Paul karl feyerabend 13 Ocak 1924'te Viyana'da doğdu. Avusturya asıllı abd'li filozof. Bilimsel gelişmenin ancak yeni kuramların eskilerini yadsımasıyla sağlanabileceğini ileri



Yüklə 8,94 Kb.
Pdf görüntüsü
səhifə135/135
tarix24.12.2017
ölçüsü8,94 Kb.
#17198
1   ...   127   128   129   130   131   132   133   134   135

tiyacı   olduğunu   açıkça   bildiklerine   inanmalarında,   kendi   zavallı
suretlerinden   yeni   insanlar   yaratma   yolundaki   amansız   gayretlerinde;
hastalarını,  iyice  gözünü  korkulup   elini  ayağım  tutmaz  hale  getirdikten
sonra, yüklü faturalar karşılığı kesip biçen kimi hekimlerimizin çocuksu
megalomanilerinde;   hayvanlara   sistematik   bir   şekilde   işkence   eden,
çektikleri   azabı   inceleyen   ve   zalimliklerinin   karşılığını   ödüllendirilerek
alan   birçok   sözüm   ona   araştırmacının   duygusuzluğunda   kendini
gösteriyor.
Benim   görebildiğim   kadarıyla  Auschwiiz’in  uşaklarıyla   bu   “insanlık
hizmetkârları” arasında hiçbir fark yoktur -her ikisi de insan hayatını özel
amaçlar uğruna kötüye kollanır. Sorun, manevi değerlerin giderek itibardan
düşmesi   ve   yerlerine   zaman   zaman   insancıllık   bile   denebilen   kaba   ama
“'bilimsel”   bir   maddeciliğin   almasıdır:   insan   (yani,   uzmanlar   tarafından
yetiştirilmiş insanlar) tüm sorunların üstesinden gelebilir -başka bir eyleyici
odağa   güvenmesine,   ordan   yardım   beklemesine   gerek   yoktur,   diyen   bir
maddecilik. Kendinden uzakta işlenmiş suçlara yanıp yakılan ama bizzat
kendi   mahallesindeki   suçlulara   övgüler   dizen   bir   adamı   nasıl   ciddiye
alabilirim?   Ve   gerçekliğin   her   zaman   en   müthiş   hayal   gücünün
çizebileceğinden daha' zengin olduğunu bile bile nasıl bir durum hakkında
uzaktan karar verebilirim?
Zulüm  ve  baskıya  karşı  kavganın  ön  saflarında  yer  almak   başka  bir
şeydir,   koltuğuna   kurulup   başını   sallayarak   İyi   ve   Kötü   hakkında   karar
vermek   başka.   İlkinde   düşmanınızı   görebilir,   koklayabilirsiniz   ve   tüm
varlığınız, sadece durumu şa- iraneleştirme yeteneğiniz değil, onu defetmek
için seferber olur. İkinci duruma gelince. Ellerini arkalarında kavuşturup
böyle kararlar verebilecek birçok arkadaşım var -hiç şüphe yok ki oldukça
gelişkin bir vicdan sahibiler. Öte yandan ben, mesafeyi ciddiye alarak, Kötü
nasıl Yaratılış’m bir parçasıysa Hayatın da bir parçasıdır, diyen farklı bir
görüşe saygı göstermek taraftarıyım. İnsan kötülüğe hoşgeldin demez -ama
çocukça   tepkilerle   de   yetinemez.   Kötüye   sınırlar   koyabiliriz   -ama   kendi
alanında yaşamasına izin vererek. Çünkü onun her şeye rağmen ne kadar iyi
içerdiğini kimse bilemez, çünkü son derece önemsiz de olsa iyi bir şeyin
varlık bulması ile son derece vahşice


işlenmiş   bir   suç   arasında   ne   ölçüde   bir   bağlantı   olduğunu   hiç   kimse
bilemez.
H. AKLA VEDA
Bu bölümde üzerinde durduğum eleştiriler nerden kaynaklanmıştı?
Ve ben niçin cevap verme gereği duydum?
İlk soruyu cevaplamak kolay.
Sekiz yıl kadar önce (1979)  Hans Peter  Duerr meşhur Suhr- kamp
Yaymevi’nin yazarları arasına katılmak üzere Almanya’ya davet edildi.
Yapması gereken başka işleri vardı, kabul etmedi. Fakat vicdanı rahat
etmedi  -Hans   Peter  için   dostça   bir   daveti   reddetmek   kolay   bir   şey
değildi. Bir insandaki vicdan rahatsızlığının kokusunu alma kabiliyeti
konusunda ancak yine kendine ait bir meziyetle, bu kabiliyeti kullanma
ustalığıyla boy ölçüştürülebile- cek Dr. Unseld, Suhrkamp Yayınevi’nin
bir   numaralı   yöneticisi,   Hans   Peter’in   ruh   halini   sezerek   onu   izzet
ikrama   boğdu.   Sonuç:  Hans   Peter  kendini   bir   Paul   Kari   Feyerabend
festivali hazırlama fikrine evet demek zorunda hissetti ve dört bir yana
mektuplar   göndermeye   başladı.   Mektupların   bazıları   hiç   açılmadan,
bazıları fikrin ne kadar yerinde .olduğu üzerine görüşlerle, bazıları ise
bildik zaman yokluğu özürüyle birlikte geri döndü -sadece birkaç insan
beni retorik çemberler içine alarak saplantılarımdan uzaklaştırma, övme
ya da lanetleme kararı aldı. Diyeceğim, bu girişim sonunda ortaya çıkan
derleme, varlığını benim “eserlerim”in değerine değil alkolün gücüne
borçludur.
İkinci   sorunun   cevabı   kat   be   kat   zor.   Birçok   insan   -bilimadamı,
sanatçı, hukukçu, politikacı, rahip- meslekleri ve hayatları arasında bir
aynm gözetmez. Eğer mesleklerinde başarılıysalar bunu varoluşlarının
doğrudan   bir   olumlanması   sayarlar.   Başarısızsalar,   insan   olarak   da
başarısız olduklarını düşünürler; arkadaşlarına, çocuklarına, karılarına,
aşıklarına,   köpeklerine  ne kadar  neşe  vermiş   olduklarının  bir önemi
yoktur. Kitaplar yazıyorlarsa, diyelim romanlar, şiir derlemeleri ya da
felsefi   incelemeler,   bu   kitaplar   tam   da   onların   gerçek   özünden   inşa
edilmiş   bir   yapının   bir   parçası   haline   gelirler.  Schopenhauer,  “Ben
kimim?” diye soruyor ve şöyle


cevaplandırıyordu,  “Ben  
İrade   ve   Tasarım   Olarak   Dünya
'yı  yazmış   ve   o
büyük varlık sorununa çözüm getirmiş insanım.” Anne- babalar, erkek ve
kız  kardeşler,  kocalar,  metresler,   papağanlar   (İngiliz  okur  için   muhabbet
kuşları), hattâ yazarın en mahrem duygulan, düşleri, korkulan, beklentileri
ancak bu yapıya göre bir anlam kazanır, ona göre bir tanım bulur: karı,
hımm, yernek yapmasını, temizlik işlerini, çamaşır yıkamasını ve yazmak
için gereken ortamı yaratmasını bilir; arkadaşlar, hımm, çalıştığı sıralar şu
yoksul delikanlıya anlayış gösterir ve desteklerini esirgemezler, ona borç
verirler,   doğuracağı   olağanüstü   şeyleri   dünyaya   getirmesi   için   ona   canla
başla yardım ederler, vesaire, vesaire. Yaygın bir tutumdur bu. Hemen tüm
biyografi ve otobiyografilerin temel güzergâhını oluşturur. Gerçekten büyük
düşünürler   arasında   rastlandığı   da   olur   (Sokrates   ölümünden   birkaç   saat
önce,   çok   sevdiği   öğrencileriyle   mühim   mevzular   üzerinde   sohbet
edebilmek için karısını ve çocuklarını başından savar: 
Phaedo
 60a7. Claire
Goll, 
leh verzeihe keinem
 [Münih 1980] isimli otobiyografisinde sanatçılar
arasındaki buna paralel bir tutumu kendine has üslûbuyla, büyük bir nefretle
anlatır)   fakat   günümüz   akademik   kemirgenleri   arasında   son   derece
yaygındır.
Bu tutum bana garip ve anlaşılmaz gelir, biraz da uğursuz bir koku
alınm.  Doğrusu, bir zamanlar  uzaktan bana da çok cazip  gelmişti;  onun
üssü olan kalelere girmeyi, çok bilmiş şövalyelerin tüm dünya ölçeğinde
başlattığı aydınlanma savaşlarına katılmayı hayal etmiştim. Fakat zamanla
konunun daha vasat yönleri dikkatimi çekti: şövalyeler -profesörler- onlara
para   veren   ve   ne   yapmaları   gerektiğini   söyleyen   efendilerine   hizmet
ediyorlardı: herkes için bir uyum ve mutluluk peşinde koşan özgür kafalar
değil,   birer   memurdular   (o   şahane   Almanca   sözcükle,  
Denkbeamte)
  ve
düzen manileri aklı başında bir araştırmanın ya da insanlığa duydukları bir
yakınlığın ürünü değil mesleki bir hastalıktı. Onun için çalıştığım yerlerde
elimden   gelen   çok   az   şey   karşılığı   aldığım   dolgun   ücretlerden   son
meteliğine   kadar   nimetlenirken,   bahsettiğim   hastalıkla   derslerime   devam
eden   yoksul   insanları   (ve  Berkeley  Üniversitesinde   köpekleri,   kedileri,
rakunları, hattâ zaman  zaman  bir eşeği) gözetmeye özen gösterdim. Her
şeyden   önce,   diyordum   kendi   kendime,   bu   insanlara   karşı   belli   bir
sorumluluğum var, on-


ların   güvenini  kötüye   kullanmamalıyım.   Onlara   hikâyeler   anlattım   ve
doğal dikbaşlılıklarmı bilemeye çalıştım, çünkü, öyle inanıyordum ki,
yüz yüze gelmekte oldukları ideolojik sokak şarkıcılarına karşı en iyi
savunma buydu:  
en  iyi  eğitim,  insanları  eğitimin  sistematik çabalarına
karşı bağışık hale getirmekten ibaretti.  
Fakat bu samimi düşünceler bile
mesleğimle   aramda   yakın   bir   bağ   oluşmasına   yetmedi.   Bir   gün
Berkeley’de,   birgün   Londra   ya   da   Berlin’de,   ya   da   ücretimi   gerçek
İsviçre Frangıyla aldığım Zürih’te, üniversite hayatına kapılmış giderken
sık   sık,   “onlardan   biri”   olduğum   düşüncesiyle   irkildim.   “Bir
profesörüm”, diyordum kendi kendime, “imkansız -nasıl oldu bu?”
Sözüm   ona   “fikirlerim”   konusunda   da   tutumum   tıpatıp   aynıydı.
Arkadaşlarımla   din,   sanat,   siyaset,   seks,   cinayet,   tiyatro,   kuantum
fiziğinde ölçme ve daha bunun gibi bir sürü şey üzerinde tartışmak hep
hoşuma gitmiştir. Tartışmalarda birgün başka, diğer gün daha başka bir
yaklaşımı   savunuyordum:   yaklaşımlarımı   -hattâ   hayatımın   şeklini-
değiştirip duruyordum, kısmen can sıkıntısından kurtulmak için, kısmen
(Kari Popper’in bir defasmda üzüntüyle belirttiği gibi) bir bay muhalefet
olduğumdan, kısmen de giderek daha fazla, en aptalca ve en gayri-insani
bir görüşün bile bir değeri olduğu ve kaygısızca savunulmayı hak ettiği
kanaatine varmamdan. Belli bir tez  öne sürerek  başlayan  hemen  tüm
yazılı, ...peki öyle diyelim, “eserlerim” bu tür tartışmalardan doğmuştur
ve   tartışmaya   katılan   tarafların   etkileriyle   biçimlenmiştir.   Bir   ara
kendime has düşüncelerim olduğu inancına kapıldım -kim zaman zaman
bu   tür   yanılsamaların   kurbanı   olmaz   ki-   fakat   hiçbir   zaman   bu
düşünceleri beni ben yapan vazgeçilmez şeyler olarak görmek gibi bir
kuruntuya   saplanmayacaktım.   Ben,   diyordum   konu   hakkında
düşündüğümde,   ortaya   koyduğum   en   yüce   buluştanken   derinden
hissettiğim ve tüm varlığımı kucaklayan bir inançtan bile çok daha başka
bir şeyim ve bu tür buluş ve inançların üstümde egemenlik kurmasına ve
beni   sadık   hizmetçisi  haline  getirmesine   asla   izin   vermemeliyim.   Bir
“taraf’ da olabilirdim (pratik ve hattâ bu püriten çağrışımlı sözcük beni
bundan caydırmasına rağmen), fakat böyle bir durumda bunun nedeni
“vicdan” ya da başka türden bir saçmalık değil, gelip geçici bir heves
olacaktı.
“Taraf’ olmaya gönülsüzlüğümün ardında yatan başka bir


neden daha olduğunu ancak çok yatan bir zamanda keşfedebildim." YK’yı
kısmen  Lakatos’a   takılmak   (o   da  bir   cevap   yazmayı   düşünüyordu   fakat
ömrü elvermedi), kısmen de felsefi adaletin hükmüne karşı bilimsel pratiği
savunmak için yazdım. On beş yaşlarında  Ernst Mach’ı yutmuş ve fizikte
Hans   Thirring   ve  Felix  Ehrenhaft'm   öğrencisi   olmuş   birisi   olarak,   bi-
limadamlanmn   çalışmalarının   kendi   kendine   yettiğini,   ayrıca   dışardan
herhangi   bir   meşrulaştırmaya   ihtiyacı   olmadığını   fazla   düşünmeden
benimsemiştim.   O   karmaşık   bilimsel   araştırma   sürecini   hiç   yaşamadığı
halde,   onun   ne   üzerinde   döndüğünü,   nasıl   daha   ileri   götürülebileceğini
bildiğini iddiaya kalkışan birtakım insanlar asabımı bozuyordu. Sanıyorum
bir   tür   bilimsel   libenerdim   ve   savaş   çığlığım   “bilimi   bilimadamlanna
bırakın!” olabilirdi. Şüphesiz ben de bir zamanlar akılcıydım -fakat akılcı
nutukların sığlığını görmem ve tekrar Mach’a dönmeye karar vermem için
basit pratik bir örnek, Hamburg’da, 1965’ten önce (sanıyorum).  Prof. von
Weizsackerin somut argümanları yetmişti.
Üzerimde  olağanüstü etkisi olan yaşadığım  ikinci bir şey daha vardı.
Bunu ilk kez tarif ettiğim biçimiyle buraya alıyorum (ÖBTB, s.118 vd.):
1964’te   ve   sonraki   ydlarda,   yeni   eğitim   politikaları   sonucunda,   üni-
versiteye MeksikalIlar, Zenciler, Kızılderililer de girmeye başladı. Bir
“eğitim” edinebilme umuduyla, bir miktar meraklı, bir miktar mağrur,
bir   miktar   da   kafaları   karışık,   öyle   oturup   duruyorlardı.   Peşinden
sürükleyecek insan arayan bir peygamber için ne bulunmaz bir fırsat!
Aklın   yaygınlaştırılmasına   ve   insanlığın   daha   da   gelişmesine   katkıda
bulunmak için -akılcı dostlarım böyle diyorlardı- ne bulunmaz bir fırsat!
Ama ben çok farklı düşünüyordum. Zira anlıyordum ki o güne kadar az
çok   yontulmuş   dinleyicilerime   an-   Iatageldiğim   o   incelikli   savlar   ve
güzel   öyküler,   fikirleriyle   kendi   dışında   kalan   herkesi   köleleştirmeyi
başarmış   küçük   bir   grubun   kendini   beğenmiş   düşlerinden,
düşüncelerinden başka bir şey olmayabilirdi. Ben kim oluyordum da bu
insanlara   neyi   nasıl   düşünmeleri   gerektiğini   söylüyordum?   Birçok
sorunları olduğunu bilsem de bu sorunların ne olduğunu bilmiyordum.
Öğrenmeye   hevesli   olduklarını   bilsem   de   ilgi   duydukları   şeylerle,
duygularıyla, korkularıyla tanışıklığım yoktu. Felsefecilerin yıllar boyu
biriktirdikleri


ve   liberallerin   de   yutulması   kolay   olsun   diye   dokunaklı   sözlerle   be-
zedikleri   tatsız   tuzsuz   yutturmacalan,   topraklan,   kültürleri,   onurları
yağmalanmış ve şimdi de kendilerini köleleştiren sözüm ona insanların
sözcülüğünü   yapanların   anemik   fikirlerini   sabırla   özümsemek   ve
ardından da tekrarlamak durumunda olan bu insanlara sunmak doğru
muydu? .Çevrelerindeki bu garip dünyayı bilmek istiyorlardı, öğrenmek
istiyorlardı, anlamak istiyorlardı -bu insaniann hakkı daha iyi bir gıda
değil   miydi?   Bunların   ataları   kendilerine   aiî   kültürler,   renkli   diller,
insanla   insan   ve   insanla   doğa   arasındaki   ilişki   konusunda   ahenkli
görüşler   geliştirmişlerdi   -bunların   kalıntıları.   Bati   düşüncesindeki
ayrılma,   çözümleme,   ben-merkezcilik   eğilimlerinin   yaşayan   birer
eleştirisidir... Dinleyicilerime baktıkça aklımdan geçen bu düşünceler,
yerine getirmek durumunda olduğum görevden tiksintiyle ve dehşetle
soğumama neden oldu. Zira bu görev -şimdi gayet iyi anlıyordum ki-
çok usta, çok hilekâr bir köle çalıştırıcısının göreviydi. Ben ise bir köle
çalıştırıcısı olmak istemiyordum.
Yapı olarak bu deneyim, fizikte yaşadığımın aynısıydı. Orda da, dört
başı mamur bir pratiğe müdahale etmek isteyen bir felsefenin yapmacık ve
küstah tavırlarını ta içimde hissetmiştim. Ancak arada bir fark vardı. Bilim,
kültürün   yalnızca   bir   parçası   olduğu   ve   tam   bir   yaşama   kavuşmak   için
başka   öğelere   de   ihtiyaç   duyduğu   halde   dinleyicilerimin   ait   olduğu
gelenekler işin başından itibaren tamamlanmış şeylerdi. O açıdan burdaki
müdahale çok daha ciddiydi ve ona karşı koymak için çok daha güçlü bir
direnç   gerekiyordu.   Böyle   bir   direnç   kurmaya   çalışarak   bu   yolda   en-
telektüel   çözümler   üzerinde   kafa   yordum,   demek   ki  başka   insanlar   için
çeşitli   politikalar   oluşturmanın   ben   ve   benim   gibilere   ait   olduğu
düşüncesini   hâlâ   veri   kabul   ediyordum.   Şüphesiz   Başkan   Johnson   ve
kalkınma   yardımları   tarafından   dayatılan   politikalardan   çok   daha   iyi
politikalar oluşturmaktı niyetim, ama bunu yaparken yine de Johnson gibi,
yardım   etmek   istediğim   insanların   karar   ve   sorumluluğunu   pek
önemsemiyor, onlara sanki kendilerini idare etme güçleri olmayan birileri
gözüyle ba- kıyordum. Öyle anlaşılıyor ki bu çelişkinin farkmdaydım ve bu
bi- linçdışı farkmdalık beni uzak ve ilgisiz bir davranış tarzına itiyor ve
“bir taraf olma”yı redde götürüyordu.
Bu yolda yaşadığım üçüncü bir olay daha var -nazik ama ka-


rarlı bir banş ve özgüven savaşçısı Grazia Borrini ile tanışmam. Grazia da
bçnim gibi fizik okumuş ve yine benim gibi bunu çok kısıtlayıcı bulmuştu.
Fakat ben daha geniş ve daha insani bir bakış açısına varmak için birtakım
soyutlamalarla   uğraşıp   dururken   (“özgür   toplum”   düşüncesi   gibi)   o
düşünceleriyle   (şu   benirn   kabızlık   çeken   söyleyiş   tarzıma   bir   daha
dönecek olursak) “tarihsel gelenekler” içinde yer alıyordu. Bu gelenekler
hakkında  
gerçekten  
birçok   şey   biliyordum   ve   hattâ   Grazia   ile
karşılaşmadan önce onlar üzerine yazılar yazmıştım, ama bundan nasıl bir
sonuç   çıktığını   görmem   için   yine   somut   bir   rastlaşma   gerekiyormuş.
Grazia   ayrıca   bana   ekonomik   ve   kültürel   değişim/alışveriş   sorunlarıyla
uğraşan   değerli   bilginler   tarafından   kaleme   alınmış   çeşitli   kitap   ve
incelemeler de verdi. Gerçek bir buluştu benim için. Şimdi ilk kez elimde,
bilimsel   yaklaşımın   sınırlan   üzerine   başvurmayı   âdet   edindiğim
örneklerden (astroloji,  voodoo,  biraz da tıp) çok daha iyi örnekler vardı.
İkincisi, çabalanırım boşa gitmediğini ve onları gerek kendimin gerekse
başkalanmn gözünde işe yarar hale getirmek için yalnızca küçük bir tutum
değişikliğinin   yeteceğini   fark   ettim.   Kitap   yazarak   insanlara   yardım
edebilirdiniz.
  Farklı   kültürlerden,   faaliyetlerine   saygı   duyduğum   çeşitli
insanlann yazdığım kimi şeyleri okuduğunu ve memnunlukla karşıladığını
fark ettiğim zaman çok şaşırdım ve derinden sarsıldım. Ve sonunda öz-
kinizmi bir yana bırakıp, son ama iyi bir kitap yazmaya karar verdim,
Grazia için çünkü onu tanıyordum, çünkü karşımda gülümseyen bir yüz
olduğunda daha iyi yazıyordum (hatırlarsanız, YK’yi Lakatos’un anısıyla
birlikte yazmıştım) ve onun aracılığıyla açlığa, zulme, savaşlara rağmen
yaşamaya ve hayatlanna bir parça değer ve mutluluk kazandırmaya çalışan
tüm insanlar için. Böyle bir kitap yazmak istiyorsam şüphesiz, beni hâlâ o
soyut yaklaşıma bağlayan son zincirleri de koparmak zorundaydım ya da
tekrar o bildik sorumsuz söyleyiş tarzıma döner(s)ek, artık şöyle demek
zorunday(d)ım
A K L A   V E D A


Der: John Keane
sivil
 toplum ve devlet
Avrupa’da Yeni Yaklaşımlar
İnceleme I 438 sayfa 
“Sivil Toplum” (erimi, Türkiye solunun gündemine ilk kez
1980'li yılların ortalarında girdi ama demokrasi ve siyaset konusunda anlamlı bir
tartışma yürütme imkânı olarak kullanılmadan bir kenara atıldı. Klasik anlamda
siyasetin tam bir kriz içine düştüğü günümüzde solun, kendine ait kavramları
böylesine cömertçe harcama alışkanlığı yüzünden geldiği yer, giderek arkaik ve
maıji- nal bir konuma sürüklenmesi ya da tamamen liberalleşerek kimliğini
yitirmesi oldu. Etkili bir sol siyaset üretilemedi, çünkü siyaset yapmanın başka bi-
çimleri, başka alanları tahayyül bile edilmedi. Kapitalizmle farklılaşarak “sahici
bir sol alternatif kimlikle” yaşama çabası içinde olunmadı. Bu anlamda, bugün
sosyalistlerin önündeki esas sorun "siyasetin yeniden tanımlanması” bizce. Üstelik
bu hâlâ mümkün: Bütün geleneksel literatürün taranıp eleştirilmesi, kavramların
yeni baştan içeriklendirilmesi koşuluyla...
Batı’da son dönemde “sivil toplum” teriminin canlanması etrafında “yurttaşlık”,
“kimlik”, “kamusal alan”, “demokrasi” ve “devlet” kavramları çok önemli
tartışmaların odak noktası haline geldi. John Keane’in 
Demokrasi ve Sivil Toplum
adlı çalışmasına eşlik eden 
Sivil Toplıun ve Devlet
 bu tartışmaları bir arada sunan
en 
kapsamlı
 ve en 
yeni
 derleme. Medeniyet kavramının doğuşundan toplum
sözleşmesi anlayışının içerdiği ataerkil boyuta, Doğu Avrupa’daki totaliter rejim
ve muhaliflerinden refah devletinin bunalımına dek çok geniş bir konu yelpazesine
sahip. Yazılara bir ortak payda belirlemek gerekirse şu denilebilir: Yazarlar, “sivil
toplum”u, lehinde ya da aleyhinde tavır alınabilecek bir siyâset ölçütü olarak değil,
“sahici bir demokrasinin'
1
 oluşturulabilmesi için şu ya da bu yönlerden eleştiri ve
düzeltme işlemlerine tabi tutulması gereken bir “müdahale alanı" olarak
görüyorlar. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden on altı kuramcı, sivil toplum
r
devlet
ayrımının kökenleri ve tarih içinde buna yüklenen anlamların değişmesinin yanı sı-
ra ayrımın günümüzde taşıdığı sosyolojik anlamı da tartışıyorlar. Ama daha
önemlisi totalitarizme karşı direnme, yeni muhafazakârlığın ve özelleştirme-
ciliğin yükselişi, yeni toplumsal hareketler, kapitalizm ve refah devletinin geleceği
gibi güncel gelişmeler karşısında sivil toplum kavrayışının sunabileceği siyasal
imkânlar üzerinde durarak pozitif öneriler getiriyorlar. Anti- politik politika,
kamusal-özcl alanlar arasındaki ayrımın yeniden çizilmesi, toplumsal
görünürlüğün arttırılması, her türlü gizli örgütün ilgası bu önerilerden birkaçı...
“Çevre", “katılım” gibi “Sivil Toplum” kavramının da sindirilmeden tüketilmeye
çalışıldığı ülkemizde “demokrasiyi derinleştirerek tanımlamak” git» bir kaygısı
olanlar için vazgeçilmez bir kitap...

Document Outline

  • AKLA VEDA
  • ÖZELBİL
  • İÇİNDEKİLER
    • SUNUŞ
      • I. GÖRECİLİK ÜZERİNE NOTLAR
    • m. BİLGİ VE TEORİLERİN ROLÜ
    • IV. YARATICILIK
  • V FELSEFE, BÎLİM VE SANATLARDA İLERLEME
    • VI. BİLGİNİN KOFLAŞTIRILMASI: POPPER’İN İNDİRİMLİ FELSEFE TURLARI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
    • VII. MACH’IN ARAŞTIRMA TEORİSİ VE EINSTEIN’LA İLİŞKİSİ*
    • Vni. ARİSTOTELES’İN KONTİNYUM VE MATEMATİK TEORİSİ ÜZERİNE BAZI GÖZLEMLER
    • O- ©—— O
      • IX. GALİLE VE DOĞRULUĞUN TÎRANLIĞ1
        • X. PUTNAM’IN KIYASLANAMAZLIK ÜZERİNE DÜŞÜNCELERİ
      • XI. KÜLTÜREL ÇOĞUL(CU)LUK MU YOKSA YENİ YAVUZ BİRÖRNEKLİK Mİ? •
    • XH. AKLA VEDA
      • A. DÖKÜM
  • sivil toplum ve devlet
    • Avrupa’da Yeni Yaklaşımlar

Yüklə 8,94 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   127   128   129   130   131   132   133   134   135




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə