tirmede de kullanmak için birçok nedeni var. Artık tam da bi-
limadamlarmm Demokritos, Platon ve Aristoteles’in ve kendi küstah,
Aziz Efendileri Galile’nin fikirleriyle iyice beslenip güçlendiği bir
dönemde çekingenliği (yoksa korkuyu mu demeliydim?) üzerlerinden
atmalı ve Roberto Bellarmino’nun o dengeli ve zarif bilgeliğini
yeniden hayata döndürmeliler.
EK
Aşağıdaki, günümüzde bilimler ve Katolik Kilisesi arasındaki
ilişkiler konulu tartışmaya katılanlardan Peder Rupert' e
yazdığım (Almanca) mektuptur.
Aziz Peder Rupert,
Geçen perşembe günü yaptığınız konuşmayı ilgiyle dinledim. İki
nokta beni çok şaşırttı. Biri, şu anda Kilise’nin bilimsel vargılar
karşısında yüzgeri etme hızı. Bilimlerin kendi içinde böyle bir şey
bulamazsınız (burada bile bol miktarda oportünizm olmasına rağmen).
Sık sık belli bir bilimsel bakış açısının hatalı olduğunun gösterildiği
söylenir ama taraftarları onu hemen terk etmez, on yıllar hatta yüzyıllar
boyu bir şey olmamış gibi yollarına devam ederler ve bir gün anlaşılır
ki meğer doğru yoldaymışlar. Atomcu teori bu tür örneklerden biri. Sık
sık “çürütülmüş” fakat hep geri dönmüş ve kendisini bozguna
uğratanları bozguna uğratmıştır. 19. yüzyıl sonlarına doğru bazı kıta
fizikçileri onu metafizik bir ucube olarak görmeye başladılar; teori
olgularla çelişiyordu ve içsel olarak tutarlı değildi. Ama ona inananlar
(Boltzman ve Einstein de bunlar arasındaydı) ısrarla tutumlarını
sürdürdüler ve sonunda onu zafere taşıdılar. Eğer böyle çürütülmüş
görüşleri bilimler
bünyesinde
bile her şeye rağmen sürdürmek ve
savunmak meşru ise, eğer böyle bir tutum bilimsel ilerlemeye yol
açabiliyorsa, o zaman neden Kilise aynı şeyi üstelik
dışardan
yapmakta
tereddüt etsin? Çünkü durum gerçekten çok benziyor. Kilise’nin
öğretilerine karşı ilk bilimsel saldın Aristoteles’in evrenin bir kökeni
olduğu görüşüne karşı geliştirdiği argümanlar üzerine kurulmuştu. Bu
argümanlarla modem kozmolojik argümanlar arasında çok fazla ortak
yön vardır -onlar
da bilinen ve yüksek derecede doğrulanmış doğa yasaları ve onlardan
yapılan çıkarsamalar üzerine oturtulmuşlardı. Aristoteles’ten çok sonra
maddi dünyanın ezeli ve ebediliği (eternity) olarak bilediğimiz şey
bilimin temel olgularından biri olarak kabul gördü - ancak daha sonra
işler değişti. Bugün bilimde zamanda belli bir başlangıç postüle eden ve
maddi dünyanın ilk dakikalarında karmaşık “yaratılışlar” öngören bir
sürü model vardır. Bu yüzden Ki- lise’nin korkusu demesek bile
tutukluğu, bilimsel
pratiğe
bakarak mazur gösterilemez. Bu tam
anlamıyla bir
ideolojiye
dayanıyor. Gelelim ikinci noktaya.
Konuşmanızda belirli bir fiziğin ya da kozmolojinin o kadar önemli
olmadığını, işin esasının insanlarla Tann arasındaki ilişkide yattığını ve
bu ilişkinin sevgiye çok benzediğini söylediniz. Tamam ama taşradaki
sevgi kenttekinden farklıdır ve öyle durumlar vardır ki sevgi neredeyse
imkansızdır. Örneğin “nesnellik’le yatıp kalkan, yani bütünüyle bilimin
nıhuna uygun yaşayan biri için sevgi imkânsızdır. Bilimler nesnelliği
teşvik hattâ talep eder; ve bu arada da, son derece entelektüel bir biçimi
hariç, sevme yeteneğimizi zaafa uğratır; yani demek istiyorum ki
sevgiyi yeryüzüne yaymak isteyen bir kimse bilimleri görmemezlik
edemez -onlarla ilgilenmeli ve belirli içkin eğilimlerine karşı mücadele
etmelidir.
Öğrenciyken bilimlere saygıyla yaklaşır dinle alay ederdim, büyük
bir mutluluktu bu benim için. Meseleye biraz daha yakından
bakabildiğimi düşündüğüm bugünlerde. Kilise ileri gelenleri arasında,
benim ve benim gibilerin bir zamanlar kullandığı yüzeysel argümanları
ciddiye alan ne kadar çok kişi bulunduğunu ve inançlarını ona uygun
hale getirmek için nasıl can attıklarını görerek şaşırıyorum. Bilimlere
âdeta başka bir Kiliseymiş gibi davranıyorlar, ama insanların henüz
mutlak kesinliğe sahip sonuçlar bulunduğuna inandığı eski bir zamana
ait ve çok daha ilkel bir felsefeyle donatılmış tam bir Kilise gibi. Fakat
bilim tarihine atılan bir göz orda bundan çok farklı bir tablo bulacaktır.
En iyi dileklerimle,
Paul Feyerabend
X. PUTNAM’IN KIYASLANAMAZLIK
ÜZERİNE DÜŞÜNCELERİ
1.
Reason, Truth and History
(Cambridge 1981, s.114) adlı kitabında
Hilary Putnam, “yirminci yüzyılın en etki uyandırmış iki bilim
felsefesinin her ikisi de . . . kendi kendini çürüten felsefeler [dir]”,
şeklinde bir iddiada bulunuyor. Kastettiği felsefeler mantıksal pozivizm
ve tarihsel yaklaşım. Ben bunlardan İkincisine ait bir fikir,
kıyaslanamazlık, üzerinde duracak ve bu fikrin bizi birtakım alışılmamış
sonuçlara götürmekle birlikte, bunlar arasında kendi kendini çürütmenin
bulunmadığım göstereceğim-
2. Putnam’a göre, “kıyaslanamazlık tezi, farklı kültürlerde kullanılan
terimler, diyelim 17. yüzyıl bilimadamlarının kullandığı şekliyle ‘sıcaklık’
terimi, anlam ve imlem (reference) olarak
bizim kullandığımız herhangi bir terim ya da ifade ile karşılanamaz
şeklinde bir tezdir” (s. 114). Burada tanımlandığı biçimiyle
kıyaslanamazlık tezini I ile göstereceğim.
I’yı çürütmek amacıyla Putnam şu noktalara dikkat çeker:
(A) “eğer I gerçekten doğru olsaydı, o zaman başka dilleri -hattâ
anadilimizin daha eski dönemlerini- asla kendi dilimize çeviremezdik”
(s. 114),
(B) “eğer Feyerabend ... haklı olsaydı, o zaman 17. yüzyıl bi-
limadamlan dahil başka kültürlerin üyeleri bizim için ancak belli
uyarılara tepki veren hayvanlar olarak kavramlaştırılabilirlerdi”; ve şu
sonuca varır,
(C): “Bize Galile’nin ‘kıyaslanamaz’ nosyonlarından söz ettikten
sonra konuşmaya devam etmek ve kalkıp uzun uzadıya onları
tanımlamak
tam bir tutarsızlıktır” (s. 114 vd., italikler Put- nam’m).
3. A, B ve C şu iki varsayıma dayanıyor:
(i) yabancı kavramları (yabancı kültürleri) anlamak için onları
çevirmek gerekir,
(ii) başarılı bir çeviri çeviride kullanılan dili (yani anadilimizi)
değiştirmez.
Bu varsayımlar teorik geleneklere özgü tipik varsayımlardır.
Putnam’ın argümanları, o yüzden, III. Bölüm’de yaptığım genel
tespitleri çok iyi örnekliyor.
Ne (i) ne de (ii) doğrudur. Bir dili ya da kültürü anadilimiz
üzerinden dolaşmaksızm, tıpkı çocukların yaptığı gibi sıfırdan
başlayarak öğrenebiliriz (böyle bir usûlün üstünlüklerini fark etmiş olan
antropolog, tarihçi ve dilbilimciler şimdi çift dilli tanıkların yazdıkları
yerine, alan çalışmalarını tercih ediyorlar). Ve anadilimizi yabancı
kavramları ifade edebilecek şekilde değiştirebilir, geliştirebiliriz
(başarılı çeviriler daima çeviriye aracılık eden ortamı değiştirirler:
(ii)’ye uygun yegâne diller formel dillerle turist dilleridir).
Modern sözlükçülük her iki imkandan da yararlanır. Eski sözlüklerin
temelini oluşturan semantik eşitlikler yerine açık ve rizikolu yapıda,
araştırma ürünü maddelerle çalışırlar (örneğin bkz. Bruno Snell ve
diğerleri,
Lexicon des Frühgriechischen Epos’
un
Dostları ilə paylaş: |