KURU KURAM KARŞISINDA CEVAT ÇAPAN ŞİİRİ
Nazmi Ağıl
Kabaca bir bakışta ya da ilk okumada bile Cevat Çapan şiirini dokuyan gel-git kolayca
fark edilebilir. Onun dizeleri yoğun bir yolculuk izleğini her seferinde daha belirgin kılarak
dünle bugün, kitapla hayat, bireyle toplum, yerelle evrensel, gerçekle masal, lirikle düşünsel
olan arasında dolaşır durur.
Bunu yaparken o hınzır bakışların, kıvrak esprilerin sahibi, kısacık bir sohbette bile
tanımakta gecikmeyeceğiniz haylaz tabiatlı adamdan bekleneceği gibi aradaki sınırları
belirginleştirmek, uçurumları derinleştirmek değildir ama maksadı; tarzı, bilakis, sinir bozucu
biçimde sınır bozucudur.
Sıklıkla dünden bahsediyorsa mesela, geçmiş yaşantıları öyküleştirerek zaman ötesi
kılmak istediğindendir bu, tecrübenin, yazma anının şimdisinde yeniden kurgulanmasıdır. En
sevdiği sözlerden biri olduğunu düşündüğüm “Where are the snows of yesteryear?” ı çevirdiği
şekilde “Bıldır Yağan Kar Nerede”, ya da “Nerede Bizi Seven Kızlar?” deyişinde kaybolan
şeyler için ah vah etme arzusu yerine onları yokluklarını anarak yaşanan zamanın parçası
kılma çabası olduğunu sezerim.
Bu yüzden kendinden bahsettiği dizeler “Rüzgarsız Bir Rüzgar Gülü” adlı şiirindeki
gibi “anlatırken uydurduğu…bir öz yaşam öyküsü”dür belki de. Yakın çevresindeki
insanlardan isimleriyle bahsetmesini anlarsınız da kitap kahramanlarına da aynı saygıyla ve en
azından onlar kadar şiirinde yer vermesi aklınızı karıştırır.
Ne var bunda canım, John Berger‟in dediği gibi “hayatını edebiyat üzerine kurmuş”
birinden başka ne beklenebilirdi ki? deyip çıkalım işin içinden ama ya en yerel söz kalıplarını
en okumuş çevrelerin anlayacağı, hem de en entelektüel isimlerin, Yeats‟in, Eliot‟ın sözleriyle
yan yana koyması? Yıllar önce yazdığı bir yazıda halk arasında bilinen şarkı sözlerinin İngiliz
şiirinin bazı meşhur mısralarıyla örtüşmesini gösteren bir yazısı geliyor aklıma. Bu tutumuyla
nasıl da alt üst eder toplumsal sınıf klişelerini, yüksek edebiyat ve alçak edebiyat
kavramlarını, züppelerin fiyakasını nasıl söndürüverir?
Yukarıda andığımız, arasında mekik dokuduğu kutup noktaları içinden en çok “kitapla
hayat” ikilisini sevmişimdir bu yüzden. “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi”nde,
Stephen‟in yaşadığı bunalımdan bilinir, iki aşk arasında kalmak kadar çilelidir bu ikili arasına
sıkışmak. Çokları biraz mürekkep yaladıktan sonra kendilerini mürekkep balığı sanmaya
başlar ve kısılıp kalırlar kendi denizlerinin sığ sularında. Üniversite yıllarımı hatırlıyorum da,
köydeki arkadaşların, akrabaların, kahvedeki amcaların dayıların dünyasından bambaşka bir
algı düzeyinde yaşadığımı düşünerek nasıl soyutlardım kendimi hepsinden. Ne zaman ki
entelektüel heveslerimden vazgeçmeden dünyevi varlığımı kabullendim, iki kimliğimin barış
içinde yaşayabileceği bir iklim kurmuş oldum kendime, orada rahat ettim.
Cevat Çapan‟ın şiirinde de işte bu ikili bakış beni en çok ilgilendirip eğlendiren. Öyle
ya, günümüzde bile pek çok öğrenci için hayal gibi duran Cambridge Üniversitesinde okuyup,
akademik hayatta gelinebilecek en yüksek makama ulaşan ve sonra onun yaptığı gibi
gözlerini kısıp, kıs kıs gülerek akademik dünyayla dalgasını geçebilen kaç kişi çıkar?
Akademik dünyadan alıp veremediği ise burada çoğu zaman insanın düşünce ve
duygu, ruh ve beden, doğal ve kültürel olan… gibi zıtlıkların bileşiminden meydana gelen bir
varlık olarak değil de Kartezyen bir bölünmeyle Moliere‟in oyunlarındaki cimri, hastalık
hastası karakterler gibi tek yönlü olarak algılanması ya da öyle biçimlenmesidir. Belli bir
alanda uzmanlaşan bireyin öteki yeteneklerini yani bütünlüğünü yitirmesi, doğadan ve
doğasından soyutlanarak, çarkın bir dişlisi haline dönüşüp insanlıktan çıkmasıdır sanırım
onun başkaldırmasına neden olan. Tıpkı “Anladım Anlamın Anlamını” başlıklı şiirinde
yaptığı gibi:
Kavak yelleriyle dönen değirmenlere
saldıran evde kalmış uğursuz uzmanlarıyla
ağlarını toplarken akademik ağalar,
kuramların kurumunu silerek
bir şiirden demir alıp açıldığım
denizlerin dibinden,
kaç anlam balığı yakaladılar
diye meraktaydılar
bilimden bunalanlar.
Çalıştılar, çalıştılar, çalıştılar,
kuramın Kuran‟ını yazdılar,
dışarıda erguvanlar, salkımlar
tekrarını ilan ederken sevdaların
baktılar yaşlı gözlerle
yazdıkları metinlere:
metinler çetindiler.
Dilin serüveni anlatılırken gösterenle gösterilenin daha doğrudan bir ifadeyle
kelimelerle işaret ettikleri nesnelerin birebir örtüştükleri bir altın çağdan da söz edilir. Zaman
içinde bu çakışma ortadan kalkmış, dil daha çok bir soyutlamalar sistemi olarak iş görmeye
başlamıştır. Güliver’in Seyahatleri’nde halkın dildeki yanlış anlamaların önüne geçmek
amacıyla sırtlarında bir yığın eşyayla dolaştığı, kelimelerle değil de kelimelerin temsil ettiği
nesnelerin kendilerini doğrudan göstererek dolaysız bir anlatıma başvurdukları bir ülkeye
düşer yolumuz.
Soyutlamalardan tamamen yoksun bir dilin de en az bu ülkedeki kadar hantal ve
yetersiz bir anlaşma aracı olacağı kesindir elbet, nitekim benzer bir amaca odaklanan nesneci
ya da imgeci şiir bir döneme ait bir deney, sınırlı bir akım olarak kayıtlara geçmekten
kurtulamamıştır. Öyleyse tercih iki ucun ortasında, somutu ve soyutu harmanlayan bir
anlatımdan yana olmalıdır. Oysa, 20nci yüzyıla kadar belli bir bütünlük arz eden ya da öyle
yaptığı farz edilen bir dil sanatı olarak edebiyat özellikle yüzyılın ikinci yarısında önemini
yitirmiş, yerini edebiyat eleştirileri ya da daha da geniş bir çerçeve içinde edebiyat
kuramlarına bırakmıştır.
Kuramın edebiyatı besleyeceği, daha çok kuram konuşulmasının kimseye bir zararı
dokunmayacağı umulur değil mi? İkisi arasındaki bağ kopmadığı sürece evet, ama işte gün
geldi, edebiyat kuramları edebiyatın kendisinden bağımsız bir tartışma alanı haline dönüştü,
tıpkı Yeats‟in “Döne döne genişleyen halkada şahin duyamaz olur şahinciyi” demesi gibi.
Öyle ki aynı bölümde birlikte okuduğumuz bir arkadaşımın Amerika‟da doktorasını
tamamlayıp döndükten sonra, hangi romanları okuduğunu sorduğumda “Bırak romanı, şiiri,
kuram oku” deyişine şaşkınlıkla tanık olmuştum.
Cevat Çapan‟ın yukarıdaki şiirini de böyle bir kopuşun eleştirisi olarak okuyorum.
Anlam zaten kelimenin temsil ettiği gerçeklikten bir derece uzaktır, başlıktaki “anlamın
anlamı” ifadesi yazar tarafından metne yerleştirildiği varsayılan anlamın merkezden iki kat
uzaklaştığına işaret eder. Şairin neyi anladığına gelince, Şiirden dergisinin 3ncü sayısında
Doğan Özlem tam da bu konuyla ilgili şunları söylüyor: “„Anlamın anlamı nedir?‟ sorusu
doğrudan yanıtı olmayan bir sorudur. Çünkü anlam kendi başınalığı olmayan bir şeydir; o
daima bir şeyin anlamı olarak belirir, o bir şeye ilişkindir, bir şeyde kendini gösterir.” Kısaca,
akademisyenlerin ilgilendiği konu böylesi “anlamsız” bir konudur.
Fakat bu satırları muhtemelen biraz da sıkılarak okuyan sizlerin, özellikle de Cevat
Hoca‟nın bıyık altından gülmeye başladığını görür gibiyim. Akademisyenlik dürtülerime
yenik düşüp ironik biçimde şiirde hedef alınan kuramcıların söylemini benimsedim değil mi?
Tamam, yazımın kalanında daha pratik noktalara değineceğim.
İlk olarak bu kısacık şiirin Çapan‟ın şiirindeki temel birçok özelliği barındırdığını
söyleyebilirim: Örneğin öykülemeci üslup, örneğin ironik yaklaşım. Metinlerarasılık yani
öbür şairlerle al gülüm ver gülüm burada da devam ediyor. Don Kişot göndermesi son derece
açık. “Çalıştılar, çalıştılar, çalıştılar” dizesinde Hamlet‟in hepsinin boş olduğunu belirttiği
“Kelimeler, kelimeler, kelimeler” deyişini duymamak imkansız, “tekrarını ilan ederken
sevdaların” dizesi ise yine hemen tanıdığınız gibi Haşim‟in meşhur akşam şiirindeki “Altın
kulelerden yine kuşlar / Tekrarını eder ömrün ilan” dizesini yankılamak için.
Atasözlerinin, deyimlerin ya da yerleşik söz kalıplarının kullanımı bir kez daha
revaçta. İlk dizedeki “kavak yelleri” “başında kavak yelleri esmek” deyiminden.
Akademisyenlerin kendilerini işlerine, daha çok bir gençlik kusuru olarak tanımlandığı
şekilde, “şuursuzca” kaptırdıkları anlamına gelirken, dizenin ikinci yarısı “taşıma suyla
değirmen dönmez” atasözünü çağrıştırıyor. Bu tür kullanımlar Çapan şiirini rahatlatan, onu
sıradan okura da ulaşılabilir kılan bir özellik, ancak başta da uyardığım üzere, onu okurken
fazla rahatlamaya gelmez. Bu hazır kalıpları nasıl eğip büktüğüne, kesip biçerek onları nasıl
bambaşka bağlamlarda kullandığına dikkatinizi çekerim. “Kitap Kapaklarından Kuyruklu Bir
Uçurtma” ya da Nasrettin Hocayı konu alan “Hocaların Hocası” adlı şiirleri bizi
alışageldiğimiz ifadeleri dura düşüne okumaya zorlayan örneklerden sadece ikisi.
Bir başka özellik ise rastlantısal gibi duran ses yapısı. Oturup incelemeden öteki şiirler
için bir şey demek doğru olmaz ancak bu şiirdeki ses tekrarlarının içerikle uyumlu oldukları,
belli bir amaca hizmet ettikleri kesin. “dönen değirmenler, uğursuz uzmanlar, ağlarını
toplarken akademik ağalar, kuramların kurumu, denizlerin dibi” örneklerinde gördüğümüz
yinelemeler bir tekerleme havası yaratır. Şair bir noktadan sonra kuramcıların sıkıcı
konuşmalarını tekdüze bir ritim olarak algılayacak, o ritmin dalgasında önündeki bir şiirden
hayal dünyasına yelken açacaktır. Özellikle ilk bölümün okurun nefesini kesecek kadar uzun
tek bir cümleden oluşması yine sonu bir türlü gelmeyen tartışmalarla paralellik taşır.
Oysa dışarıda erguvanlar, salkımlar müthiş bir dinamizm ve cümbüş içindedir,
kuramcıların yazdıkları, kutsal emirler kadar değişmez kuralların aksine, ölüp yeniden ve
yeniden yeşermektedir sevdalar. “Evde kalmış uğursuz uzmanlar” –burada cinsiyet
ayrımcılığı yapılmadığını ve bu ifadenin her iki cinse de hitap edebileceğini düşünmek
istiyorum ama evde kalmanın genellikle kadınlar için kullanıldığını da bir kenara
atamıyorum- ise kuram dünyasındaki sevgisizliği ve dolayısıyla kısırlığı anlatır.
Kuramcılar da bir tür başa dönüş tecrübesi yaşarlar doğru, ancak onlarınki Sisifos‟un
her defasında aşağıya yuvarlanan taşı yeniden doruğa taşımasını andıran kahredici bir
döngüden ibarettir: Bunca çabanın sonunda yazdıkları metinlerin çetin olması, kendi
labirentlerinden çıkmayı başaramadıklarını, tam tersine boğazlarına kadar sözün yumağına
gömüldüklerini, böylece bitimsiz yeni tartışmaların başında olduklarını gösterir. Metinlerin
çetin (serbest çağrışımla ceviz) oluşu onca gayretkeşliğin sonunda ancak ceviz kabuğunun
içini dolduracak kadar bir verim alınmasıdır. Elbet, işin daha da tuhaf yanı, onların içine
düştükleri bu acıklı durumdan haberdar olmamaları, elde ettikleriyle gurur duymalarıdır.
“Senin kalbin kötü” demenizden korkmama karşın, son bir noktaya değinmekten
kendimi alamayacağım. Başlık özellikle yüksek sesle okunduğunda müstehcen argo
çağrışımlarla yüklü değil mi? Bir de, “kuramların kurumunu silerek” dizesinde “kurum”u hem
kir, pas anlamında, hem de “kurum kurum kurulmak” ya da “kurum satmak”taki “kibir”
anlamında ele alabiliriz. Bu ikinci anlamıyla okuduğumuzda “silerek” sözcüğü bilerek bir dil
sürçmesine yol açması olasılığı hesaplanarak mı seçilmiştir dersem aşırı yorum mu yapmış
olurum?
Yukarıda metinlerarasılıktan söz ettim ama bu şiire ilişkin daha önemli bir örneği
özellikle sona bıraktım; Walt Whitman‟ın “Bilgi Küpü Gökbilimci” adlı şiiriyle olan tematik
benzerliğini. Söz konusu şiirde şair, bilim adamı sütunlar dolusu ispatlar, tablolar, toplamalar,
bölmeler, ölçümlerini alkışlar içinde sunarken içinin ne kadar daraldığını, ancak dışarı
süzülüp gizemli, nemli gecede sessizlik içinde yıldızları seyrettiğinde rahat bir nefes aldığını
anlatır. İnsanı tamamen mekanik, kuru bir evrende yaşamaya mahkum kılan böylesi tek yönlü
bir yaklaşım karşısında Amerikan romantizminin bu büyük isminden başka türlü davranması
da beklenmezdi zaten.
Yine Şiirden’in aynı sayısında karşılaştırmalı edebiyat çalışmalarının nasıl yapılması
gerektiğini anlatırken Sevinç Özer hoca, yan yana getirilen metinlerden yola çıkarak
başkalarının da kullanabileceği bir kuram oluşturamadıkça benzerliklere işaret etmenin pek
bir değeri olmadığından şikayet ediyor. Yazık ki benim de bu yazı çerçevesinde böyle bir
çıkarımım, hatta bu doğrultuda bir girişimim yok ama farklı kültürlerde, aynı ya da farklı
zaman dilimlerinde yazılmış benzer yapıtların akrabalık ilişkileri içinde ele alınması,
ortaklıklarının ortaya konmasının insan nesli boyunca uzanan tanımlayıcı bir çizgiyi
belirginleştirmeye yarayacağını düşünüyorum.
Bu nedenle, aynı bölünmeyi Cevat Çapan‟ın yaptığı gibi alaycı bir dille konu alan,
Kay Boyle imzalı “Gökbilimcinin Karısı” adlı öyküyü de hatırlamadan geçemeyeceğim:
Kendini tamamen entelektüel uğraşlarına adamış bilim adamı çatı katındaki çalışma
odasından musluk tamircisi geldiğinde bile inmez, onun yerine bu dünyevi işle karısı ilgilenir.
Fakat muslukçuyu görünce kocasıyla aralarındaki uyumsuzluğun farkına varan kadın adamın
peşine takılıp bütün bilinçaltı çağrışımlarıyla bodrum katın altındaki kanallarda gözden
kaybolmayı tercih edecektir.
Auden “Shakespeare‟in Fırtına‟sına Bir Yorum” alt başlığı altında yazdığı “Deniz ve
Ayna” adlı şiirde entelektüel Prospero‟ya şöyle dedirtir: “Acı üstüne tek laf etmeden acı
çekmeyi başarabilseydim.” Bu dizeden, cummings‟in “gözkırpışlarının yanında nedir ki
beynimin en güzel devinimi?”‟ne, Orhan Veli‟nin “Düşünme arzu et sade/ bak, böcekler de
öyle yapıyor”‟una, hatta yine Çapan Hocanın “sevişmeyi düşünmeden” sevişen Fenikeli
martılarına kadar örnekler çoğaltılabilir elbet, bu yaşantı ve onun üzerine düşünmek ya da
hayat ve kitap karşıtlığı bağlamında. Orada “Kalk, kalk dostum, bırak kitapları” diye seslenen
Wordsworth‟e rastlarız bir de.
Bu noktada, konuyu dağıttığımı, Cevat Çapan‟ın ele aldığımız şiirinde kitabı ya da
edebiyatı değil ondan bağımsız soyut konuşmaları bırakmayı önerdiğini düşünüyorsanız,
Wordsworth de öyle yapıyor aslında. Yazdığı binlerce sayfa tutan şiirleri okumamızı
istemiyor olamaz değil mi? Biliyorum bu çatallanan yazıyı, yazma derslerinde öğretildiği
gibi, en azından son paragrafta toparlamak gerekirdi, ama akademik zihniyete bunca salvodan
sonra bağışla sevgili okur, cesaretim yok buna.
Dostları ilə paylaş: |