Paul karl feyerabend 13 Ocak 1924'te Viyana'da doğdu. Avusturya asıllı abd'li filozof. Bilimsel gelişmenin ancak yeni kuramların eskilerini yadsımasıyla sağlanabileceğini ileri



Yüklə 8,94 Kb.
Pdf görüntüsü
səhifə116/135
tarix24.12.2017
ölçüsü8,94 Kb.
#17198
1   ...   112   113   114   115   116   117   118   119   ...   135

önsözü ve içindeki çeşitli araştırma ürünü maddeler, Götingen 1971). Yeni
kavramlar   ve   onlar   arasındaki   yeni   bağlantılarla   donanmış   yeni   bir
semantik   manzara   verebilmek   için   analoji,   metafor   ve   olumsuz
tanımlamalardan  ve  kültür tarihine  ait  daha  bir sürü  ufak  tefek  şeyden
yararlanılır. Bilim tarihçileri daha sistematik bir şekilde fakat aynı yolu
izler.   Örneğin   16.   -ve   17.-   yüzyıl   bilimindeki  “impetus”  nosyonunu
açıklarken   okuyucu   önce   dönemin   fiziği,   metafiziği,   teknolojisi,   hattâ
teolojisi hakkında bir güzel bilgilendirilir: başka bir deyişle, onlar da yeni
ve kimsenin aşina olmadığı semantik bir manzara sunar, sonra da burada
“im-   petus”un   nerde   durduğunu   gösterirler.   Bu   konuda  Pierre  Duhem,
Anneliese Maier, Marshall Clagett, Hans Blumenberg’in eserlerinde çeşitli
örnekler   bulunabilir;   daha   başka   kavramlar   için   ise  Ludwig   Fleck  ve
Thomas Kuhn’a bakılabilir.
Bir dili başka bir dile çevirmekle teori inşası arasında birçok benzerlik
vardır. Her iki durumda da “görüngülerin diline” uygun kavramlar bulmak
zorundayızdır. Doğa bilimlerinde cansız maddelerle ilgili görüngüler söz
konusudur. Bunların tümüne genel bir açıklama getirmenin zor olduğuna,
işe başladığımız terimleri zamanla gözden geçirmek ve yeni görüngüler
ortaya çıktıkça daha öte değişikliklere gitmek zorunda kalabileceğemize
herhalde   kimse   itiraz   etmeyecektir.   Çeviride   ise   görüngüler   öteki   dilde
örtük   olarak   bulunan   düşüncelerdir.   Bu   düşünceler   farklı   ve   çoğu   kez
bilmediğimiz   coğrafi   ortamlarda,   farklı   ve   çoğu   kez   bilmediğimiz
toplumsal   çevrelerde   geliştirilmiş,   bilerek   ya   da   bilmeyerek   sayısız
değişikliklere   uğratılmıştır   (başka   dillerin   etkileri,   bozulmalar,   şiirsel
aykırılıklar,   vb.).  Putnam’m   (ii).   varsayımı   her   dilde   bu   tür   tüm
ihtimallerin   üstesinden   gelmek   için   gereken   her   şeyin   bulunabileceğini
varsayar. Bir örnekle ifade edecek olursak, modern Swahilice’nin Eskimo
diline,  dolayısıyla  da Eskimo   tarihine önceden   uyarlanmış  olduğu  gibi,
oldukça ihtimal dışı bir varsayımda bulunur. Böyle bir varsayım yalnızca
iki durumda tutabilir: apriorizm ve ezelden-kurulmuş-uyum. Bir am- pirist
olarak ikisini de reddediyorum.
4. Putnam’a göre I yabancı (ilkel, teknik, antik) kavramların İn-
gilizce’de açıklanabilmesini imkansız kılar -C'nin söylediği budur.


Bir   anlamda   doğru,   bir   anlamda   yanlış.   Birtakım   düşünceleri   onları
almaya uygun olmayan bir dilde ifade etmek gerçekten imkânsızdır ve
bunda şaşılacak bir şey yoktur. Fakat doğal bir dilin ölçütleri değişmeyi
dışlamaz. İngilizce, yeni sözcükler katıldığında ya da eski sözcüklere
yeni   anlamlar   verildiğinde   İngilizce   olmaktan   çıkmaz.   Arkaik   (ilkel,
egzotik,   vs.)   bir   dünya   görüşünü   anlatmaya   çalışan   her   filolog,
antropolog   ya   da   sosyolog;   alışık   olmadığımız   bilimsel   düşünceleri
gündelik İngilizce’yle açıklamak isteyen her popüler bilim yazarı; her
gerçeküstücü, dadacı, hayalet ya da peri masalları anlatıcısı; her bilim
kurgu   yazarı   v«   farklı   kuşak   ve   uluslardan   her   şiir   çevirmeni   önce,
İngilizce 
sözcüklerden
 yola çıkarak, ihtiyaç duyduğu kullanım biçiminin
İngilizce  
kokan,   benzer
  bir modelini inşa etmek, sonra bu biçimi be-
nimseyip  onu öyle “telaffuz  etmek,  konuşmak”  gerektiğini bilir. Son
derece   basit   bir   örnek   Evans-Pritchard’m   zehir   kâhinlerinin   gaipten
haber   verme   yetisi   için   kullandıkları  
mbisinıo
  sözcüğüne   getirdiği
açıklamadır.   Evans-Pritchard  
(Witchraft,  Oracles   and   Magic   Among
Azande,
 özetlenmiş basım, Oxford 1975, s.55) 
mbi- simo'yn
 “ruh” diye
çevirir.   Fakat   hemen   bu   “ruh”un   bizdeki   gibi   içinde   canlılık   ve
bilinçlilik değil, herkese açık ya da “nesnel” olaylar toplamını ima eden
bir   anlamı   olduğunu   ekler.   Bu   ek,   “ruh”   sözcüğünün   kullanımını
değiştirir ve onu Azande’nin düşündüğü şeyi daha iyi ifade edebilecek
bir hale getirir. Niçin başka bir sözcük değil de “ruh”? “Çünkü bizim
kültürümüzde   bu   sözcüğün   ifade   ettiği   nosyon   Zande’nin   kişilerin
mbisimd"
su   nosyonuna   başka   bir   İngilizce   sözcükten   daha   yakındır
-yani   İngiliz   “ruh”uyla   Azande  
mbisimo'su
  arasındaki  
benzerlikten
dolayı. Benzerlik önemlidir, çünkü özgün anlamdan yeni anlama geçişi
yumuşatır;   anlam   değiştiği   halde   hâlâ   aynı   dili   konuştuğumuzu   his-
sederiz. Şimdi, eğer burdaki gibi bir kavramsal değişiklik bir üst- dil
kapsamına geçmiyor ve hâlâ söz konusu dilin kendi içinde kalıyorsa (bu
durumda   kelimelerin   kullanımındaki   bir   değişmeden   çok   şeylerin
özelliklerinin  değiştiğinden bahsedeceğizdir)  ve alınan sadece  tek bir
terim   değil   koca   bir   kavramsal   sistemse,   o   zaman   (C)’de   zikredilen
durumla   karşı   karşıyayızdır;   fakat   durum   tesirsiz   hale   ge(tiri)lmiştir,
çünkü   yola   çıktığımız   İngilizce   ile   açıklamamızı   sonuçlandırdığımız
İngilizce aynı değildir.


5. Artık Azande düşünceleri konuşma dilinde bir yaşam bulmuş ve
İngilizce nosyonlar onlara bir yurt sağlayacak şekilde değiştirilmiştir.
Dilsel   değişikliğin   yeni   fakat   ifadesini   bulmamış   bir   bakış   açısını
gündeme soktuğu durumlar da vardır. Bilim tarihinde bu türden birçok
örnek vardır. Düşünce tarihinden bir örnekle açıklayalım.
Odysseus,  Akhilleus’u   Troyalılara   karşı   yeniden   savaşa   sokmaya
çalışır  
{İlyada 9,
  225 vd.). Akhilleus direnir. Ve “savsak savaşçıda da
gözüpek savaşçıda da tecelli eden”, diye cevap verir, “aynı kaderdir;
değersiz birine de erdemli birine de nasip olan aynı şereftir” (318 vd.).
Akhilleus şeref ile şerefin tezahürünü iki farklı şey olarak alıyor gibidir.
Oysa arkaik şeref nosyonu böyle bir ayrıma izin vermez. Destanda
çizilen  şeref, kısmen  bireysel kısmen  kolektif eylem ve hadiselerden
oluşan   toplama   bir   bütünlüktür.   Bu   toplama   bütünlüğün   öğelerinden
bazıları şunlardır: savaşta, mecliste, bir iç huzursuzlukta (şerefli ya da
şerefsiz) bireyin tavrı; törenlerdeki yeri; savaş sonunda aldığı ganimet
ve armağanlar ve doğal olarak tüm bu olaylar boyunca davranışı. Bu
öbeğin öğeieri(nin çoğu) varsa şeref de vardır, yoksa yoktur (krş. 
İlyada
12, 310 vd. -Sarpedon’un konuşması).
Akhilleus önümüze farklı bir bakış açısı koymaktadır. Ak* hilleus,
Agamemnon’un   (onun   armağanlarını   almıştır)   saldırısına   uğrar.   Bu,
şerefin bireysel ve kolektif bileşenleri arasında bir çatışma demektir.
Akhilleus’a   ricada   bulunan   Odysseus’un   da   aralarında   olduğu
Yunanlılar   çatışmayı   çözmek   için   alışılmış   bir   tutum   takınırlar:
Akhilleus’un armağanları iade edilir, daha çok armağan sözü verilir;
bütünlük   yeniden   dengeye   kavuşmuş,   şeref   yeniden   tesis   edilmiştir
(519, 526, 602 vd.). Buraya kadar tam anlamıyla geleneğin içindeyizdir.
Ama   Akhilleus   gelenekten   uzaklaşacaktır.   Zaptedemediği   öfkesiyle,
kişisel   değeri   ve   toplumsa!   ödüller   arasındaki   dengesizliğin   hâlâ
sürdüğünü   düşünür.   Bu   noktada   onun   tasarladığı   şerefin   geleneksel
toplamsal bir bütün olarak şereften farklı olmak bir yana, bu tür bir
bütün dahi olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü bu yeni şerefin varlığını
garanti   edecek   herhangi   bir   olay   kümesi   yoktur.  Putnam’in   diliyle,
Akhilleus’un   şeref   idesinin   geleneksel   şeref   idesiyle   “kıyaslanamaz”
olduğunu


Yüklə 8,94 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   112   113   114   115   116   117   118   119   ...   135




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə