biriyle ilgili girişimlerinde rehberlik edebilir. Bunu açıklamak için
işe biraz tarihsel arkaplan vererek başlayacağım.
Farklı gruplar arasındaki yakın işbirliğine dayalı toplumların
çoğunda özel bilgiler ve özel becerilerle donanmış uzmanlar vardır.
Öyle anlaşılıyor ki avcılar ve toplayıcılar hayatlarını idame ettirmek
için gereken tüm bilgi ve becerilere sahiptiler. Geniş ölçekli avcılık
ve tarım zamanla işbölümüne ve daha sıkı toplumsal kontrol
biçimlerine yol açtı. Uzmanlar bu gelişme sonucunda ortaya çıkmış
olmalılar: Homeros’un kahramanları savaş sanatında uzmandılar;
Agamemnon gibi krallar ayrıca farklı kabileleri tek bir amaç
etrafında toplamayı da biliyor; hekimler bedenleri sağaltıyor,
kâhinler işaretleri yorumluyor ve kehanette bulunuyorlardı.
Uzmanların toplumsal konumu her zaman yaptıkları hizmetin
önemine denk düşmüyordu. Savaşçılar toplumun tehlike anında
vazifeye çağrılan ama barış dönemlerinde özel bir etkileri olmayan
hizmetkârları da olabilirler; toplumu kendi savaşçı ideolojilerine
göre biçimlendiren efendileri de. Bilimadamlarının bir zamanlar bir
tesisatçı kadar bile hükmü yoktu; bugün toplumun büyük bir kesimi
olup bitenler konusunda onların gözüne bakıyor, onların görüşlerini
yansıtıyor. Uzmanlar Mısır’da, Sümer, Babil ve Asur
İmparatorluklarında, Hititler, Hurriler, Fenikeliler ve Yakın
Doğu’da yaşamış diğer kadim halklar arasında doğal karşılanırdı.
Yıllar sonra ortaya çıkarılmış Taş Devri matematiği ve
astronomisinden bize kalan göz kamaştırıcı şeylerin gösterdiği gibi,
Taş Devri’nde önemli bir rol üstlenmişlerdi. Uzman bilgisinin
getirdiği sorunlara dair bilinen en eski tartışma MÖ 5. ve
4. yüzyıllarda Yunanistan’da sofistler arasında ve sonraları Platon
ve Aristoteles’te geçer.
Bu tartışma konu çevresindeki modern sorun ve yaklaşımların
çoğunu haber verir. Ortaya koyduğu düşünceler basit ve dobra
dobradır; modern entelektüel tartışmalarda görülen gereksiz teknik
ayrıntılarla tıknefes edilmemiştir. Hepiminiz bu yaşlı dü-
şünürlerden, onların argüman ve görüşlerinden öğreneceği bir-
şeyler var.
Tartışma tıp ve denizcilik gibi özel alanlardaki otorite sorununa
da takılıp kalmaz; iyi bir hayat ve âdil bir yönetim biçimi
konusundaki soruşturmaları kapsayacak şekilde genişler: site ör-
neğin kral gibi geleneksel bir otorite tarafından mı yönetilmelidir,
siyasi uzmanlardan oluşmuş bir kurul tarafından mı? Yoksa yönetim
herkesin sorunu mu olmalıdır?
İki görüş belirir.
Birinci görüşe
göre uzman önemli bilgiler üreten
ve önemli becerileri olan bir kimseydi. Onun bilgi ve becerileri uzman
olmayan kimseler tarafından tartışma konusu yapılmamalı ya da
değiştirilmemeliydi. Bu bilgi ve beceriler, toplum tarafından tam
olarak uzmanların önerdiği biçimlerde devralmmalıydı. Başrahip, kral,
mimar ve hekimlerin yaptıkları işi zaman zaman böyle algıladıkları
olmuştur -ve onların içinde faaliyet yürüttüğü bazı toplumların da.
Ama Yunanistan’da (MÖ 5. yüzyıl, Atina) bu görüş alay konusuydu.
30
ikinci görüşün
temsilcileri uzmanların sonuç çıkarma sürecinde
çoğu kez ufuklarını kısıtladığını söylüyordu. Tüm görüngüler yerine
yalnızca belirli alanlardaki görüngüleri alıyor, hattâ onların da tüm
veçhelerini değil, zaman zaman oldukça dar- laşabilen kendi ilgi ve
çıkarlarıyla ilintili yönlerini inceliyorlardı. O yüzden uzmanlık
sınırlarının ötesine geçen başka incelemeler yapılmadan uzmanların
düşüncelerim “doğru” ya da “gerçek” -son nokta- kabul etmek
budalalıktı. Ve uzmanların mesleki amaçlarıyla toplumun amaçları
arasında bir anlaşmazlık olup olmadığını araştırmadan söz konusu
düşünceleri toplumda uygulamaya koymak, yine aynı derecede
budalalıktı. Hattâ bu konuda politikacıları bile ihmal etmemek
gerekiyordu, çünkü politikacılar her ne kadar bir bütün olarak toplumla
ilgileniyorlarsa da, bunu parti çıkarları ve boş inanlarının
rehberliğinde, oldukça kısıtlanmış bir tarzda yapıyorlardı; başkalarının
“doğru bilgi” diyebileceği bir bilgiye göre davrandıkları nadirdi.
Bu görüşü benimseyen Platon’a göre, bahsi geçen daha ince
araştırmalar süper-uzmanlann, yani filozofların işidir. Filozoflar
bilmenin ne demek olduğunu tanımlar ve toplum için neyin iyi ol-
duğuna karar verirler. Birçok entelektüel bu
otoriter yaklaşıma
sıcak
bakar. Bunlar sevgili insanoğlu adına göz yaşartıcı bir endişe
duyabilirler, “doğruluk”tan, “akıP’dan, “nesnellik”ten, hattâ
“özgürlük”ten dem vurabilirler, ama aslında tek istedikleri kendi
30. Krş. örneğin J. Burkhardt,
Griechische Kulturgeschichte,
Münih 1977, Cilt 4,
s.118 ve devamı.
kafalarına göre dünyayı yeniden biçimlendirecekleri bir güçtür. Bu
hayalin, üzerinde kontrol kurmak istediği düşüncelerden daha az tek
yanlı olacağını kabullenmek için hiçbir neden yok, öyleyse o da
dikkatle gözden geçirilmelidir. Fakat bunu kim yapacak? Bu sefer de
konuyu havale ettiğimiz makamın kendi dar görüşlerini önümüze
sürmeyeceğinden nasıl emin olabiliriz?
Cevap (tartışmamız ilerledikçe açıklık kazanacağı üzere) özel
tarihsel ortamlarda ortaya çıkmış demokratik yaklaşımdan gelir.
“Doğal” toplumlar, üyelerinin fazla bilinçli bir planlama faaliyeti
olmadan “büyümüştür”. Yunanistan’da, gerek özel alanlarda gerekse
genel olarak toplum düzeyinde gündeme gelen büyük değişiklikler
zamanla tartışma ve açık yeniden inşa konusu haline geldi. Perikles
dönemi Atina demokrasisi her özgür insanın tartışmada sözü
olabilmesine ve bir süre için herhangi, en geniş yetkilerle donatılmış
bir makamda bile görev alabilmesine özen gösterdi. Bu özgün
uyarlanma tipine çıkan adımların neler olduğunu bilmiyoruz ^ma;
kesin olan bir şey var ki bu gelişme her açıdan hayırlıydı. Bugün
başımızı ağrıtan çeşitli güçlüklerden anlıyoruz ki tartışma ve özelinde
“akılcı müzakere” evrensel bir her derde deva değildir. Muhtemelen,
saadetimize yönelmiş daha ince tehditleri kuşatamayacak kadar
kabadır ve şu hayat vazifesini yerine getirmenin daha uygun yolları
vardır.
31
Fakat kendini demokrasiye adamış ve ona uygun bir özgürlük
ve değerli hayat tarifi yapmış toplumlar, ne kadar alakasız olursa olsun
tek bir düşünce kırıntısına bile kulaklarını tıkayamazlar. Siyasi
tartışmalar yurttaşların ihtiyaç ve arzularından başka ne hakkındadır
ki? Ve bu arzu ve ihtiyaçları
31. Bahsi geçen sorun daha yeni yeni anlamaya başladığımız dev bir konudur. Örneğin şu
bazı “Üçüncü Dünya” ülkelerinin yaşadığı sıkıntıların bu ülkelerdeki toprakların bileşim
itibarıyla verimsiz olmasının ya da tarımla uğraşan kesimlerin ehliyetsizliğinin değil
güdümleyici Batı akılcılığının eseri olabileceği giderek iyice açıklık kazanıyor. Batı
uygarlığının yayılma sürecinde birçok yerli halkın onuru ayaklar altına alındı, varkalma
araçları yağmalandı. Uzun süre “ilkellerle ilgilenmenin en uygun şekli savaş, köleleştirme
ve yok etmeydi. İnsancılların gangsterlerden her zaman daha iyi davrandıkları da
söylenemez. İnsan olmanın ne demek olduğu ve iyi bir hayatın nelerden oluştuğu ko-
nularındaki görüşlerini yerli halklara dayatarak çoğu kez sömürgeci ecdadlarının bir
kıvama getirdiği yıkıma yeni katkılar sundular. Ayrıntılar için bkz. Dipnot 9'da zikrettiğim
eserler.
Dostları ilə paylaş: |