Osmanli toplumunda zindiklar ve müLHİdler yahut dairenin dişina çikanlar (15. 17. YÜzyillar) ahmet yaşar ocaq



Yüklə 0,51 Mb.
səhifə8/39
tarix25.10.2018
ölçüsü0,51 Mb.
#75621
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   39

nifak ve irtidad olayına indirgendiği için, zendekanın ölümle cezalandırılacağı

konusunda temelde hepsi de hemfikirdir. Ancak bazıları bunu şarta bağlarken,

bazıları bu cezayı şartsız öngörmektedir.212

Kronolojik sıraya göre gidilirse, Ebû Hanife'nin -diğer pek çok konuda olduğu gibi-

zındıklara verilecek ceza konusunda da esnek davrandığı görülür. Ebû Hanife'den

birbirinden farklı iki rivayetin intikal ettiği anlaşılıyor. Birinci rivayete göre Ebû Hanife

zındıkların kayıtsız şartsız ölümle cezalandırılmalarından yana görünmektedir.213

Fakat bu muhtemelen daha önceki bir içtihattır. Çünkü Ebû Hanife esas olarak,

ölümle cezalandırılmadan evvel, fikrinden vazgeçmesi ve tevbe etmesi için zındıka

zaman ve fırsat tanınmasından, tevbe ettiği takdirde ölüm cezasının kaldırılmasından

yanadır. Aksi halde ancak reddi mümkün olmayan kesin deliller ortaya çıkarıldığı

takdirde ölüm cezasının verilmesi gerektiğini savunur.214 Fakat Hanefilik içinde, Ebû

Hanife'nin talebesi Ebû Yusuf gibi, birinci görüşü savunanlar da vardır. Ebû Yusuf,

zındıkın tevbe teklif edilmeksizin öldürülmesini önermekte, ama öldürülmeden evvel

kendisi kendi isteğiyle tevbe ederse, tevbesinin kabul edilmesi gerektiğini

bildirmektedir.215 İbn Âbidin, Hanefi mezhebindeki bu tevbe meselesi hakkında biraz

daha tafsilat veriyor. Ona göre, zındıkın tevbe edebilmesi ve fikirlerinden

vazgeçebilmesi için zaman tanınmak üzere hapse konulması gerekir. Burada her

türlü rahatının temin edilmesi, sopa atmak, uykusuz veva aç susuz bırakmak gibi

işkence yöntemleriyle tehdit edilmeksizin serbestçe düşünmesi sağlanmalıdır. Bu

şartlarda tevbe ederse serbest bırakılır; etmezse ancak o zaman ölümle

cezalandırılmalıdır.216

Yaşadığı dönemin siyasal, sosyal karmaşalarla, inanç bunalımlarıyla geçmesi

yüzünden olsa gerek, Sünniliği parçalamaya yönelik faaliyetlere karşı çok şiddetli

tepki gösteren Mâlik b. Enes ise kesin tavrını zındıkın kayıtsız şartsız

öldürülmesinden yana koyar ve her nasıl olursa olsun tevbesinin kabul

edilmeyeceğini, bunun, onun ölümünü engelleyemeyeceğini savunur.217 Çünkü ona

göre zındıkın tevbesi, hiç şüphesiz ölüm korkusu altında cereyan etmiş olup hayatta

kalmak amacına yöneliktir; dolayısıyla gerçekte zendekadan vazgeçiş değildir. Ama

mürtedin tevbesi kabul edilir.218

Şâfıi de Ebû Hanife gibi düşünmekte, zındıkın tevbesinin kabul edilmesi tezini

savunmaktadır. Fakat el-Gazzâli gibi bu mezhebe mensup ileri gelen bazı ulema aksi

görüşü savunur.219

Ahmed b. Hanbel'e gelince, o, Mâlik b. Enes'in görüşünü paylaşıyor. Ona göre

zındıkın tevbesi hiçbir zaman geçerli olamaz, çünkü ölüm korkusu altında yapılmış bir

tevbedir.220 Bu mezhebin sonraki kuşak ileri gelenlerinden İbn Teymiyye ise zındıkın

tevbesinin geçersiz olduğunu aynen kabul eder. Ancak öldürülmesi için zındıklığının

kesin olarak ispatlanması gerektiğini, aksi halde salıverilmesinin şart olduğunu ileri

sürer.221 Şiiliğin Zeydiyye kolu da, tevbe ettiği takdirde zındıkın öldürül-memesinden

yanadır.222

Zendeka ve ilhad suçunun ölümle cezalandırılması yolundaki bu içti-hadlara rağmen,

yine Ehl-i Sünnet içerisinden bazı büyük fakihlerin, her ne şekilde olursa olsun,

devlete karşı huruç etmedikçe,- zındıka ölüm cezasının verilemeyeceği düşüncesinde

olduklarını da biliyoruz. Meşhur fa-kih Şemseddîn es-Serahsi (ö. 1090) bunlardan

biridir. Serahsi, Hz. Ali devrindeki bir hadiseye dayanarak bu hükme varmaktadır.223

E) Yargı ve İnfaz Süreci

Burada, zendeka ithamıyla yakalanıp yargılanarak hüküm giyen şahsiyetler hakkında

siyasi otoritenin uyguladığı yargı ve infaz sürecinden de bahsetmek yararlı

olacaktır.224 Bu sürecin yeniden inşası için, yukarıdan beri anlatılmaya çalışılan,

değişik alanlarda zendeka suçlamasına maruz kalmış ve hüküm giymiş kişilere dair

kaynaklarda mevcut olan kayıtlardan yararlanılabilir. Bunlara bakıldığında, sürecin

birbirini takip eden şu safhalardan oluştuğu görülür:

1. İhbar: Olay bizzat hilafet merkezinde (Emeviler devrinde Dımaşk, Abbasiler

devrinde Bağdat) meydana gelmişse, ihbar doğrudan halifeye, Dımaşk, Halep, Basra,

Küfe gibi büyük şehirlerden birinde vuku bulmuşsa, en yüksek idari âmir olan valiye

yapılmaktadır. Halife veya vali bu ihbarı değerlendirerek meselenin tahkik ve takibi

için güvenlik kuvvetlerinin başını görevlendirir.

2. Araştırma ve tutuklama: İhbara konu olan "zındık" veya "zındıklar", güvenlik

kuvvetleri tarafından soruşturulup araştırılmaya başlanmakta, yakalandıkları takdirde,

derhal tutuklanarak yargılanmak üzere hapse atılmaktadırlar. Eğer olay taşrada

meydana gelmiş ve ihbar edilen çok önemli kişi veya kişilerse, doğrudan hilafet

merkezine yollanırlar. El-Mehdi döneminde ve sonrasında bu işin çok ciddi ve sıkı

tutulduğunu ve hemen her büyük şehirde sahibü'z-zenâdıka, denilen bir özel

memurun olduğunu biliyoruz. O bu işi maiyetindeki bir ekiple yapıyordu.

3. Mahkemenin teşekkülü: Tutuklular, uygun bir zamanda valinin veya halifenin

emriyle mahkemeye sevk edilmektedir. Ancak bu mahkeme, sıradan, herhangi bir

mahkeme değil, özel olarak bu işe bakmakla görevlendirilmiş, geçici, fevkalade bir

mahkemedir. Dolayısıyla teşekkül tarzı da diğer mahkemelerden farklıdır. Eğer olay

taşra şehirlerinden birindeyse, yahut yargılama çok mühim şahsiyet veya

şahsiyetlerle ilgili değilse, başkanlığını (duruma göre) ya bizzat halifenin tayin ettiği

vezir, yahut oranın emiri, valisi veya kadısı yapmaktadır. Olay çok önemliyse,

mahkeme hilafet sarayında ve bizzat halifenin başkanlığında toplanmaktadır.

Mahkeme üyeleri (yine olayın önemine göre sayıları artmak kaydıyla) 1) kadılardan,

2) bilirkişi (bir anlamda jüri) görevini yapacak olan ulema veya fukahadan, ve 3)

kâtiplerden oluşmaktadır. Tabii olayın şahitleri de bu fevkalade mahkemede

sanıkların karşısında hazır bulundurulmaktadır.

4. Muhakeme: Muhakeme, kadı, (veya yerine ve duruma göre) emir, vali, vezir veya

halifenin zındık veya zındıkların yüzüne karşı (vicahen), kendileri aleyhinde yapılan

ihbarları ve iddiaları bildirmesiyle başlıyor, arkasından sorgulamaya geçiliyordu. Daha

sonra sanıkların savunmaları dinleniyor, gerektikçe sırayla şahitlerin ifadelerine

başvuruluyordu.225 Elimizdeki örneklerden, Halife el-Mehdi'nin bu sorgulamaları

bizzat yaptığını, hatta zındıklarla fiilen teolojik tartışmalara girdiğini biliyoruz.226

Hallâc-ı Mansûr örneğinde olduğu gibi, sorgulama safhasının bazen günlerce devam

ettiği de görülebiliyordu.

5. Hüküm: Tarihçe kısmında gözden geçirilen zendeka ve ilhad hareketleri

hatırlanacak olursa, bunların değişik biçimlerde hükme bağlandığı herhalde dikkati

çekmiştir. Genellikle sorgulamalar sonunda şahitlerin ifadeleri, sanıkların savunması

ve delillerin değerlendirilmesi, ulemanın ve fakihlerin aracılığıyla yapılıyordu.227

Bunun sonunda eğer isnat edilen zındıklık ve mülhidlik suçunun işlendiğine kanaat

getiriliyorsa o zaman, orada hangi mezhebin görüşü hâkim ise, suçluya veya

suçlulara o doğrultudaki hüküm uygulanıyordu. Eğer olay yeri Mâliki veya Hanbeli

mezhebine mensupsa doğrudan doğruya ölüm cezasına çarptırılıyor, Hanefi veya

Şafii mezhebinin uygulandığı bir yer söz konusuysa ve eğer zendeka ve ilhad isnadı

kesin olarak tahakkuk etmişse, yani sanık veya sanıklar suçlu bulunmuşsa, önce fikir

ve kanaatlerinden vazgeçip tevbe etmeleri için kendilerine bir süre tanınıyordu.228

Eğer bu süre sonunda tevbe etmeyi kabul etmezlerse, o zaman suçun durumuna

göre ya hapis, ya sopa veya kamçı, yahut idam cezasına çarptırılıyorlardı.

İşte bu hüküm safhası, özellikle Sünni mezheplerin teşekkül sürecinin henüz

tamamlanmadığı ilk zamanlarda, muhtemelen siyasal otoritenin talebi doğrultusunda

veya duruma göre kadıların kendi yaklaşımlarına göre cereyan ederken, bu sürecin

tamamlanmasından itibaren (muhtemelen 9.yüzyıldan sonra), duruma bağlı olarak

dört mezhepten birinin içtihadına göre cereyan ediyordu. Tabii siyasi otoritenin eğilimi

hiç şüphe yok ki her zaman için dikkate alınması gereken çok önemli bir faktördü.

6. İnfaz: Bu safhanın çok ilginç biçimlerde cereyan ettiği zamanlar, mekânlar, infaza

konu olan şahıslar vardır. İnfaz konusunda fıkıh kaynaklarındaki ifadelerle, gerçekte

uygulanan yöntemler arasında bazen çelişkiler, farklılıklar olduğu görülür. Bu konu,

büyük çapta siyasi otoritenin ölüm cezası uygulanacak "zındık" veya "mülhid"lere

karşı tavrıyla bağlantılı görünüyor.

Cezalar bazen basit olarak hapis veya dayaktır (mesela Harun er-Re-şid'in tahta

geçtiği sırada birçok zındıkın hapiste bulunduğunu hatırlayalım). Ölüm cezalarında

ise fıkıh kurallarına göre işkence uygulanmadan kılıçla başının uçurulması

gerekirken, korkunç işkencelere manız bırakılarak öldürülenleri görüyoruz. Mesela

10. yüzyılda Bâbek el-Hurremi'nin, Afşin'in ve el-Hallâc'm idam ediliş biçimleri tüyler

ürperticidir. Bâbek el-Hurremi'nin, Halife el-Mu'tasım'ın emriyle, devlete isyan

suçundan Sa-marra şehrinde diri diri elleri dirseklerinden ve bacakları dizlerinden

kesilmek suretiyle korkunç bir şekilde öldürüldüğü, aynı olaya adı karışan Afşin'in de

aynı biçimde idam edildiği kaynaklarda anlatılır.229 El-Hallâc'ın idam sahnesi ise

bütün tafsilatıyla tasvir olunur.230 13. yüzyılda Anadolu Selçukluları zamanında isyan

eden Baba İlyas-ı Horasânî'nin halifelerinden Aynu'd-Devle Dede, diri diri derisi

yüzülerek idam edilmiştir.231 Aynı tür bir idam, 15. yüzyıl başlarında Halep'te yine

zendeka ve ilhad suçundan ölüme mahkûm edilen meşhur Hurûfi şairi Nesimi'ye

uygulanmıştır.232

Tarihe bakıldığı zaman, bu tür idam geleneğinin Arap toplumlarında değil, Sâsâni

İran'ında Zerdüştîliğe karşı çıkan Mazdekist ve (Mani'nin bizzat kendisi başta olmak

üzere) Maniheistler'e uygulandığı görülüyor.233 Bu itibarla Abbasi iktidarının İslam

hukukunda mevcut olmayan bu idam tarzının, varisi olduğu Sâsâni geleneğiyle

bağlantılı olduğunu söylemek gerekir. Osmanlı tarihinde ise böyle idam usullerinin

uygulandığına dair herhangi bir örnek bilmiyoruz. İleride görüleceği gibi, Os-

manlılar'da zındık ve mülhidlerin yalnızca kılıçla boyunları vuruluyordu.

F) Sonuç

Yukarıda sunulmaya çalışılan genel tarihçeye bakılacak olursa, İslam ortaçağında

zındıklık ve mülhidlik hareketlerinin şu anlamları ifade ettiğini söyleyebiliriz:

1. Hareketleri Meydana Getirenler Açısından (Toplumsal Boyut):

a) Bu hareketler, esas itibariyle sonradan müslüman olmuş, bununla beraber, eski

kültür ve inançlarının üstünlüğüne inanan Mevâli içindeki birtakım değişik

kesimlerden meydana gelen bir sosyal taban üzerinde gelişmiştir.

b) Bu hareketler yapıları itibariyle başlıca dört kategori oluştururlar:

1. Bir kısmı, içinden geldikleri ve İslam'a üstün olduğuna inandıkları eski inanç ve

kültürlerini İslam içinde bilinçli olarak sürdürmek istemişler veya İslam'ı bu tür etkilerin

kendiliğinden ve doğal sonucu olarak farklı yorumlamışlar, bu durum mezhepler

halinde yeni oluşumlara dönüşmüş, dolayısıyla İslam içinde "paralel İslam"lar

yaratmışlardır.

2. Bir ikinci kategori, değişik zamanlardaki siyasal ve sosyoekonomik bunalımların

şevkiyle, siyasal yahut toplumsal ve ekonomik bazı taleplerini gerçekleştirmek üzere

merkezi otoriteye karşı silahlı ayaklanmalar şeklinde ortaya çıkan mehdici

(mesiyanik) ihtilal hareketlerinden oluşmaktadır.

3. Bir üçüncü (burada bizim meşgul olduğumuz ana) kategori ise, esas itibariyle yine,

içinden geldikleri ve İslam'a üstün olduğuna inandıkları eski inanç ve kültürlerine

referans vererek İslam'ın temel bazı inanç ve düsturlarına bazen gizliden gizliye,

bazen doğrudan ve açık eleştiriler yönelten entelektüel düşünce hareketlerinden

meydana gelmektedir. Bu kategorideki zındıklık ve mülhidlik hareketleri,

a. Allah inancı (tevhid esası),

b. Kâinatın sonradan yaratıldığı ve yine yok olacağı (Kıyamet),

c. Öldükten sonra dirilme (Haşr), yeni ve ebedi bir hayatın (ahiret) mevcudiyeti,

d. Kur'an-ı Kerim'in Allah kelâmı olduğu, dolayısıyla mükemmelliği ve taklit

edilemezliği,

e. Peygamberlik kurumu ve fonksiyonu (Nübüvvet ve Risalet),

f. İbadet kurumu

gibi beş noktada toplanabilecek olan İslam'ın ana inanç ve kavramlarını eleştirmeye,

çürütmeye ve reddetmeye yönelik bir entelektüel akım, özetle bir "İslam'ı eleştirme

hareketi" olarak özetlenebilir.

4. Son olarak ise daha çok, şu veya bu gibi sebeplerle İslam'a lakayt veya sefih bir

hayat tarzı sürenlerin, yukarıda işaret edilen türde bir düşünsel ve felsefi boyuttan

yoksun olan ve İslam inanç ve ahlakına aykırı hareket tarzları, yaşantıları {libertinage)

olarak görünüyor.

2. Merkezi Yönetim Açısından (Siyasal Boyut):

İslam ortaçağındaki bu hareketlerin bir ikinci boyutu da, yukarıda görüldüğü şekilde,

doğrudan doğruya Emevi ve Abbasi iktidarına yönelik hareketler olmaları itibariyle,

birinci derecede siyasal nitelikleridir. Emevi ve Abbasi merkezi iktidarları bu

hareketleri, hâkimiyet haklarını, meşruiyet temellerini, kurdukları düzeni, kısaca kendi

siyasal varlıklarını tehdit eder nitelikte gördükleri, diğer bir deyişle, kendilerine yönelik

bir tehlike olarak algıladıkları için, onları meşru düzenin dışında, gayri meşru bir

zemine kaymış, başka bir ifadeyle, "dairenin dışına çıkmış" gördüklerinden, bunu

vurgulayan bir söylem olarak zendeka ve ilhad kavramını kullanmışlardır.

3. Ulema Açısından (Dini yahut Teolojik Boyut)

Zendeka ve ilhad hareketlerinin en az yukarıdakiler kadar önemli bir üçüncü boyutu,

inançla ilgili görünüyor. Zendeka ve ilhad hareketlerinin son tahlilde İslam öncesi din

ve kültürlere, inançlara referans verdikleri göz önüne alınırsa, bu hareketlerin, İslami

bilgiyi üreten bir konumda bulunan ulema tarafından, ideolojik muhteva ve inanç

itibariyle eninde sonunda İslam'a, inançlarına ve o inançların kurduğu düzene bir

"saldırı", bir İslam'ı "tahrip ve tahrif kampanyası şeklinde algılanması çok doğaldır.

Özellikle entelektüel ve mezhebi zendeka ve ilhad hareketlerinin önemli bir kısmının

böyle olduğu da tarihsel bir gerçektir. Nitekim bu konudaki telif hareketleri ulemanın

bu algılayışının göstergesi olarak ortadadır. Özellikle 11. yüzyıldan sonra, ulemanın

bir de siyasal iktidara eklemlenmek suretiyle resmi ideolojiyi ve siyasal düzeni

savunma misyonunu yüklendiği, İslam'ı savunma amacının ötesinde meseleye aynca

bu açıdan yaklaştığını da unutmamak gerekiyor.

İleriki bölümlerde ele almaya çalışılacak olan Osmanlı şehirli toplumunun ulema ve

sûfîyye gibi iki değişik kesiminde ortaya çıkmış olan zendeka ve ilhad hareketleri, yeri

geldikçe görüleceği gibi, işte bütün bu kategorilerin içine girebilecek yapıdaki

hareketler olup, kanaatimizce bu klasik İslami dönem zendeka ve ilhad hareketleriyle

pek çok bakımdan sıkı sıkıya bağlantılıdır.

BİRİNCİ BÖLÜM

OSMANLI RESMİ İDEOLOJİSİ VEYA "DAİRENİN İÇİ"

I. BİR İMPARATORLUĞUN YÖNETİM ZİHNİYETİ VE DÜNYA GÖRÜŞÜ: OSMANLI

RESMİ İDEOLOJİSİ

Osmanlı İmparatorluğu'nda zendeka ve ilhad hareketlerinin Osmanlı resmi ideolojisi

ve düzeniyle ilgisi nedir? Bu hareketler gerçekten resmi ideolojiye ve ona dayalı

düzene karşı meydana gelen hareketler midir? Eğer gerçekten Osmanlı toplumu

içinde bir kısım çevreler tarafından resmi ideolojiye ve düzene karşı bir muhalefet

veya karşı çıkış söz konusuysa, bu hangi sebeplerden kaynaklanmaktadır? Bu gibi

soruların cevabım verebilmek için bir "Osmanlı resmi ideolojisi" olup olmadığını

kısaca tartışmak, eğer böyle bir şeyden bahsedilebilirse, mahiyetini anlamaya

çalışmak gerekecektir. Ancak bu tartışmaya geçmeden önce, ideoloji ve resmi

ideoloji kavramlarını (en azından bizi ilgilendiren konu çerçevesinde) açıklığa

kavuşturmamız gerekiyor.

Bilindiği gibi ideoloji, Batı'da tarihçilerden evvel sosyologlarca kullanılmış bir terimdir.

İdeolojinin çeşitli tarifleri yapılmış, bir kısım sosyologlar ideoloji ile zihniyet arasında

bir fark bulunmadığını söylerken, diğer bir kısmı bir ayırım olduğunu ileri

sürümüşlerdir.1 Her şeyden önce, sosyologların da vurguladıkları gibi ideoloji, tam

anlamıyla tarifi zor bir kavramdır, çünkü soyut bir nitelik taşır. Böyle olunca, çok tabii

olarak resmi ideolojinin de güç kavranabilir, zor belirlenebilir bir kavram olduğunu

söylemek bile fazladır. Sebebi, soyut bir nitelik arzetmesi, dolayısıyla maddi alana

yansıyabilmiş boyutlarının pek fazla ortada bulunmaması olduğu kadar, resmi

ideolojiyi doğrudan ve açıkça anlaşılır bir şekilde ifadelendirecek maddi verilerin

yetersizliği olabilir. Buna rağmen resmi ideolojiler her zaman olmuştur ve olacaktır.

Burada ideoloji hakkında sosyolojik tahlil ve tartışmaların içine girmeden "resmi

ideoloji" teriminden basitçe ne anladığımızı belirtelim. "Resmi ideoloji" teriminden

kastımız, kısaca, "bir devletin kendisine, üzerinde egemen olduğu toprağa ve bu

toprak üzerinde yaşayan tebaasına, ilişkide bulunduğu diğer ülkelere bakış ve onları

algılayış tarzı, dünya görüşü, zihniyet yapısı, o devletin yükselttiği değerler sisteminin

bütünü"dür.

O halde bu çerçevede bir "Osmanlı resmi ideolojisi"nin varlığından söz edilebilir mi?

Edilebilirse bundan ne anlaşılmalıdır? Bu ideolojinin özellikleri nelerdir? Bunlar, kolay

olmamakla beraber bir dereceye kadar cevaplandırılabilir sorulardır. Kanaatimizce

Osmanlı Devleti'nin de resmi bir ideolojisi olmuştur. Eğer "bir devletin dünyaya

bakışını ve dünyayı algılayışını şekillendiren, iç ve dış siyasetini yönlendiren, idari ve

kurumsal yapısını, teşkilatını ve özellikle toplumsal ve kültürel dokusunu

biçimlendiren temel bir dünya görüşü, bir zihniyeti" varsa, onun bir resmi ideoloji jisi

var demektir. Ayrıca bu ideoloji, bütün bir yönetici kesim tarafından belli sebeplerle

paylaşılıyor, halka mal edilmeye çalışılıyor, titizlikle korunuyor, yöneticiler başka

ideolojilere yaşama imkânı tanımıyor ve bütün gücüyle onları ortadan kaldırmaya

yöneliyorsa, resmi bir nitelik kazanmıştır. İşte, bu anlamda Osmanlı

İmparatorluğu'nun da resmi bir ideolojisinin olduğunu kabul etmek gerekir, çünkü

bütün bu özellikler onda toplanmıştır. Kısacası, Osmanlı resmi ideolojisi, Osmanlı

Devleti'nin dünya görüşü, zihniyet yapısı, inandığı değerler sistemi ve bu sistemle

olan bağlantısı çerçevesinde, kendisine, yönettiği tebaasına, başka devletlerle

ilişkilerine bakış ve bu ilişkileri değerlendiriş tarzı olarak anlaşılabilir. Başka bir

ifadeyle Osmanlı resmi ideolojisi, Osmanlı Devleti'nde, başta bizzat padişah olmak

üzere, yöneticiler kesiminden oluşan egemen sınıfın, yani merkezi iktidarı bilfiil temsil

eden ve kullanan hâkim tabakanın bu iktidar desteğinde bütün imparatorluk sathında

geçerli kılmaya çalıştığı dünya görüşü, yahut zihniyettir denebilir.2

Burada kaçınılmaz olarak yine bir dizi soruyla karşı karşıya kalırız. Her şeyden önce

