığı insana Hatice'ye gitti. Hatice onu anladı, neşelendirdi, ra­hatlattı ve sinirlerini yatıştırdı, bunlarm hayal olmadığını bildi. O da kuzeni Varaka ibn Nevfel'e danıştı. Varaka Mesih inana İle Allah'a tapıyordu, duyunca o da sevindi ve Hatice kocasına döndü.

'Seçilmiş olan', dedi, 'aziz ol! Senin içinde ne kadar doğru ve saf olduğunu görmüyor muyuz? Herkes seni dışından görmüyor mu, ne

354

kadar iyi ve yumuşaksın, dostlarına sadık ve yabancılara konuksever­sin. Hiç bir kötü ve bedbaht düşünce senin zihnine bulaşmamıştır, gerçek olmayan bir sözcük ve düşük insanların duygulan senin du­daklarından çıkmamıştır. Her zaman Tann'nın hizmetinde biri olarak sana ben tanıklık ediyorum: Allah'dan başka tann yoktur ve sen Onun peygamberisin'.^



Yüklə 2,24 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   27




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə