tiyacı olduğunu açıkça bildiklerine inanmalarında, kendi zavallı
suretlerinden yeni insanlar yaratma yolundaki amansız gayretlerinde;
hastalarını, iyice gözünü korkulup elini ayağım tutmaz hale getirdikten
sonra, yüklü faturalar karşılığı kesip biçen kimi hekimlerimizin çocuksu
megalomanilerinde; hayvanlara sistematik bir şekilde işkence eden,
çektikleri azabı inceleyen ve zalimliklerinin karşılığını ödüllendirilerek
alan birçok sözüm ona araştırmacının duygusuzluğunda kendini
gösteriyor.
Benim görebildiğim kadarıyla Auschwiiz’in uşaklarıyla bu “insanlık
hizmetkârları” arasında hiçbir fark yoktur -her ikisi de insan hayatını özel
amaçlar uğruna kötüye kollanır. Sorun, manevi değerlerin giderek itibardan
düşmesi ve yerlerine zaman zaman insancıllık bile denebilen kaba ama
“'bilimsel” bir maddeciliğin almasıdır: insan (yani, uzmanlar tarafından
yetiştirilmiş insanlar) tüm sorunların üstesinden gelebilir -başka bir eyleyici
odağa güvenmesine, ordan yardım beklemesine gerek yoktur, diyen bir
maddecilik. Kendinden uzakta işlenmiş suçlara yanıp yakılan ama bizzat
kendi mahallesindeki suçlulara övgüler dizen bir adamı nasıl ciddiye
alabilirim? Ve gerçekliğin her zaman en müthiş hayal gücünün
çizebileceğinden daha' zengin olduğunu bile bile nasıl bir durum hakkında
uzaktan karar verebilirim?
Zulüm ve baskıya karşı kavganın ön saflarında yer almak başka bir
şeydir, koltuğuna kurulup başını sallayarak İyi ve Kötü hakkında karar
vermek başka. İlkinde düşmanınızı görebilir, koklayabilirsiniz ve tüm
varlığınız, sadece durumu şa- iraneleştirme yeteneğiniz değil, onu defetmek
için seferber olur. İkinci duruma gelince. Ellerini arkalarında kavuşturup
böyle kararlar verebilecek birçok arkadaşım var -hiç şüphe yok ki oldukça
gelişkin bir vicdan sahibiler. Öte yandan ben, mesafeyi ciddiye alarak, Kötü
nasıl Yaratılış’m bir parçasıysa Hayatın da bir parçasıdır, diyen farklı bir
görüşe saygı göstermek taraftarıyım. İnsan kötülüğe hoşgeldin demez -ama
çocukça tepkilerle de yetinemez. Kötüye sınırlar koyabiliriz -ama kendi
alanında yaşamasına izin vererek. Çünkü onun her şeye rağmen ne kadar iyi
içerdiğini kimse bilemez, çünkü son derece önemsiz de olsa iyi bir şeyin
varlık bulması ile son derece vahşice
işlenmiş bir suç arasında ne ölçüde bir bağlantı olduğunu hiç kimse
bilemez.
H. AKLA VEDA
Bu bölümde üzerinde durduğum eleştiriler nerden kaynaklanmıştı?
Ve ben niçin cevap verme gereği duydum?
İlk soruyu cevaplamak kolay.
Sekiz yıl kadar önce (1979) Hans Peter Duerr meşhur Suhr- kamp
Yaymevi’nin yazarları arasına katılmak üzere Almanya’ya davet edildi.
Yapması gereken başka işleri vardı, kabul etmedi. Fakat vicdanı rahat
etmedi -Hans Peter için dostça bir daveti reddetmek kolay bir şey
değildi. Bir insandaki vicdan rahatsızlığının kokusunu alma kabiliyeti
konusunda ancak yine kendine ait bir meziyetle, bu kabiliyeti kullanma
ustalığıyla boy ölçüştürülebile- cek Dr. Unseld, Suhrkamp Yayınevi’nin
bir numaralı yöneticisi, Hans Peter’in ruh halini sezerek onu izzet
ikrama boğdu. Sonuç: Hans Peter kendini bir Paul Kari Feyerabend
festivali hazırlama fikrine evet demek zorunda hissetti ve dört bir yana
mektuplar göndermeye başladı. Mektupların bazıları hiç açılmadan,
bazıları fikrin ne kadar yerinde .olduğu üzerine görüşlerle, bazıları ise
bildik zaman yokluğu özürüyle birlikte geri döndü -sadece birkaç insan
beni retorik çemberler içine alarak saplantılarımdan uzaklaştırma, övme
ya da lanetleme kararı aldı. Diyeceğim, bu girişim sonunda ortaya çıkan
derleme, varlığını benim “eserlerim”in değerine değil alkolün gücüne
borçludur.
İkinci sorunun cevabı kat be kat zor. Birçok insan -bilimadamı,
sanatçı, hukukçu, politikacı, rahip- meslekleri ve hayatları arasında bir
aynm gözetmez. Eğer mesleklerinde başarılıysalar bunu varoluşlarının
doğrudan bir olumlanması sayarlar. Başarısızsalar, insan olarak da
başarısız olduklarını düşünürler; arkadaşlarına, çocuklarına, karılarına,
aşıklarına, köpeklerine ne kadar neşe vermiş olduklarının bir önemi
yoktur. Kitaplar yazıyorlarsa, diyelim romanlar, şiir derlemeleri ya da
felsefi incelemeler, bu kitaplar tam da onların gerçek özünden inşa
edilmiş bir yapının bir parçası haline gelirler. Schopenhauer, “Ben
kimim?” diye soruyor ve şöyle
cevaplandırıyordu, “Ben
İrade ve Tasarım Olarak Dünya
'yı yazmış ve o
büyük varlık sorununa çözüm getirmiş insanım.” Anne- babalar, erkek ve
kız kardeşler, kocalar, metresler, papağanlar (İngiliz okur için muhabbet
kuşları), hattâ yazarın en mahrem duygulan, düşleri, korkulan, beklentileri
ancak bu yapıya göre bir anlam kazanır, ona göre bir tanım bulur: karı,
hımm, yernek yapmasını, temizlik işlerini, çamaşır yıkamasını ve yazmak
için gereken ortamı yaratmasını bilir; arkadaşlar, hımm, çalıştığı sıralar şu
yoksul delikanlıya anlayış gösterir ve desteklerini esirgemezler, ona borç
verirler, doğuracağı olağanüstü şeyleri dünyaya getirmesi için ona canla
başla yardım ederler, vesaire, vesaire. Yaygın bir tutumdur bu. Hemen tüm
biyografi ve otobiyografilerin temel güzergâhını oluşturur. Gerçekten büyük
düşünürler arasında rastlandığı da olur (Sokrates ölümünden birkaç saat
önce, çok sevdiği öğrencileriyle mühim mevzular üzerinde sohbet
edebilmek için karısını ve çocuklarını başından savar:
Phaedo
60a7. Claire
Goll,
leh verzeihe keinem
[Münih 1980] isimli otobiyografisinde sanatçılar
arasındaki buna paralel bir tutumu kendine has üslûbuyla, büyük bir nefretle
anlatır) fakat günümüz akademik kemirgenleri arasında son derece
yaygındır.
Bu tutum bana garip ve anlaşılmaz gelir, biraz da uğursuz bir koku
alınm. Doğrusu, bir zamanlar uzaktan bana da çok cazip gelmişti; onun
üssü olan kalelere girmeyi, çok bilmiş şövalyelerin tüm dünya ölçeğinde
başlattığı aydınlanma savaşlarına katılmayı hayal etmiştim. Fakat zamanla
konunun daha vasat yönleri dikkatimi çekti: şövalyeler -profesörler- onlara
para veren ve ne yapmaları gerektiğini söyleyen efendilerine hizmet
ediyorlardı: herkes için bir uyum ve mutluluk peşinde koşan özgür kafalar
değil, birer memurdular (o şahane Almanca sözcükle,
Denkbeamte)
ve
düzen manileri aklı başında bir araştırmanın ya da insanlığa duydukları bir
yakınlığın ürünü değil mesleki bir hastalıktı. Onun için çalıştığım yerlerde
elimden gelen çok az şey karşılığı aldığım dolgun ücretlerden son
meteliğine kadar nimetlenirken, bahsettiğim hastalıkla derslerime devam
eden yoksul insanları (ve Berkeley Üniversitesinde köpekleri, kedileri,
rakunları, hattâ zaman zaman bir eşeği) gözetmeye özen gösterdim. Her
şeyden önce, diyordum kendi kendime, bu insanlara karşı belli bir
sorumluluğum var, on-
ların güvenini kötüye kullanmamalıyım. Onlara hikâyeler anlattım ve
doğal dikbaşlılıklarmı bilemeye çalıştım, çünkü, öyle inanıyordum ki,
yüz yüze gelmekte oldukları ideolojik sokak şarkıcılarına karşı en iyi
savunma buydu:
en iyi eğitim, insanları eğitimin sistematik çabalarına
karşı bağışık hale getirmekten ibaretti.
Fakat bu samimi düşünceler bile
mesleğimle aramda yakın bir bağ oluşmasına yetmedi. Bir gün
Berkeley’de, birgün Londra ya da Berlin’de, ya da ücretimi gerçek
İsviçre Frangıyla aldığım Zürih’te, üniversite hayatına kapılmış giderken
sık sık, “onlardan biri” olduğum düşüncesiyle irkildim. “Bir
profesörüm”, diyordum kendi kendime, “imkansız -nasıl oldu bu?”
Sözüm ona “fikirlerim” konusunda da tutumum tıpatıp aynıydı.
Arkadaşlarımla din, sanat, siyaset, seks, cinayet, tiyatro, kuantum
fiziğinde ölçme ve daha bunun gibi bir sürü şey üzerinde tartışmak hep
hoşuma gitmiştir. Tartışmalarda birgün başka, diğer gün daha başka bir
yaklaşımı savunuyordum: yaklaşımlarımı -hattâ hayatımın şeklini-
değiştirip duruyordum, kısmen can sıkıntısından kurtulmak için, kısmen
(Kari Popper’in bir defasmda üzüntüyle belirttiği gibi) bir bay muhalefet
olduğumdan, kısmen de giderek daha fazla, en aptalca ve en gayri-insani
bir görüşün bile bir değeri olduğu ve kaygısızca savunulmayı hak ettiği
kanaatine varmamdan. Belli bir tez öne sürerek başlayan hemen tüm
yazılı, ...peki öyle diyelim, “eserlerim” bu tür tartışmalardan doğmuştur
ve tartışmaya katılan tarafların etkileriyle biçimlenmiştir. Bir ara
kendime has düşüncelerim olduğu inancına kapıldım -kim zaman zaman
bu tür yanılsamaların kurbanı olmaz ki- fakat hiçbir zaman bu
düşünceleri beni ben yapan vazgeçilmez şeyler olarak görmek gibi bir
kuruntuya saplanmayacaktım. Ben, diyordum konu hakkında
düşündüğümde, ortaya koyduğum en yüce buluştanken derinden
hissettiğim ve tüm varlığımı kucaklayan bir inançtan bile çok daha başka
bir şeyim ve bu tür buluş ve inançların üstümde egemenlik kurmasına ve
beni sadık hizmetçisi haline getirmesine asla izin vermemeliyim. Bir
“taraf’ da olabilirdim (pratik ve hattâ bu püriten çağrışımlı sözcük beni
bundan caydırmasına rağmen), fakat böyle bir durumda bunun nedeni
“vicdan” ya da başka türden bir saçmalık değil, gelip geçici bir heves
olacaktı.
“Taraf’ olmaya gönülsüzlüğümün ardında yatan başka bir
neden daha olduğunu ancak çok yatan bir zamanda keşfedebildim." YK’yı
kısmen Lakatos’a takılmak (o da bir cevap yazmayı düşünüyordu fakat
ömrü elvermedi), kısmen de felsefi adaletin hükmüne karşı bilimsel pratiği
savunmak için yazdım. On beş yaşlarında Ernst Mach’ı yutmuş ve fizikte
Hans Thirring ve Felix Ehrenhaft'm öğrencisi olmuş birisi olarak, bi-
limadamlanmn çalışmalarının kendi kendine yettiğini, ayrıca dışardan
herhangi bir meşrulaştırmaya ihtiyacı olmadığını fazla düşünmeden
benimsemiştim. O karmaşık bilimsel araştırma sürecini hiç yaşamadığı
halde, onun ne üzerinde döndüğünü, nasıl daha ileri götürülebileceğini
bildiğini iddiaya kalkışan birtakım insanlar asabımı bozuyordu. Sanıyorum
bir tür bilimsel libenerdim ve savaş çığlığım “bilimi bilimadamlanna
bırakın!” olabilirdi. Şüphesiz ben de bir zamanlar akılcıydım -fakat akılcı
nutukların sığlığını görmem ve tekrar Mach’a dönmeye karar vermem için
basit pratik bir örnek, Hamburg’da, 1965’ten önce (sanıyorum). Prof. von
Weizsackerin somut argümanları yetmişti.
Üzerimde olağanüstü etkisi olan yaşadığım ikinci bir şey daha vardı.
Bunu ilk kez tarif ettiğim biçimiyle buraya alıyorum (ÖBTB, s.118 vd.):
1964’te ve sonraki ydlarda, yeni eğitim politikaları sonucunda, üni-
versiteye MeksikalIlar, Zenciler, Kızılderililer de girmeye başladı. Bir
“eğitim” edinebilme umuduyla, bir miktar meraklı, bir miktar mağrur,
bir miktar da kafaları karışık, öyle oturup duruyorlardı. Peşinden
sürükleyecek insan arayan bir peygamber için ne bulunmaz bir fırsat!
Aklın yaygınlaştırılmasına ve insanlığın daha da gelişmesine katkıda
bulunmak için -akılcı dostlarım böyle diyorlardı- ne bulunmaz bir fırsat!
Ama ben çok farklı düşünüyordum. Zira anlıyordum ki o güne kadar az
çok yontulmuş dinleyicilerime an- Iatageldiğim o incelikli savlar ve
güzel öyküler, fikirleriyle kendi dışında kalan herkesi köleleştirmeyi
başarmış küçük bir grubun kendini beğenmiş düşlerinden,
düşüncelerinden başka bir şey olmayabilirdi. Ben kim oluyordum da bu
insanlara neyi nasıl düşünmeleri gerektiğini söylüyordum? Birçok
sorunları olduğunu bilsem de bu sorunların ne olduğunu bilmiyordum.
Öğrenmeye hevesli olduklarını bilsem de ilgi duydukları şeylerle,
duygularıyla, korkularıyla tanışıklığım yoktu. Felsefecilerin yıllar boyu
biriktirdikleri
ve liberallerin de yutulması kolay olsun diye dokunaklı sözlerle be-
zedikleri tatsız tuzsuz yutturmacalan, topraklan, kültürleri, onurları
yağmalanmış ve şimdi de kendilerini köleleştiren sözüm ona insanların
sözcülüğünü yapanların anemik fikirlerini sabırla özümsemek ve
ardından da tekrarlamak durumunda olan bu insanlara sunmak doğru
muydu? .Çevrelerindeki bu garip dünyayı bilmek istiyorlardı, öğrenmek
istiyorlardı, anlamak istiyorlardı -bu insaniann hakkı daha iyi bir gıda
değil miydi? Bunların ataları kendilerine aiî kültürler, renkli diller,
insanla insan ve insanla doğa arasındaki ilişki konusunda ahenkli
görüşler geliştirmişlerdi -bunların kalıntıları. Bati düşüncesindeki
ayrılma, çözümleme, ben-merkezcilik eğilimlerinin yaşayan birer
eleştirisidir... Dinleyicilerime baktıkça aklımdan geçen bu düşünceler,
yerine getirmek durumunda olduğum görevden tiksintiyle ve dehşetle
soğumama neden oldu. Zira bu görev -şimdi gayet iyi anlıyordum ki-
çok usta, çok hilekâr bir köle çalıştırıcısının göreviydi. Ben ise bir köle
çalıştırıcısı olmak istemiyordum.
Yapı olarak bu deneyim, fizikte yaşadığımın aynısıydı. Orda da, dört
başı mamur bir pratiğe müdahale etmek isteyen bir felsefenin yapmacık ve
küstah tavırlarını ta içimde hissetmiştim. Ancak arada bir fark vardı. Bilim,
kültürün yalnızca bir parçası olduğu ve tam bir yaşama kavuşmak için
başka öğelere de ihtiyaç duyduğu halde dinleyicilerimin ait olduğu
gelenekler işin başından itibaren tamamlanmış şeylerdi. O açıdan burdaki
müdahale çok daha ciddiydi ve ona karşı koymak için çok daha güçlü bir
direnç gerekiyordu. Böyle bir direnç kurmaya çalışarak bu yolda en-
telektüel çözümler üzerinde kafa yordum, demek ki başka insanlar için
çeşitli politikalar oluşturmanın ben ve benim gibilere ait olduğu
düşüncesini hâlâ veri kabul ediyordum. Şüphesiz Başkan Johnson ve
kalkınma yardımları tarafından dayatılan politikalardan çok daha iyi
politikalar oluşturmaktı niyetim, ama bunu yaparken yine de Johnson gibi,
yardım etmek istediğim insanların karar ve sorumluluğunu pek
önemsemiyor, onlara sanki kendilerini idare etme güçleri olmayan birileri
gözüyle ba- kıyordum. Öyle anlaşılıyor ki bu çelişkinin farkmdaydım ve bu
bi- linçdışı farkmdalık beni uzak ve ilgisiz bir davranış tarzına itiyor ve
“bir taraf olma”yı redde götürüyordu.
Bu yolda yaşadığım üçüncü bir olay daha var -nazik ama ka-
rarlı bir banş ve özgüven savaşçısı Grazia Borrini ile tanışmam. Grazia da
bçnim gibi fizik okumuş ve yine benim gibi bunu çok kısıtlayıcı bulmuştu.
Fakat ben daha geniş ve daha insani bir bakış açısına varmak için birtakım
soyutlamalarla uğraşıp dururken (“özgür toplum” düşüncesi gibi) o
düşünceleriyle (şu benirn kabızlık çeken söyleyiş tarzıma bir daha
dönecek olursak) “tarihsel gelenekler” içinde yer alıyordu. Bu gelenekler
hakkında
gerçekten
birçok şey biliyordum ve hattâ Grazia ile
karşılaşmadan önce onlar üzerine yazılar yazmıştım, ama bundan nasıl bir
sonuç çıktığını görmem için yine somut bir rastlaşma gerekiyormuş.
Grazia ayrıca bana ekonomik ve kültürel değişim/alışveriş sorunlarıyla
uğraşan değerli bilginler tarafından kaleme alınmış çeşitli kitap ve
incelemeler de verdi. Gerçek bir buluştu benim için. Şimdi ilk kez elimde,
bilimsel yaklaşımın sınırlan üzerine başvurmayı âdet edindiğim
örneklerden (astroloji, voodoo, biraz da tıp) çok daha iyi örnekler vardı.
İkincisi, çabalanırım boşa gitmediğini ve onları gerek kendimin gerekse
başkalanmn gözünde işe yarar hale getirmek için yalnızca küçük bir tutum
değişikliğinin yeteceğini fark ettim. Kitap yazarak insanlara yardım
edebilirdiniz.
Farklı kültürlerden, faaliyetlerine saygı duyduğum çeşitli
insanlann yazdığım kimi şeyleri okuduğunu ve memnunlukla karşıladığını
fark ettiğim zaman çok şaşırdım ve derinden sarsıldım. Ve sonunda öz-
kinizmi bir yana bırakıp, son ama iyi bir kitap yazmaya karar verdim,
Grazia için çünkü onu tanıyordum, çünkü karşımda gülümseyen bir yüz
olduğunda daha iyi yazıyordum (hatırlarsanız, YK’yi Lakatos’un anısıyla
birlikte yazmıştım) ve onun aracılığıyla açlığa, zulme, savaşlara rağmen
yaşamaya ve hayatlanna bir parça değer ve mutluluk kazandırmaya çalışan
tüm insanlar için. Böyle bir kitap yazmak istiyorsam şüphesiz, beni hâlâ o
soyut yaklaşıma bağlayan son zincirleri de koparmak zorundaydım ya da
tekrar o bildik sorumsuz söyleyiş tarzıma döner(s)ek, artık şöyle demek
zorunday(d)ım
A K L A V E D A
Der: John Keane
sivil
toplum ve devlet
Avrupa’da Yeni Yaklaşımlar
İnceleme I 438 sayfa
“Sivil Toplum” (erimi, Türkiye solunun gündemine ilk kez
1980'li yılların ortalarında girdi ama demokrasi ve siyaset konusunda anlamlı bir
tartışma yürütme imkânı olarak kullanılmadan bir kenara atıldı. Klasik anlamda
siyasetin tam bir kriz içine düştüğü günümüzde solun, kendine ait kavramları
böylesine cömertçe harcama alışkanlığı yüzünden geldiği yer, giderek arkaik ve
maıji- nal bir konuma sürüklenmesi ya da tamamen liberalleşerek kimliğini
yitirmesi oldu. Etkili bir sol siyaset üretilemedi, çünkü siyaset yapmanın başka bi-
çimleri, başka alanları tahayyül bile edilmedi. Kapitalizmle farklılaşarak “sahici
bir sol alternatif kimlikle” yaşama çabası içinde olunmadı. Bu anlamda, bugün
sosyalistlerin önündeki esas sorun "siyasetin yeniden tanımlanması” bizce. Üstelik
bu hâlâ mümkün: Bütün geleneksel literatürün taranıp eleştirilmesi, kavramların
yeni baştan içeriklendirilmesi koşuluyla...
Batı’da son dönemde “sivil toplum” teriminin canlanması etrafında “yurttaşlık”,
“kimlik”, “kamusal alan”, “demokrasi” ve “devlet” kavramları çok önemli
tartışmaların odak noktası haline geldi. John Keane’in
Demokrasi ve Sivil Toplum
adlı çalışmasına eşlik eden
Sivil Toplıun ve Devlet
bu tartışmaları bir arada sunan
en
kapsamlı
ve en
yeni
derleme. Medeniyet kavramının doğuşundan toplum
sözleşmesi anlayışının içerdiği ataerkil boyuta, Doğu Avrupa’daki totaliter rejim
ve muhaliflerinden refah devletinin bunalımına dek çok geniş bir konu yelpazesine
sahip. Yazılara bir ortak payda belirlemek gerekirse şu denilebilir: Yazarlar, “sivil
toplum”u, lehinde ya da aleyhinde tavır alınabilecek bir siyâset ölçütü olarak değil,
“sahici bir demokrasinin'
1
oluşturulabilmesi için şu ya da bu yönlerden eleştiri ve
düzeltme işlemlerine tabi tutulması gereken bir “müdahale alanı" olarak
görüyorlar. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden on altı kuramcı, sivil toplum
r
devlet
ayrımının kökenleri ve tarih içinde buna yüklenen anlamların değişmesinin yanı sı-
ra ayrımın günümüzde taşıdığı sosyolojik anlamı da tartışıyorlar. Ama daha
önemlisi totalitarizme karşı direnme, yeni muhafazakârlığın ve özelleştirme-
ciliğin yükselişi, yeni toplumsal hareketler, kapitalizm ve refah devletinin geleceği
gibi güncel gelişmeler karşısında sivil toplum kavrayışının sunabileceği siyasal
imkânlar üzerinde durarak pozitif öneriler getiriyorlar. Anti- politik politika,
kamusal-özcl alanlar arasındaki ayrımın yeniden çizilmesi, toplumsal
görünürlüğün arttırılması, her türlü gizli örgütün ilgası bu önerilerden birkaçı...
“Çevre", “katılım” gibi “Sivil Toplum” kavramının da sindirilmeden tüketilmeye
çalışıldığı ülkemizde “demokrasiyi derinleştirerek tanımlamak” git» bir kaygısı
olanlar için vazgeçilmez bir kitap...
Document Outline - AKLA VEDA
- ÖZELBİL
- İÇİNDEKİLER
- SUNUŞ
- I. GÖRECİLİK ÜZERİNE NOTLAR
- m. BİLGİ VE TEORİLERİN ROLÜ
- IV. YARATICILIK
- V FELSEFE, BÎLİM VE SANATLARDA İLERLEME
- VI. BİLGİNİN KOFLAŞTIRILMASI: POPPER’İN İNDİRİMLİ FELSEFE TURLARI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
- VII. MACH’IN ARAŞTIRMA TEORİSİ VE EINSTEIN’LA İLİŞKİSİ*
- Vni. ARİSTOTELES’İN KONTİNYUM VE MATEMATİK TEORİSİ ÜZERİNE BAZI GÖZLEMLER
- O- ©—— O
- IX. GALİLE VE DOĞRULUĞUN TÎRANLIĞ1
- X. PUTNAM’IN KIYASLANAMAZLIK ÜZERİNE DÜŞÜNCELERİ
- XI. KÜLTÜREL ÇOĞUL(CU)LUK MU YOKSA YENİ YAVUZ BİRÖRNEKLİK Mİ? •
- XH. AKLA VEDA
- sivil toplum ve devlet
- Avrupa’da Yeni Yaklaşımlar
Dostları ilə paylaş: |