önsözü ve içindeki çeşitli araştırma ürünü maddeler, Götingen 1971). Yeni
kavramlar ve onlar arasındaki yeni bağlantılarla donanmış yeni bir
semantik manzara verebilmek için analoji, metafor ve olumsuz
tanımlamalardan ve kültür tarihine ait daha bir sürü ufak tefek şeyden
yararlanılır. Bilim tarihçileri daha sistematik bir şekilde fakat aynı yolu
izler. Örneğin 16. -ve 17.- yüzyıl bilimindeki “impetus” nosyonunu
açıklarken okuyucu önce dönemin fiziği, metafiziği, teknolojisi, hattâ
teolojisi hakkında bir güzel bilgilendirilir: başka bir deyişle, onlar da yeni
ve kimsenin aşina olmadığı semantik bir manzara sunar, sonra da burada
“im- petus”un nerde durduğunu gösterirler. Bu konuda Pierre Duhem,
Anneliese Maier, Marshall Clagett, Hans Blumenberg’in eserlerinde çeşitli
örnekler bulunabilir; daha başka kavramlar için ise Ludwig Fleck ve
Thomas Kuhn’a bakılabilir.
Bir dili başka bir dile çevirmekle teori inşası arasında birçok benzerlik
vardır. Her iki durumda da “görüngülerin diline” uygun kavramlar bulmak
zorundayızdır. Doğa bilimlerinde cansız maddelerle ilgili görüngüler söz
konusudur. Bunların tümüne genel bir açıklama getirmenin zor olduğuna,
işe başladığımız terimleri zamanla gözden geçirmek ve yeni görüngüler
ortaya çıktıkça daha öte değişikliklere gitmek zorunda kalabileceğemize
herhalde kimse itiraz etmeyecektir. Çeviride ise görüngüler öteki dilde
örtük olarak bulunan düşüncelerdir. Bu düşünceler farklı ve çoğu kez
bilmediğimiz coğrafi ortamlarda, farklı ve çoğu kez bilmediğimiz
toplumsal çevrelerde geliştirilmiş, bilerek ya da bilmeyerek sayısız
değişikliklere uğratılmıştır (başka dillerin etkileri, bozulmalar, şiirsel
aykırılıklar, vb.). Putnam’m (ii). varsayımı her dilde bu tür tüm
ihtimallerin üstesinden gelmek için gereken her şeyin bulunabileceğini
varsayar. Bir örnekle ifade edecek olursak, modern Swahilice’nin Eskimo
diline, dolayısıyla da Eskimo tarihine önceden uyarlanmış olduğu gibi,
oldukça ihtimal dışı bir varsayımda bulunur. Böyle bir varsayım yalnızca
iki durumda tutabilir: apriorizm ve ezelden-kurulmuş-uyum. Bir am- pirist
olarak ikisini de reddediyorum.
4. Putnam’a göre I yabancı (ilkel, teknik, antik) kavramların İn-
gilizce’de açıklanabilmesini imkansız kılar -C'nin söylediği budur.
Bir anlamda doğru, bir anlamda yanlış. Birtakım düşünceleri onları
almaya uygun olmayan bir dilde ifade etmek gerçekten imkânsızdır ve
bunda şaşılacak bir şey yoktur. Fakat doğal bir dilin ölçütleri değişmeyi
dışlamaz. İngilizce, yeni sözcükler katıldığında ya da eski sözcüklere
yeni anlamlar verildiğinde İngilizce olmaktan çıkmaz. Arkaik (ilkel,
egzotik, vs.) bir dünya görüşünü anlatmaya çalışan her filolog,
antropolog ya da sosyolog; alışık olmadığımız bilimsel düşünceleri
gündelik İngilizce’yle açıklamak isteyen her popüler bilim yazarı; her
gerçeküstücü, dadacı, hayalet ya da peri masalları anlatıcısı; her bilim
kurgu yazarı v« farklı kuşak ve uluslardan her şiir çevirmeni önce,
İngilizce
sözcüklerden
yola çıkarak, ihtiyaç duyduğu kullanım biçiminin
İngilizce
kokan, benzer
bir modelini inşa etmek, sonra bu biçimi be-
nimseyip onu öyle “telaffuz etmek, konuşmak” gerektiğini bilir. Son
derece basit bir örnek Evans-Pritchard’m zehir kâhinlerinin gaipten
haber verme yetisi için kullandıkları
mbisinıo
sözcüğüne getirdiği
açıklamadır. Evans-Pritchard
(Witchraft, Oracles and Magic Among
Azande,
özetlenmiş basım, Oxford 1975, s.55)
mbi- simo'yn
“ruh” diye
çevirir. Fakat hemen bu “ruh”un bizdeki gibi içinde canlılık ve
bilinçlilik değil, herkese açık ya da “nesnel” olaylar toplamını ima eden
bir anlamı olduğunu ekler. Bu ek, “ruh” sözcüğünün kullanımını
değiştirir ve onu Azande’nin düşündüğü şeyi daha iyi ifade edebilecek
bir hale getirir. Niçin başka bir sözcük değil de “ruh”? “Çünkü bizim
kültürümüzde bu sözcüğün ifade ettiği nosyon Zande’nin kişilerin
mbisimd"
su nosyonuna başka bir İngilizce sözcükten daha yakındır
-yani İngiliz “ruh”uyla Azande
mbisimo'su
arasındaki
benzerlikten
dolayı. Benzerlik önemlidir, çünkü özgün anlamdan yeni anlama geçişi
yumuşatır; anlam değiştiği halde hâlâ aynı dili konuştuğumuzu his-
sederiz. Şimdi, eğer burdaki gibi bir kavramsal değişiklik bir üst- dil
kapsamına geçmiyor ve hâlâ söz konusu dilin kendi içinde kalıyorsa (bu
durumda kelimelerin kullanımındaki bir değişmeden çok şeylerin
özelliklerinin değiştiğinden bahsedeceğizdir) ve alınan sadece tek bir
terim değil koca bir kavramsal sistemse, o zaman (C)’de zikredilen
durumla karşı karşıyayızdır; fakat durum tesirsiz hale ge(tiri)lmiştir,
çünkü yola çıktığımız İngilizce ile açıklamamızı sonuçlandırdığımız
İngilizce aynı değildir.
5. Artık Azande düşünceleri konuşma dilinde bir yaşam bulmuş ve
İngilizce nosyonlar onlara bir yurt sağlayacak şekilde değiştirilmiştir.
Dilsel değişikliğin yeni fakat ifadesini bulmamış bir bakış açısını
gündeme soktuğu durumlar da vardır. Bilim tarihinde bu türden birçok
örnek vardır. Düşünce tarihinden bir örnekle açıklayalım.
Odysseus, Akhilleus’u Troyalılara karşı yeniden savaşa sokmaya
çalışır
{İlyada 9,
225 vd.). Akhilleus direnir. Ve “savsak savaşçıda da
gözüpek savaşçıda da tecelli eden”, diye cevap verir, “aynı kaderdir;
değersiz birine de erdemli birine de nasip olan aynı şereftir” (318 vd.).
Akhilleus şeref ile şerefin tezahürünü iki farklı şey olarak alıyor gibidir.
Oysa arkaik şeref nosyonu böyle bir ayrıma izin vermez. Destanda
çizilen şeref, kısmen bireysel kısmen kolektif eylem ve hadiselerden
oluşan toplama bir bütünlüktür. Bu toplama bütünlüğün öğelerinden
bazıları şunlardır: savaşta, mecliste, bir iç huzursuzlukta (şerefli ya da
şerefsiz) bireyin tavrı; törenlerdeki yeri; savaş sonunda aldığı ganimet
ve armağanlar ve doğal olarak tüm bu olaylar boyunca davranışı. Bu
öbeğin öğeieri(nin çoğu) varsa şeref de vardır, yoksa yoktur (krş.
İlyada
12, 310 vd. -Sarpedon’un konuşması).
Akhilleus önümüze farklı bir bakış açısı koymaktadır. Ak* hilleus,
Agamemnon’un (onun armağanlarını almıştır) saldırısına uğrar. Bu,
şerefin bireysel ve kolektif bileşenleri arasında bir çatışma demektir.
Akhilleus’a ricada bulunan Odysseus’un da aralarında olduğu
Yunanlılar çatışmayı çözmek için alışılmış bir tutum takınırlar:
Akhilleus’un armağanları iade edilir, daha çok armağan sözü verilir;
bütünlük yeniden dengeye kavuşmuş, şeref yeniden tesis edilmiştir
(519, 526, 602 vd.). Buraya kadar tam anlamıyla geleneğin içindeyizdir.
Ama Akhilleus gelenekten uzaklaşacaktır. Zaptedemediği öfkesiyle,
kişisel değeri ve toplumsa! ödüller arasındaki dengesizliğin hâlâ
sürdüğünü düşünür. Bu noktada onun tasarladığı şerefin geleneksel
toplamsal bir bütün olarak şereften farklı olmak bir yana, bu tür bir
bütün dahi olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü bu yeni şerefin varlığını
garanti edecek herhangi bir olay kümesi yoktur. Putnam’in diliyle,
Akhilleus’un şeref idesinin geleneksel şeref idesiyle “kıyaslanamaz”
olduğunu
Dostları ilə paylaş: |