göremez. (Örneğin Filipinler’de Mindorolar ya da Pigmeler eşit haklar
sizde kalsın, bizi kendi halimize bırakın yeter diyeceklerdir.)
Anlaşmazlıklarla “eğitim” yoluyla değil, bir polis gücüyle
uğraşılmalıdır. Margherita von Brentano bu teklifi, yurttaşların yalnızca
konuşabileceğini ve belki de yazabileceğini ima eden ama eylemlerine
ciddi ölçüde kısıtlar koyan bir teklif olarak yorumluyor. Diğer
eleştirmenler çaresizlik içinde ellerini iki yana açmışlar: polis ha! -ve
liberaller ve Marksistler, al birini vur ötekine, altlarına kaçırmak üzere.
Burda yine açıkça yukarda bahsettiğim yanlışı buluruz. Çünkü polis,
yurttaşları ittirip kaktıran dış bir güç odağı değildir; yurttaşlar tarafından
gündeme getirilir, yurttaşlardan oluşur ve yurttaşların hizmetindedir
(krş. Siyah Müslümanların korumaları üzerine görüşlerim, EFM, s. 162,
s.297). Yurttaşlar düşünmekle yetinmez, muhitlerindeki her şey
hakkında karar verirler. Ben sadece bir davranışı dış kısıtlamalarla
-böylesi kısıtlamalar, elverişli olmadıkları anlaşılınca kolayca kal-
dırılabilirler- düzene sokmanın aynı işi ruhları ıslah ederek yapmaktan
daha insanca olduğunu söyledim. Sonunda herkesin içine İyi’yi
yerleştirmeyi başardığımızı bir düşünün -o zaman Kötü kartım
oynayabilir miydik hiç?
G. İYİ VE KÖTÜ
Bu hatırlatmayla birlikte birçok okuyucuyu öfkelendirmiş, birçok
arkadaşımı hayal kırıklığına uğratmış bir konuya geldik -olabilecek en
uç bir faşizmin bile mahkum edilmesini reddetmiş ve yaşamasına izin
verilmesini önermiştim. Şimdi bir nokta açığa kavuşmuş olmalı: faşizm
benim tarzım değil (krş. EFM, 156: “aşın hassas duygusal bir yapıda ve
neredeyse içgüdüsel olarak ‘insanlık aşkıyla hareket etme* hevesinde
olmama rağmen”). Sorun
bu
değil, sorun benim tutumumun
pratik
değeridir,
bu tutum benim ardından gittiğim ve başkalannda görmekten
memnunluk duyduğum bir heves mi; yoksa onun bana faşizmle, sırf
benim hoşuma gitmiyor
olmasından dolayı değil,
doğası itibarıyla kötü
olmasından dolayı mücadele etme hakkı kazandıran “nesnel bir
çekirdeği” mi var? Cevap veriyorum: taşıdığımız bir hevestir
-hepsi bu. Tüm diğer hevesler gibi bu heves de bir sürü martavalla
kuşatılmış ve üzerinde koca koca felsefi sistemler inşa edilmiştir.
Bunlardan bazıları izlenmesi, korunması gereken nesnel ödevlerden ve
nesnel niteliklerden bahseder. Benim sorunumsa yarattığımız bu laf
kalabalığına haddini bildirmek değil ona nasıl bir anlam
verebileceğimizdir. Ve böyle bir arayış sonucunda bulabildiğim tüm
şey, Önümüze farklı değer kümeleri koyan farklı sistemler artı onlar
arasında bir karara varmamızı sağlayan heveslerimiz, o kadar (ÖBTB,
1. Bölüm). îki heves karşı karşıya gelmişse güçlü olan kazanır, yani
bugün ve Batı için konuşursak: daha büyük bankalar, daha kalın
kitaplar, daha tavizsiz eğitimciler, daha büyük silahlar. İşte tam da bu
noktada ve yine Batı’da büyüklük bilimsel olarak azdırılmış ve
cengâver (nükleer silahlar!) bir insancıllıktan yana tercih kullanmış
görünüyor -ve onun içindir ki mesele bu aşamada geçici bir durgunluğa
kavuştu.
Aklıma gelmişken bu, engizisyon üyesi Remigius’un hayatından
çıkardığım derslerden biriydi. Margherita von Brentano - Remigius’a
atıfta bulunduğumdan bahisle-, benim yana yakıla cadılığın ve cadıların
maruz bırakıldığı işkence ve eziyetlerin tekrar geri getirilmesini
istediğimi sanmadığını söyleyerek incelik göstermiş. Şüphesiz niyetim
bu değil. Ne de bu tür işkenceler karşısında sessiz kalacağımı
düşünüyorum. Fakat bunu, bu iş benim hoşuma gitmiyor diyerek
yapardım, kalkıp bunun doğası itibarıyla kötü olduğunu ya da gerici bir
dünya görüşüne dayandığını söylemezdim. Doğası itibarıyla kötü ya da
gerici dünya görüşü gibi ifadeler en iyi niyetler ve en zeki argümanlarla
desteklenebilecek açıklamaları bile nefessiz bırakır. Kullanana hiç de
sahip olmadığı bir otorite verir. Topu topu kendi kişisel fikirlerini açık-
layan bir insanı melekler safına yerleştirir. Önümüzdeki her zamanki
gibi sadece bir fikir, üstelik çok kötü savunulan bir fikir olduğu halde,
hakikat onun yoldaşıymış gibi görünür. Atomlara, yerin hareketine,
esire karşı bir sürü argüman ileri sürülmüştür -ama her şeye rağmen
hepsi de yeniden sahneye çıkmıştır.
Tan
rının varlığı, Şeytan, cennet ve
cehennem gibi meselelere hücum ederken hiçbir zaman azıcık iler tutar
gerekçeler kullanılmamıştır- Onun için eğer Remigius’u ve döneminin
ruhunu ortadan kaldırmak istiyorsam şüphesiz bu yolda çaba
gösterebilirim,
ancak
şunu baştan kabul etmeliyim ki bu yolda başvurabileceğim yegâne
araçlar retoriğin ve kendi haklılığıma olan inancımın gücüdür. Yok,
yalnızca “nesnel” nedenleri kabul ediyorsam o zaman durum beni daha
hoşgörülü olmaya zorlar, çünkü tartıştığımız örneğin bu tür gerekçeler
açısından diğerlerinden hiçbir aşağı kalır yanı yok (ÖBTB, 1. ve 2.
Bölüm; EFM, 3. Bölüm).
Remigius, Tanrıya inanıyordu, ölümden sonra dirilişe, cehenneme
ve cehennem azabına inanıyordu ve cadıların çocuklarının yakılmaması
halinde cehennemlik olduklarına inanıyordu. Üstelik inanmaktan da
öte, bu konuda argümanlar verebiliyordu. Tabii, bizim tartıştığımız gibi
tartışmayacaktır ve kanıtları da (İncil, İlk Azizler, Kilise Meclislerinin
kararları, vs) bizimkilerden farklı yapıda olacaktır. Fakal bu onun dü-
şüncelerinin bir esası olmadığı anlamına gelmez. Hangi nedenle
kendimizi
ona karşı çıkmak zorunda hissediyoruz? Bilimsel bir
yöntemin bulunduğu ve bilimin başarılı olduğu inancı nedeniyle mi?
Bu inancın birinci kısmı yanlıştır (krş. yukarda Kesim B); ikinci kısmı
doğrudur fakat gerek geçmişte gerekse bugün birçok başarısızlığın da
bulunduğunu ve başarıların burdaki konumuzla pek az bağlantısı olan
dar bir alanda meydana geldiğini eklemek şartıyla (örneğin ruha bu
başarı tablosunda hiç rastlanmaz). Bu alanın dışında kalan şeyler,
örneğin cehennem düşüncesi, asla
incelenmemiştir,
nasıl antik çağın
bilimsel başarıları ilk Hı- ristiyanlar tarafından gözden kaybedildiyse
öyle
gözden kaybedilmiştir.
Kendi düşünce çerçevesi dahilinde Remigius sorumlu ve akılcı bir
insan gibi davranmıştır ve şükranla anılmalıdır, en azından akılcılar
nezdinde. Savunduğu görüşler midemizi bulandırıyor ve ona hak ettiği
değeri veremiyorsak, şunu kafamıza sokmalıyız ki mide bulantımızı
destekleyecek hiçbir, ama hiçbir “nesnel” argüman yoktur. Şüphesiz
ahlâki aryalar çekebiliriz, hattâ incelikle bir araya getirilmiş bu tür
aryalardan bir opera bile besteleyebiliriz -ama tüm bu gürültü patırtıdan
Remigius ile aramızdaki açıklığa bir köprü kuramayız, akima hitap
ederek onu bizim tarafa geçmeye ikna edemeyiz. Çünkü o da
kendi
aklını kullanmaktadır, farklı bir amaçla, farklı kurallara göre ve farklı
kanıtlar temelinde, o kadar. Hiçbir çıkış yok:
Remigius’un tuttuğu
Dostları ilə paylaş: |