Osmanlı resmi ideolojisi dediğimiz "şey", acaba Osmanlı toplumu, başka bir deyişle

yönetilenler tarafından hiçbir yönüyle paylaşılmayan, hiçbir şekilde kabul görmeyen,

doğrudan doğruya egemen yönetici tabakanın kendisi için oluşturduğu ve topluma

zorla dayattığı bir ideoloji midir? Yoksa belli ölçüde paylaşılan, toplum tarafından da

büsbütün dışlanmayan yanlan var mıdır? Eğer toplum tarafından da paylaşılıyorsa,

karşı kovuşların, direnişlerin sebebi nedir? Bu ideoloji, Osmanlı Devleti'nin

kuruluşunda bir defada var olmuş ve aynı biçimde her zaman sürmüş müdür? Yoksa,

devletin imparatorluk konumuna yükselişine paralel olarak bir oluşum süreci mi takip

etmiştir? Her zaman bütün karakteristikleriyle ortada mıdır, yoksa yalnızca belli

durumlarda mı belirginleşmiştir? Bütün bu soruların cevapları, müteakip bölümlerde

ele alacağımız olaylar incelenirken kendiliğinden belirecektir. Ancak burada bir

noktaya dikkat çekmekte yarar vardır ve bu gözden uzak tutulmamalıdır: Günümüz

tarihçisinin Osmanlı resmi ideolojisini ifadelendirmeye yarayan kavramlara ve

muhtevalarına yeterince nüfuz edip edemeyeceği tartışılabilir. Bugünün tarihçisi çok

daha değişik bir ortamın, dünya görüşü epeyce değişmiş bir kültürün insanı olarak bu

kavramlara ne ölçüde nüfuz edebilir, bunları Osmanlı devrinde anlaşıldığı şekliyle

algılamağa ne ölçüde yatkındır?

İşte, bu çok önemli bir meseledir. Bu meseleyi çözebilmek, Osmanlı resmi ideolojisini

iyi anlayabilmek için çok önemli bir noktanın gözden kaçırılmaması gerekir: Osmanlı

resmi ideolojisinin esasını "inanç" oluşturur. Osmanlı İmparatorluğu altı yüzyıllık uzun

tarihinin hemen hemen her alan ve safhasının sergilediği gibi, bir "inanç devleti"dir.

Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğu'nda devlet de en az din (İslam) kadar inanç

konusudur, dolayısıyla kutsaldır.

Bu, kanaatimizce, Osmanlı İmparatorluğu'nda devletle dinin (Abbasiler dahil, tarihte

hiçbir İslam devletinde olmadığı kadar) birbiri içine geçmesinden, başka bir ifadeyle

"devletle dinin özdeşleşmesinden ileri gelmektedir. Şematik olarak ifade etmek

gerekirse şunu söylemek mümkündür: Osmanlı Devleti'nde devlet ve din yan yana iki

ayrı daire değildir; din dairesi devlet dairesinin bütünüyle içindedir, iki daire çabşır.

Yani bu özdeşlikte devlet, dini içine alan, kuşatan büyük dairedir. Başka bir ifadeyle,

Osmanlı resmi ideolojisi demek, devlet ve dinin, yahut siyaset ve İslam'ın ayrışmaz

bir biçimde birbiri içine girdiği bir zihniyet demektir. İşte, Osmanlı Devleti'nin ideolojsi

de temelini bu özdeşlikte bulur. O halde bu özdeşliği, Osmanlı Devleti'nde "her şey

devlet içindir; din de devlet içindir" şeklinde formüle etmek mümkündür. Bu demektir

ki, Osmanlı resmi ideolojisini kavrayabilmek, bir bakıma, bu ideolojiyi oluşturan din-

devlet özdeşliğinin bu iki unsurunun tahlili ve tarihi köklerinin teşhisiyle geniş ölçüde

bağlantılıdır.

II. OSMANLI RESMİ İDEOLOJİSİNİN TARİHİ KÖKLERİ A. Siyasal Kökler

Osmanlı resmi ideolojisinin temelindeki bu özdeşliğin ilk unsuru olan devlet

kavramının Osmanlı'da kazandığı biçim ve muhteva, hiç şüphe yok ki geniş ölçüde

onun vârisi olduğu eski siyasi geleneklerle sıkı sıkıya bağlantılıdır, başka bir deyişle

onların zaman içinde oluşan bir sentezidir.

Osmanlı İmparatorluğu'nun, mesela eski Roma gibi, Batı dünyasında teşekkül etmiş

imparatorluklardan pek çok bakımdan, özellikle de hâkimiyet kavramı, siyasal

telakkileri, devlet yapısı ve kurumları, toplum yapısı ve kurumları ve bunların yapısal

karakteristikleri itibariyle önemli ölçüde ayrıldığı görülür. Bunlar uzun zamandan beri

tarihçilerin dikkatini çekmiş ve onları bu farklılıkların sebeplerini aramaya yöneltmiştir.


Yüklə 0,51 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   39




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə