Paul karl feyerabend 13 Ocak 1924'te Viyana'da doğdu. Avusturya asıllı abd'li filozof. Bilimsel gelişmenin ancak yeni kuramların eskilerini yadsımasıyla sağlanabileceğini ileri



Yüklə 8,94 Kb.
Pdf görüntüsü
səhifə115/135
tarix24.12.2017
ölçüsü8,94 Kb.
#17198
1   ...   111   112   113   114   115   116   117   118   ...   135

tirmede   de   kullanmak   için   birçok   nedeni   var.   Artık   tam   da   bi-
limadamlarmm Demokritos, Platon ve Aristoteles’in ve kendi küstah,
Aziz   Efendileri   Galile’nin   fikirleriyle   iyice   beslenip   güçlendiği   bir
dönemde çekingenliği (yoksa korkuyu mu demeliydim?) üzerlerinden
atmalı   ve  Roberto  Bellarmino’nun   o   dengeli   ve   zarif   bilgeliğini
yeniden hayata döndürmeliler.
EK
Aşağıdaki, günümüzde bilimler ve Katolik Kilisesi arasındaki
ilişkiler   konulu   tartışmaya   katılanlardan   Peder  Rupert'  e
yazdığım (Almanca) mektuptur.
Aziz Peder Rupert,
Geçen  perşembe  günü yaptığınız konuşmayı  ilgiyle dinledim.  İki
nokta   beni   çok   şaşırttı.   Biri,   şu   anda   Kilise’nin   bilimsel   vargılar
karşısında   yüzgeri   etme   hızı.   Bilimlerin   kendi   içinde   böyle   bir   şey
bulamazsınız (burada bile bol miktarda oportünizm olmasına rağmen).
Sık sık belli bir bilimsel bakış açısının hatalı olduğunun gösterildiği
söylenir ama taraftarları onu hemen terk etmez, on yıllar hatta yüzyıllar
boyu bir şey olmamış gibi yollarına devam ederler ve bir gün anlaşılır
ki meğer doğru yoldaymışlar. Atomcu teori bu tür örneklerden biri. Sık
sık   “çürütülmüş”   fakat   hep   geri   dönmüş   ve   kendisini   bozguna
uğratanları bozguna uğratmıştır. 19. yüzyıl sonlarına doğru bazı kıta
fizikçileri   onu   metafizik   bir   ucube   olarak   görmeye   başladılar;   teori
olgularla çelişiyordu ve içsel olarak tutarlı değildi. Ama ona inananlar
(Boltzman   ve  Einstein  de   bunlar   arasındaydı)   ısrarla   tutumlarını
sürdürdüler  ve  sonunda   onu   zafere   taşıdılar.   Eğer   böyle  çürütülmüş
görüşleri   bilimler  
bünyesinde
  bile   her   şeye   rağmen   sürdürmek   ve
savunmak   meşru   ise,   eğer   böyle   bir   tutum   bilimsel   ilerlemeye   yol
açabiliyorsa, o zaman neden Kilise aynı şeyi üstelik 
dışardan
 yapmakta
tereddüt   etsin?   Çünkü   durum   gerçekten   çok   benziyor.   Kilise’nin
öğretilerine karşı ilk bilimsel saldın Aristoteles’in evrenin bir kökeni
olduğu görüşüne karşı geliştirdiği argümanlar üzerine kurulmuştu. Bu
argümanlarla modem kozmolojik argümanlar arasında çok fazla ortak
yön vardır -onlar


da bilinen ve yüksek derecede doğrulanmış doğa yasaları ve onlardan
yapılan çıkarsamalar üzerine oturtulmuşlardı. Aristoteles’ten çok sonra
maddi   dünyanın   ezeli   ve   ebediliği  (eternity)  olarak   bilediğimiz   şey
bilimin temel olgularından biri olarak kabul gördü - ancak daha sonra
işler değişti. Bugün bilimde zamanda belli bir başlangıç postüle eden ve
maddi dünyanın ilk dakikalarında karmaşık  “yaratılışlar”  öngören bir
sürü   model   vardır.   Bu   yüzden   Ki-   lise’nin   korkusu   demesek   bile
tutukluğu,   bilimsel  
pratiğe
  bakarak   mazur   gösterilemez.   Bu   tam
anlamıyla bir 
ideolojiye
 dayanıyor. Gelelim ikinci noktaya.
Konuşmanızda belirli bir fiziğin ya da kozmolojinin o kadar önemli
olmadığını, işin esasının insanlarla Tann arasındaki ilişkide yattığını ve
bu ilişkinin sevgiye çok benzediğini söylediniz. Tamam ama taşradaki
sevgi kenttekinden farklıdır ve öyle durumlar vardır ki sevgi neredeyse
imkansızdır. Örneğin “nesnellik’le yatıp kalkan, yani bütünüyle bilimin
nıhuna uygun yaşayan biri için sevgi imkânsızdır. Bilimler nesnelliği
teşvik hattâ talep eder; ve bu arada da, son derece entelektüel bir biçimi
hariç,   sevme   yeteneğimizi   zaafa   uğratır;   yani   demek   istiyorum   ki
sevgiyi   yeryüzüne   yaymak   isteyen   bir   kimse   bilimleri   görmemezlik
edemez -onlarla ilgilenmeli ve belirli içkin eğilimlerine karşı mücadele
etmelidir.
Öğrenciyken bilimlere saygıyla yaklaşır dinle alay ederdim, büyük
bir   mutluluktu   bu   benim   için.   Meseleye   biraz   daha   yakından
bakabildiğimi düşündüğüm bugünlerde. Kilise ileri gelenleri arasında,
benim ve benim gibilerin bir zamanlar kullandığı yüzeysel argümanları
ciddiye alan ne kadar çok kişi bulunduğunu ve inançlarını ona uygun
hale getirmek için nasıl can attıklarını görerek şaşırıyorum. Bilimlere
âdeta   başka   bir   Kiliseymiş   gibi   davranıyorlar,   ama   insanların   henüz
mutlak kesinliğe sahip sonuçlar bulunduğuna inandığı eski bir zamana
ait ve çok daha ilkel bir felsefeyle donatılmış tam bir Kilise gibi. Fakat
bilim tarihine atılan bir göz orda bundan çok farklı bir tablo bulacaktır.
En iyi dileklerimle,
Paul Feyerabend


X. PUTNAM’IN KIYASLANAMAZLIK 
ÜZERİNE DÜŞÜNCELERİ
1.
Reason,   Truth   and   History
  (Cambridge   1981,   s.114)  adlı   kitabında
Hilary   Putnam,  “yirminci   yüzyılın   en   etki   uyandırmış   iki   bilim
felsefesinin   her   ikisi   de   .   .   .   kendi   kendini   çürüten   felsefeler   [dir]”,
şeklinde bir iddiada bulunuyor. Kastettiği felsefeler mantıksal pozivizm
ve   tarihsel   yaklaşım.   Ben   bunlardan   İkincisine   ait   bir   fikir,
kıyaslanamazlık, üzerinde duracak ve bu fikrin bizi birtakım alışılmamış
sonuçlara götürmekle birlikte, bunlar arasında kendi kendini çürütmenin
bulunmadığım göstereceğim-
2. Putnam’a göre, “kıyaslanamazlık tezi, farklı kültürlerde kullanılan
terimler, diyelim 17. yüzyıl bilimadamlarının kullandığı şekliyle ‘sıcaklık’
terimi, anlam ve imlem (reference) olarak


bizim   kullandığımız   herhangi   bir   terim   ya   da   ifade   ile   karşılanamaz
şeklinde   bir   tezdir”   (s.   114).   Burada   tanımlandığı   biçimiyle
kıyaslanamazlık tezini I ile göstereceğim.
I’yı çürütmek amacıyla Putnam şu noktalara dikkat çeker:
(A) “eğer I gerçekten doğru olsaydı, o zaman başka dilleri -hattâ
anadilimizin daha eski dönemlerini- asla kendi dilimize çeviremezdik”
(s. 114),
(B) “eğer   Feyerabend   ...   haklı   olsaydı,   o   zaman   17.   yüzyıl   bi-
limadamlan   dahil   başka   kültürlerin   üyeleri   bizim   için   ancak   belli
uyarılara tepki veren hayvanlar olarak kavramlaştırılabilirlerdi”; ve şu
sonuca varır,
(C): “Bize   Galile’nin   ‘kıyaslanamaz’   nosyonlarından   söz   ettikten
sonra   konuşmaya   devam   etmek   ve   kalkıp   uzun   uzadıya   onları
tanımlamak
 tam bir tutarsızlıktır” (s. 114 vd., italikler Put- nam’m).
3. A, B ve C şu iki varsayıma dayanıyor:
(i) yabancı   kavramları   (yabancı   kültürleri)   anlamak   için   onları
çevirmek gerekir,
(ii) başarılı   bir   çeviri   çeviride   kullanılan   dili   (yani   anadilimizi)
değiştirmez.
Bu   varsayımlar   teorik   geleneklere   özgü   tipik   varsayımlardır.
Putnam’ın   argümanları,   o   yüzden,   III.   Bölüm’de   yaptığım   genel
tespitleri çok iyi örnekliyor.
Ne   (i)   ne   de   (ii)   doğrudur.   Bir   dili   ya   da   kültürü   anadilimiz
üzerinden   dolaşmaksızm,   tıpkı   çocukların   yaptığı   gibi   sıfırdan
başlayarak öğrenebiliriz (böyle bir usûlün üstünlüklerini fark etmiş olan
antropolog, tarihçi ve dilbilimciler şimdi çift dilli tanıkların yazdıkları
yerine,   alan   çalışmalarını   tercih   ediyorlar).   Ve   anadilimizi   yabancı
kavramları   ifade   edebilecek   şekilde   değiştirebilir,   geliştirebiliriz
(başarılı   çeviriler   daima   çeviriye   aracılık   eden   ortamı   değiştirirler:
(ii)’ye uygun yegâne diller formel dillerle turist dilleridir).
Modern sözlükçülük her iki imkandan da yararlanır. Eski sözlüklerin
temelini   oluşturan   semantik   eşitlikler   yerine   açık   ve   rizikolu   yapıda,
araştırma   ürünü   maddelerle   çalışırlar   (örneğin   bkz.  Bruno  Snell   ve
diğerleri, 
Lexicon des Frühgriechischen Epos’
 un


Yüklə 8,94 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   111   112   113   114   115   116   117   118   ...   135




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə