164
Ş
âfiî’nin Arap diline verdiği özel önem, Arapça dışında bir dille yapılan
ibadet konusunda da görülmektedir. Nitekim mam Muhammed, Arapça dışında
kıraatı zaruret hali dışında mübah görmezken, mam Şâfiî Arapça dışındaki herhangi
bir kıraatı mutlak olarak caiz görmemekte ve buna binaen Arapça okumaktan aciz
olan kimsenin kıraat olmaksızın namaz kılamayacağı görüşüne varmaktadır. Delili
ise Kur’an’ın Arapça olmasıdır. Vacip olan, Kur’an’ı Allah’ın indirdiği şekliyle
okunmasıdır. Her kim Allah’ın indirdiği şeklin dışında okursa namazı fasid olur
787
.
Ancak Ebû Yûsuf ve mam Muhammed Şâfiî ile aynı görüşte değildir. Serahsî, el-
Mebsût’
da Ebû Yûsuf ve mam Muhammed’e göre lafzı söylemeye güç yetiremeyen
kimse için onu güç yetirdiği kadarı ile okumasının caiz olduğunu, bunun ise, rukû ve
secdeye muktedir olamayan kimsenin ima ile namaz kılmasının caiz olmasına
benzediğini nakletmektedir
788
.
Ş
u halde Şâfiî’nin, Kur’an’ın dili olan Arapça’ya daha bir anlam ve önem
atfetmesinden, onun için, zihniyette objektif bir kritere dayanmanın ve merkezi bir
niteliğe kavuşmanın vazgeçilmez şartı olarak değerlendirilmiştir
789
. Bu nedenle Şâfiî,
içerisinde bulunduğu tarihsel koşullarda, bir taraftan Arapça’yı kutsallaştırıp; vahyin
Arapça oluşunu Arapçanın en mükemmel dil olmasına bağlamış, diğer taraftan da
Kur’an vahyinin literal okunuşuna ve nassçılığın tam anlamıyla egemen olmasına
imkan hazırlamıştır. Böylece o, metodolojisinin merkezine Kur’an vahyinin literal
okunmasını öngören ilkeyi/nassçılığı ve sünnetin/hadîsin de vahiy olduğu inancını
yerleştirmiştir
790
. Çünkü Şâfiî, ilk defa hadîs metinlerini de nass olarak
değerlendirmiş ve dil kaideleri üzerine örülü bir anlama yöntemi geliştirmiştir
791
.
Arapça’ya verdiği değer ve Kur’an’da Arapça dışında kelime
bulunmadığına dair düşüncelerinden dolayı, Şâfiî’ye bazı sert eleştiriler de
yöneltilmiştir. Ancak Şâfiî’nin, Kur’an’da ‘a’cemi (Arapça olmayan) kelime yoktur’
tezinin, tamamen o günkü siyâsî ve ideolojik tartışma ortamında, Kur’an’ın tefsir ve
yorumlarında Arap dilinin esas alınması gerektiği ilkesinden hareketle ortaya konan
787
es-Serahsî, el-Mebsût, I. 37; A.mlf, Usûlu’s-Serahsî, I. 293; Desûkî, mâm Muhammed, s. 195-
196.
788
Serahsî, el-Mebsût, I. 37; Desûkî, mâm Muhammed, s. 195
789
Taştan, Osman, “Bölgeselliğe Veda ve Şafi’î Faktörü”, s. 28-29.
790
Keleş, Sünnet, s. 73-74.
791
Görmez, Metodoloji Sorunu, s. 106.
165
bir düşünceden ibaret olduğu ve bunun Arap ve Kureyş ideologu ile bir ilgisinin
olmadığı şeklinde değerlendirmeler de yapılmıştır
792
. Aslında Şâfiî’nin bu yaklaşım
ve tavrına, yükselen acem/şuûbîlik’e karşı Arap dili ve kültürünü ön plana çıkarma
ş
eklinde ortaya konan bir tepki olarak bakılması da mümkündür.
Ş
âfiî’nin Arap dilini daha iyi öğrenmek üzere çölde bedevîler arasında belli
bir süre kaldığını biliyoruz. Bunun onun dili ve dil anlayışı üzerinde de etkileri
olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim Câbirî nin tesbitine göre de, Arap dilinin
bedevî Araplardan derlenmesi, dil üzerinde onların hayat şartları ve özelliklerinden ,
görüş ve düşüncelerinden ibaret olan izlerinin ve etkilerinin daha fazla var olmasına
zemin hazırlamıştır
793
. Bu nedenle Câbirî, Şâfiî’nin usûlü oluşturma ve çeki düzen
verme konusunda o dönemde dili ve nahvi, açık ve belli bir “usûl”den hareketle
kanunlaştırma konusunda çok ciddi çaba sarfeden dilbilimci ve nahivcilere çok şey
borçlu olduğunu belirtmektedir
794
.
slam hukuk usûlünde ortaya çıkan Mütekellimûn (Şâfiî) ekolü ile Fukaha
(Hanefî) ekolünün dile yaklaşımları, yine iki farklı zihniyeti ortaya koymaktadır.
Nitekim mütekellimîn ekolüne göre, lafız, delâlet-i mantûk ve delâlet-i mefhûm
olmak üzere iki yolla manaya veya hükme delâlet eder: Lafzın, nazmı ve sigasıyla bir
manaya delâlet etmesine, delâlet-i mantûk denir. Eğer lafız, dil dışı karînelerle bir
manaya delâlet ediyorsa, buna da delâlet-i mefhûm adı verilir. Ancak aslında bunların
dil dışı karîneler olduğu pek söylenemez. Çünkü lafzın, ifadenin tersinden çıkarılan
mefhûm-i muhalefet, mefhûm-i sıfat, mefhûm-i aded
vs. gibi şeyler de delâlet-i
mefhûm içinde, dil dışı karîneler olarak kabul edilmiştir
795
.
Mütekellimûn/Şâfiî ekolünün temel özelliği, fıkhın furûunu dikkate
almadan, soyut prensipleri esas kabul etmesi ve teori ağırlıklı bir ekol olmasıdır.
Özellikle lugat ve mantık mevzularını, usûle bir giriş olarak değerlendirmeleri
bundan dolayıdır. Fukaha/Hanefi ekolünün temel özelliği ise usûl ve ilkeleri, fiîlî
792
Arslan, Şâfiî’nin Kur’an Okumaları, s. 164.
793
Câbirî, Arap Aklının Oluşumu, s. 119.
794
Câbirî, A.g.e., s. 142.
795
Sâlih, Tefsîru’n-Nusûs, I. 591 -593; Görmez, Metodoloji Sorunu, s. 149
166
durumu, furû-u fıkhı esas alarak belirlemeleridir
796
. Aslında bu iki ekolün lafızların
anlama delâletleri bakımından kategorik ayrışımı hemen hemen aynıdır. Fakat
bunlara getirmiş oldukları yorum bakımından aralarında farklılıklar vardır.
“Bunlardan ilki (mütekellimûn/Şâfiî ekolü), metinlerin muhteva açısından kritiğinde
lafzı ve onların zahirî anlamlarını esas alarak, delalet ettikleri anlam ve hükümleri
kelimelerin zahiri ile sınırlandırmış ve bunu taabbudî kabul etmiştir. Diğeri ise,
lafızların kendisini değil, aracı oldukları anlamı (illeti) esas kabul edip, gâî yorumlar
yapmışlardır”
797
. Şu halde bu tesbite binaen, Şâfiî’nin ilke olarak nassların lafzına
bağlı kalan bir yöntemi savunduğunu söyleyebiliriz. Zira daha önce de ifade
ettiğimiz gibi nassların sistemli olarak lafzen tahlîlinin, onun usûl eseri Risâle ile
başladığı söylenebilir. Ayrıca mam Şâfiî’nin delâleti sadece dilbilim kurallarına
tahsis ettiği buna karşılım Ebû Hanîfe’nin, mantık esaslarına bağlamak istediği de
ifade edilmiştir
798
.
Dilin kıyas yoluyla sabit olup olamayacağında da ihtilaf vardır. Gazâlî’nin
belirttiği gibi bazıları bunu sabit görürler. Onlara göre Araplar, üzümden elde edilen
ş
araba, akla mahmurluk verdiği için ‘hamr’ adını vermişlerdir. Buna göre, aynı
anlam kendisinde bulunduğu için şaraba kıyasla ‘nebîz’ de şarap olarak
adlandırılabilir. Yine livata yapana kıyas yoluyla zânî, nebbaşa da kıyas yoluyla
hırsız ismi verilebilir. Gazalî bu görüşün tercihe şâyân olmadığını belirterek dilde
kıyası sabit bulmadığını ifade etmektedir
799
. Ancak Şâfiî, Gazâlî gibi düşünmemekte
ve dilin kıyasla sabit olacağı kanaatindedir. Nitekim Zencânî şu tesbiti yapmıştır:
Ş
âfiî ve onun tabilerine göre lugavî isimlerde kıyas caridir ve buna göre livata da
zina haddini gerektirir. Bu bağlamda nebîz de hamr hükmündedir. Hanefîlere göre
ise dilde kıyas cari değildir. Onlara göre kıyasın rüknü illettir ve bu dilden
anlaşılamaz. Şu halde onlara göre yukarıdaki örneklerde kıyas yoluyla aynı hüküm
verilemez
800
.
796
el-Hasen, Halîfe Bâbekr, Menâhicu’l-Usûliyyîn fî Turukı Delâlâti’l-Elfâz al’al-Ahkâm,
Mektebetu Vehbe, Kâhire, 1989, s. 14, 19.
797
Özafşar, Hadîsi Yeniden Düşünmek, s. 241.
798
Görmez, Metodoloji Sorunu, s. 153.
799
Gazâlî, el-Mustasfâ, s. 181- 182.
800
Zencânî, Tahrîcu’l- Furû‘, s. 344-347.
Dostları ilə paylaş: |