Stephen King Maça Kızı



Yüklə 2,05 Mb.
səhifə32/43
tarix22.07.2018
ölçüsü2,05 Mb.
#58435
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   ...   43

Skip, "Üzgünüm, arkadaş," dedi.

Stoke başını öbür yana çevirip gözlerini kapadı.

Doktor, Skip'e, "Dışarı," dedi. Sigarasını gelirken bir yere atmıştı. Çoğu kıkırdayan ve koridorun taşlarının üstüne sular akıtan bir düzine gence baktı. "Sakatlığının iç yüzünü bileniniz var mı?" diye sordu. "Onun tedavi biçimini saptamamıza yardımı dokunabilir."

Görmüş olduğum yara izleri, düğümlü ipi hatıra getiren izler gözlerimin önünde canlandı, ama bir şey demedim. Aslında bir şey bilmiyordum. Ve kontrolüm dışındaki gülme zorunu artık yendiğim için, sesimi çıkaramayacak kadar kendi kendimden utanıyordum.

Ronnie, "Özürlü işte, öyle değil mi?" diye sordu. Bir yetişkinle karşı karşıya olduğu için o küstah tavırlarını terk etmişti. Kendinden emin gözükmüyor, belki de rahatsızlık duyuyordu. "Kas felci veya beyin distrofisi olabilir mi?"

Lennie, "Seni sersem," dedi. "Kas distrofisi ve beyin fel..."

Nate, "Bir araba kazası geçirmiş," diye söze karıştı. Hepimiz dönüp ona baktık. O da suya batmış olduğu halde, derli toplu ve kendine hâkim gözüküyordu. O öğleden sonra başında Fort Kent Lisesi'nin kayak başlığı vardı. "Dört yıl önce olmuş," dedi. "Babası, annesi ve ablası o kazada ölmüşler. Ailesi içinde yalnız o hayatta kalmış."

Bir sessizlik oldu. Skip'le Tony'nin omuzlarının arasından muayene odasına baktım. Stoke üstünden hâlâ sular akarak muayene masasının üstünde yatıyordu. Başı yana çevrili, gözleri kapalıydı. Hemşire tansiyonunu ölçüyordu. Pantolonu bacaklarına yapışmıştı; ben de küçük bir çocukken Gates Falls'da yapılan Dört Temmuz geçit törenlerini hatırladım. Sam Amca, okul bandosuyla Anah Temple Shrine'ın cüce motosikletlerinin üstündeki çocukların arasından geçerken ve mavi şapkasıyla en az üç metre boyunda gözükürdü. Fakat ince pantolonunu bacaklarına yapıştırdığı zaman numarayı görebiliyordunuz. Stoke Jones'un bacakları ıslak pantolonunun içinde aynen böyle gözüküyordu: tatsız bir şaka gibi uçlarına lastik ayakkabılar geçirilmiş sırıklar gibi.

Skip, "Sen bunu nereden biliyorsun?" diye sordu. "Kendisi mi sana söyledi, Natie?"

"Hayır." Nate utanmış gözüküyordu. "Direniş Komitesi'nin bir toplantı sonrasında Harry Swidrowski'ye söylemiş. Ayının İni'ndeymişler Harry ona damdan düşer gibi bacaklarına ne olduğunu sormuş, Stoke da anlatmış.

Nate'in yüzündeki anlamı şimdi kavrıyordum. Toplantıdan sonra demişti. Sonra. Nate orada bulunmadığı için, toplantıda nelerin söylendiğini bilmiyordu. Nate Direniş Komitesi'nin bir üyesi değildi; o marjinal bir çocuktu. Direniş Komitesi'nin hedefleriyle taktiklerine katılıyor olabilirdi, ama annesini düşünmek zorundaydı. Ve bir dişçi olarak geleceğini.

Doktor, "Omurga yarası mı?" diye sordu.

Nate, "Evet, öyle düşünüyorum," diye doğruladı.

"Pekâlâ." Doktor bir kaz sürüsüymüşüz gibi elleriyle kışşt kışşt türünden hareketler yapmaya başlamıştı. "Sizler yatakhanenize dönün. Biz ona bakarız."

Resepsiyon alanına doğru gerilemeye başlamıştık.

Hemşire, "Onu getirdiğiniz zaman niçin gülüyordunuz, çocuklar?" diye sordu. Elinde tansiyon aletinin kolluğuyla doktorun yanında duruyordu. "Şimdi niye sırıtıyorsunuz?" Kadın kızmış görünüyordu. Daha da beteri, öfkeden kudurmuştu sanki. "Bu çocuğun talihsizliğinin neresi komik ki sizi güldürüyor?"

içimizden birinin ona yanıt verebileceğini sanmıyordum. Orada durup ayaklarımıza bakıyor, liseye düşündüğümüzden daha yakın olduğumuzu anlıyorduk. Ama içimizden biri yanıt verdi. Bu Skip'di. Hatta yanıt verirken hemşireye bakmayı bile başardı.

"Talihsizliği, bayan," dedi. "Haklısınız. Komik olan talihsizliği." ( Kadın, "Ne kadar korkunç," dedi. Gözlerinin köşelerinde öfke gözyaşları parıldıyordu. "Ne kadar korkunçsunuz."

Skip, "Evet, bayan," dedi. "Bunda da haklısınız." Böyle diyerek hemşireye arkasını döndü.

Islak ve boynu bükük küçük bir grup görünümünde onu resepsiyon alanında izledik. Korkunç olarak nitelenmenin üniversite hayatının en düşük noktası olduğunu söyleyemem. (Dalgalı Gravy olarak bilinen hippi, "Altmışlı yıllar hakkında çok şey hatırlayabiliyorsanız, orada değildiniz," demişti.) Bekleme odası hâlâ boştu. Küçük Joe Cartwright şimdi TV ekranındaydı ve babası kadar yeşil gözüküyordu. Michael Landon'ı götüren pankreas kanseriydi, bu annemle onun ortak özelliğiydi.

Skip durdu. Başı eğik olan Ronnie onun yanından geçerek kapıya yöneldi; Nick, Billy, Lennie ve ötekiler onu izlediler.

Skip, "Durun," deyince döndüler. "Sizlerle bir şey konuşmak istiyorum."

Etrafında toplaştık. Skip muayene bölümüne açılan kapıya bir göz atıp yalnız olduğumuza kanaat getirince konuşmaya başladı.
36
On dakika sonra Skip'le ben yalnız başımıza yatakhaneye döndük. Öbürleri bizden önce gitmişlerdi. Nate kısa bir süre yanımızda kalmış, ama sonra Skip'le yalnız konuşmak istediğimi hissetmişti. Nate bu bakımdan çok duyarlıydı. Onun iyi bir dişçi olduğuna ve özellikle Çocukların ondan hoşlandıklarına bahse girebilirim.

"Artık King oynamaya benden paydos," dedim.

Skip hiçbir şey söylemedi.

"Notlarımı bursumu kurtaracak kadar yükseltmem için vaktin çok geç olup olmadığını bilmiyorum, ama deneyeceğim. Aslında umurumda da değil. Konu o kahrolası burs değil çünkü."

"Konu onlar, değil mi? Ronnie'yle ötekiler."

"Kısmen." O gün ortalık kararırken hava öylesine soğuktu ki- soğuk, rutubetli ve kötü. Sanki bir daha hiç yaz olmayacaktı. "Tanrım! Carol'u öyle özlüyorum ki.

"Niçin gitmesi gerekiyordu?"

"Bilmiyorum."

"Düştüğü zaman yukarsı tam bir tımarhaneydi," dedim. "Bir üniversite yatakhanesi değil, kahrolası bir tımarhane."

"Sen de gülüyordun, Pete. Tabii ben de."

"Biliyorum," dedim. Yalnız olsaydım ya da Skip'le ikimiz yalnız olsaydık gülmeyebilirdik. Ama doğrusunu kim bilebilirdi? Olayların akışına kapılıp sürükleniyordunuz. Carol'la beysbol sopalı o oğlanları düşünüyordum. Sonra Nate'in bana bakışını, en aşağılık bir yaratıkmışım gibi bakışını düşündüm. "Biliyorum."

Bir süre konuşmadan yürüdük.

"Ona güldüğümü hatırlamak benim için katlanılabilir bir şey," dedim. "Ama kırk yaşıma gelip de çocuklarım bana üniversitenin nasıl olduğunu sorduklarında Ronnie Malenfant'ın Leh fıkraları ya da o salak McClendon'un kendini bebek aspirinleriyle öldürmeye çalışması dışında bir şey hatırlamamaya katlanamam. "Stoke Jones'un koltuk değneğine abanarak fırıldak gibi dönmesini hatırlayınca gülmemek için kendimi güç tuttum, sonra onun revirde muayene masasının üstünde yatışını gözlerimin önünde canlandırınca içimden ağlamak geldi. Ve biliyor musunuz? Anladığım kadarıyla bu aynı duyguydu. "Kendimi kötü hissediyorum. Kendimi berbat hissediyorum."

Skip, "Ben de öyle," dedi. Buz gibi bir yağmur bizi ıslatmayı sürdürüyordu. Chamberlain Hall'un ışıkları parlak olsa da özellikle huzur verici değildi. Polislerin yazıların üstüne gerdikleri sarı yelken bezinin otların üstünde yattığını, bunun yukarsında da spreyle yazılmış kelimelerin donuk biçimlerini görebiliyordum. Boyalan akıyordu; ertesi gün artık okunamaz hale geleceklerdi.

Skip, "Küçükken hep kahramanın ben olduğumu hayal ederdim," dedi.

"Kahretsin, ben de. Hangi küçük çocuk linçe hazır bir sürünün parçası olmayı hayal eder ki?"

Skip suya batmış ayakkabılarına, sonra da başını kaldırıp bana baktı. "Gelecek birkaç hafta seninle çalışabilir miyim?"

"Ne zaman istersen?"

"Sahi, senin için bir sakıncası yok, değil mi?"

"Niçin benim için sakıncası olsun?" Ne kadar ferahladığımı, ne kadar heyecanlandığımı onun bilmesini istemediğim için kasten sinirlenmiş gibi davranmıştım. Çünkü bunun yararı olabilirdi. Kısa bir duraklamadan sonra sordum. "Öteki şeyi... Başarabilir miyiz dersin?"

"Bilmiyorum. Belki."

Binanın kuzey kapısına neredeyse ulaşmıştık ki, içeri girmeden önce akan harfleri işaret ettim. "Dekan Garretsen'le o Ebersole denen adam belki olanları unutmayı yeğlerler. Stoke'un kullandığı boya kurumaya vakit bulamamıştı. Sabaha kadar silinir gider."

Skip "hayır" der gibi başını salladı. "Unutmayacaklardır."

"Niçin yani? Nasıl bu kadar emin olabilirsin?"

"Çünkü Dearie unutmalarına izin vermez."

Ve tabii ki haklıydı.


37
Sırılsıklam olmuş oyuncular kurulanıp üstlerindekileri değiştirirlerken üçüncü kat salonu haftalardan beri ilk kez boştu. İçlerinden bazıları Skip Kirk'ün revirin bekleme odasında önerdiği şeyin çaresine baktılar. Rate, Skip ve ben akşam yemeğinden döndüğümüzde ise salonda durum eskisi gibiydi; üç masada harıl harıl oyun oynanıyordu.

Ronnie, "Hey, Riley," diye bana seslendi. "Twiller çalışmak için bir randevusu olduğunu söyledi. Yerini istiyorsan, sana oyunun nasıl oynanacağını gösteririm."

"Bu gece olmaz," dedim. "Ben de çalışmak zorundayım."

Ronnie sandalyesinde arkasına yaslanmış, en tatsız gülümseyişiyle bana bakıyordu. Yağmurun altında kısa bir süre için farklı bir Ronnie görür gibi olmuştum, ama o genç adam sanki yeniden saklanmıştı. Bir yanağını kaşıyınca sivilcelerinin tepesini patlattı. İçlerinden sarımsı beyaz renkli bir cerahat sızıyordu..

Arkamdan, "Maç puanların eksik kalacak! Bunu biliyorsun, değil mi?" diye seslendi.

"İstersen benim puanlarım da senin olsun, Ronnie. Onları artık istemiyorum," dedim.

Üniversitede bundan sonra bir tek el King oynamadım. Yıllar sonra çocuklarıma bu oyunu öğrettiğimde onlar da King'e tıpkı ördeklerin suya alışması gibi alıştılar. Her ağustos ayında yazlığımızda bir turnuva düzenliyoruz. Maç puanlarımız olmuyor, yalnız kazanana küçük bir kupa veriyoruz. Kupayı bir yıl ben kazandım ve görebilmem için yazı masamın üstüne koydum.
38
O gece saat sekizde Skip Kirk masamın başında antropoloji kitabına sarılmıştı. Ellerini, başı çok kötü ağrıyormuş gibi saçlarının arasına daldırmıştı. Nate kendi masasının başında bir botanik ödevi hazırlıyordu. Ben ise yatağıma uzanmış, eski dostum jeolojiyle boğuşuyordum. Bob Dylan stereoda şarkı söylüyordu: Hayatımda gördüğüm en komik kadındı Bay Clean'in büyük ninesi.

Derken kapı hızla iki kere vuruldu. Dearie, "Toplantı var!" diye seslendi. "Saat dokuzda zemin katında! Gelmek zorunlu!"

"Aman Tanrım!" diye soludum. "Gizli kâğıtları yak ve radyoyu ye."

Nate, Dylan'ı kıstı. Dearie'nin koridorda yoluna devam ederek bütün kapıları vurduğunu ve toplantıyı bildirdiğini duyduk. Odaların çoğu boş olsa da bu sorun değildi; Dearie odaların sahiplerini katın salonunda Kahpe Kız'ı kovalarken bulacaktı.

Skip bana bakıyordu. "Sana söyledim."
39
Kampüsümüzdeki her yatakhane binası aynı tarihte inşa edilmişti-Her birinin bodrum katında geniş bir ortak alan, ayrıca her katın ortasın da salonları vardı. Spor karşılaşmalarının seyredilmesi için hafta sonlarında, Karanlık Gölgeler adlı vampir dizisi için ise hafta ortasında dolan bir TV odası, bir düzine otomatın bulunduğu kantin köşesi, ping-pong masası ve bir dizi satrançla dama tahtasının bulunduğu oda da yatakhane Rinalarının ortak alanları arasındaydı. Sıra sıra katlanır tahta iskemlenin önünde kürsünün bulunduğu bir toplantı alanı davardı. Yılın başında orada hepimizin katıldığı bir toplantı yapılmış, Dearie bize yatakhane kurallarını ve oda denetimlerinin korkulacak sonuçlarını açıklamıştı. Oda denetimlerinin Dearie'nin özel merakı olduğunu söyleyebilirim. Bu ve tabii ki YSEG, yani Yedek Subay Eğitim Grubu.

Dearie, üstüne ince bir dosya koymuş bulunduğu küçük bir tahta kürsünün arkasında duruyordu. Dosya herhalde aldığı notları içeriyordu. Islak ve çamurlu YSEG giysileri hâlâ üstündeydi. Küreme ve kumlama ile geçen gününün sonunda bitkin, ama aynı zamanda heyecanlı gözüküyordu.

Birinci toplantıda Dearie yalnızdı; ama bu kez arkasında destek vardı. Sırtını yeşil renkli duvara dayamış olan Erkek Öğrencilerin Dekanı Sven Garretsen, ellerini kucağında devşirmiş ve dizlerini birbirine bitiştirilmişti. Bu toplantı sırasında hiç ağzını açmadı, hatta havada bir fırtına kokusu sezildiğinde bile şefkatli gözüktü. Kurşuni renkli bir takım elbise üzerine siyah bir palto giymiş olan disiplin sorumlusu Ebersole, Dearie'nin yanında duruyordu.

Hepimiz iskemlelere yerleştikten ve içimizde sigara içenler sigaralarını yaktıktan sonra Dearie omzunun üzerinden Garretsen'e, sonra Ebersole'a baktı. Ebersole ona hafifçe gülümsedi. "Konuş, David. Lütfen. Onlar senin çocukların."

Sinirlendim. Pek çok şey olabilirdim, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında yere düşen özürlülere gülen bir serseri olabilirdim, ama Dearie Dearborn'un hiçbir şeyi olmaya razı değildim.

Dearie kürsüyü elleriyle kavrayarak bize ciddiyetle baktı. Belki de maiyetindeki subaylara aynı şekilde hitap edeceği ve kalabalık birlikleri manoi'ye doğru harekete geçireceği günün geleceğini hayal ediyordu.

Sonunda, "Jones kayıp," dedi. Charles Bronson filmlerindeki gibi ürkütücü bir sesle konuşmuştu.

"O revirde," dedim. Dearie'nin yüzündeki şaşkınlık çok hoşuma Emişti. Ebersole da şaşırmış görünüyordu. Garretsen ise sevecen bir bakışla uzağa bakmayı sürdürdü.

Dearie, "Ona ne oldu?" diye sordu. Bu sözler senaryoda yoktu kendisinin üzerinde çalıştığında, ne de Ebersole'la birlikte hazırlandığında. Dearie kaşlarını çattı. Havalanıp kaçmasından korkuyormuş gibi kürsüyü daha bir sıkı kavramıştı.

Ronnie sigarasından gürültülü bir nefes çektikten sonra, "Sanırım zatürree veya iki taraflı bronşit gibi bir şey olmuş," dedi. Böyle derken Skip'le göz göze gelmişti. Skip'in hafif bir baş hareketiyle onayladığın, görür gibi oldum. Bu Skip'in şovuydu, Dearie'ninki değil, ama şans bize ve Stoke'a yardım ederse odanın ön tarafındaki üç kişi bunu hiçbir zaman bilmeyeceklerdi.

Dearie, "Şu işi başından anlatsana," dedi. Önce sadece kaşlarını çatarken şimdi öfkeyle bakmaya başlamıştı. Kapısının tıraş kremine bulandığını keşfettiği zaman da aynı şekilde bakıyordu.

Skip, Dearie'ye ve Dearie'nin yeni dostlarına üçüncü katın salon pencerelerinden bakarken Stoke'un Ovaların Sarayı'na doğru yürüdüğünü gördüğümüzü, suyun içine nasıl düştüğünü, onu nasıl kurtarıp revire götürdüğümüzü, doktorun ise Stoke'un hasta bir yavrucak olduğunu söylediğini anlattı. Doktor öyle bir şey söylememişti, ama söylemesine gerek yoktu. İçimizden Stoke'un tenine dokunanlar ateşinin yükseldiğini biliyordu, o derinden gelen korkunç öksürüğünü de duymuştuk. Skip, Stoke'un bütün dünyayı öldürmek, sonra da kendisi ölmek istermiş gibi ne kadar hızlı yürüdüğü hakkında hiçbir şey söylemedi, bizim de nasıl güldüğümüzden (Mark St. Pierre'in ise altını ıslatmasından) hiç söz etmedi.

Skip anlatacaklarını bitirince Dearie kararsız bir yüzle Ebersole'a baktı. Dekan Garretsen arkalarında küçük Buda gülümseyişini sürdürüyordu. Neyin ima edildiği belliydi. Bu Dearie'nin şovuydu. Sunacak bir şovunun olması gerekirdi.

Dearie derin bir soluk aldıktan sonra tekrar bize baktı. "Bu sabah saat bilmem kaçta Chamberlain Hall'un kuzey ucunda işlenen vandalizmden ve yapılan iğrençlikten Stokely Jones'un sorumlu olduğunu sanıyoruz."

Sizlere onun söylediğini aynen tekrarlıyor, kendimden tek bir kelime bile eklemiyorum.

Sanırım, Dearie bizden açıklamaların birbirini izlediği bir Perry Mason mahkeme finalindeki gibi ooh'lar ve ah'lar bekliyordu. Ama biz tuk. Skip olanları dikkatle izliyordu, Dearie'nin bundan sonraki bilgi için derin bir nefes daha aldığını görünce, "Niçin bunu yapanın olduğunu düşünüyorsun, Dearie?" diye sordu.

Emin olmasam bile -kendisine hiç sormadım- Skip'in Dearie'yi şaşırtmak için kasten lakabını kullandığını sanıyorum. İşe yaradı da. Dearie konuşmaya başlayacakken Ebersole'a baktı ve seçeneklerini tekrar hesapladı. Yakasının altından bir kızartı yayılıyordu. Bunun yükselmesini büyülenmiş gibi izledim. Ördek Donald'ın öfkesini frenlemek için savaştığı bir Disney çizgi filmini seyretmek gibi bir şeydi bu. Asla başaramayacağını biliyordunuz, ama asıl ilginç olan, görünürdeki azıcık sağduyuyu ne kadar sürdüreceğini bilememekti. Dearie sonunda, "Bunun yanıtını bildiğini düşünüyorum, Skip," dedi. "Stokely Jones arkasında çok özel bir simge bulunan bir palto giyiyor." Getirdiği dosyanın içinden bir kâğıt çıkardı, ona baktı, sonra bakmamız için bize doğru çevirdi. Orada gördüğümüz şekil bizi şaşırtmadı. "İşte bu simge. İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda Komünist Partisi tarafından icat edilmiştir. 'Sızma yoluyla zafere ulaşmak' anlamına gelir, fesatçılar tarafından Kırık Haç diye adlandırılır. Kara Müslümanlar ve Kara Panterler gibi radikal gruplar arasında da popüler olmuştur. Bu simge Stoke Jones'un paltosunda yatakhanemizin duvarında belirmesinin çok öncesinde görülmüştür. Çıkan sonucu kestirmek için herhalde bir roket bilgini olmaya gerek yok."

Nate, "Bu resmen boktan bir suçlama, David!" diyerek ayağa kalktı. Yüzü solmuştu ve titriyordu, ama korkudan değil, öfkeden. Daha önce herkesin ortasında boktan diye bağırdığını hiç duymuş muydum? Sanmıyorum.

Garretsen oda arkadaşıma sevecen gülümseyişini yöneltti. Eberde nazikçe bir ilgi gösterir biçimde kaşlarını kaldırmıştı. Dearie derseniz o donakalmıştı. Başına dert olmasını beklediği son kişi herhalde Hoppenstand'dı. 'Bu simge İngilizlerin semafor'una• dayanmaktadır ve nükleer sızlanmayı ifade eder. Bir İngiliz filozofu tarafından icat edilmiştir.

İngilizin şövalyelik unvanı bile olduğunu sanıyorum. Onu Rusların iç ettiğini ileri sürmek inanılır şey değil! YSEG'te size bunları mı öğretiyorlar? Böyle boktan şeyleri?"

Ellerini kalçalarına dayayan Nate, Dearie'ye öfkeyle bakıyordu. Bütün bütün afallamış olan Dearie de ona bakakalmıştı. Evet, YSEG'te ona bunu öğretmişler, o da öğretilenleri enayi gibi yutmuştu. YSEG'teki Çocuklar daha başka neleri yutuyorlardı acaba?

Ebersole, "Kırık Haç hakkında bu anlatılanlar eminim çok ilgine» diye bu noktada söze karıştı. "Ve bilinmelerinde yarar var. Ama doğru olması koşuluyla."

Skip, "Tabii ki doğru," dedi. "Kahramanımız Bert Russell, Joe Stalin değil. İngiliz çocukları bu işareti beş yıl önce Britanya adalarındaki limanlarda faaliyet gösteren Amerikan nükleer denizaltılarını protesto etmek için taşıyorlardı."

Ronnie, "Kahrolasılar!" diye bağırarak yumruğunu salladı. Bildiğim kadarıyla bir yıl sonra Bertrand Russell'ın barış işaretiyle bir ilişikleri olmayan Panterler aynı şeyi mitinglerinde yapıyorlardı. Ve tabii yirmi yıl sonra biz altmışlı yılların temizlenmiş bebekleri rock konserlerinde aynı şeyi yapmaktaydık. Broooooo-ooooce! Broooo-ooooce!

"Git, bebek!" Hugh Brennan da gülerek bize katıldı. "Git, Skip! Git, koca Nate!"

Dearie, "Dekan aramızdayken ağzından çıkanlara dikkat et!" diye Ronnie'ye bağırdı.

Ebersole çocukların söylediklerini duymamış gibi davrandı. İnanmayan, meraklı bakışı oda arkadaşımla Skip'in üstündeydi.

"Bu söylediklerinizin hepsi doğru olsa bile yine de bir sorunumuz var, öyle değil mi?" dedi. "Bir vandalizm hareketi ve aleni bir iğrençlik söz konusu. Üstelik bütün bunlar, vergi mükelleflerinin üniversite gençliğine gitgide daha eleştiren bir gözle baktıkları sırada olageldi. Bu müessese ise varlığını vergi mükelleflerine borçlu, beyler. Hepimizin üstüne düşen..."

Dearie, "Bunu etraflı düşünmek!" diye birdenbire bağırdı. Yanaklarının rengi şimdi mordu; alnı garip kırmızı lekelerle dolmuştu, gözlerinin arasında da bir damar zonkluyordu.

Dearie daha fazlasını söyleyemeden -ve belli ki söyleyecek çok şeyi vardı- Ebersole elini göğsüne dayayarak onu susturdu. Dearie balon gibi söndü. Ayağına kadar gelen fırsatı kaçırmıştı. Sonradan yorgun olduğu için başaramadığını düşünecekti. Biz günü sımsıcak salonda geçirip ileceğimizi hiçe sayarak kumar oynarken Dearie sırf yaşlı psikoloji profesörleri düşüp kalçalarını kırmasınlar diye dışarda karları küremiş ve patikalara kum serpmişti. Dearie yorgundu, üstelik o Ebersole denen herif kendini kanıtlaması için ona yeterli bir şans tanımamıştı. İşte şimdi de kenara itilmişti. Yetişkinler dizginleri ele almışlardı, her şeyi onlar halledeceklerdi.

Ebersole, "Hepimize düşen bu işi yapan kişiyi saptamak ve ciddi şekilde cezalandırıldığını görmek," diye devam etti. Bunları söylerken daha çok Nate'e bakıyordu; o sırada ne kadar şaşılacak gibi görsem de Nate Hoppenstand'i odada hissettiği direnişin merkezi olarak görüyordu.

Şükürler olsun ki, Nate, Ebersole gibileriyle kolayca başa çıkabilecek güçteydi. Ellerini kalçalarından indirmeden öylece durmayı sürdürdü, gözleri de Ebersole'un gözlerinden ayrılmadı. "Bunu nasıl yapacağınızı sorabilir miyim?" diye sordu. "Adınız nedir, delikanlı?" "Adım Nathan Hoppenstand."

"Evet, Nathan, suçlu galiba teşhis edildi, öyle değil mi?" Ebersole tam sabırlı bir öğretmen tavrıyla konuşuyordu. "Belki de suçlu kendi kendini ele vermiş sayılır. Bana Stokely Jones denen o talihsiz gencin Kırık Haç simgesinin yürüyen bir bilbordu olduğunu söylediler."

Skip, "Ona bu sıfatı yakıştırmaktan vazgeçin!" dedi. Sesinde sezilen müthiş öfke beni yerimden fırlattı. "O simge kırık bir şey değil! Sadece kahrolası bir barış işareti!" "Sizin adınız nedir, bayım?"

"Stanley Kirk. Ama arkadaşlarım bana Skip derler. Siz bana Stanley diyebilirsiniz." Sesindeki hafif kıkırtıyı Ebersole duymamış gibi davrandı.

"Evet, Bay Kirk, konuşmanız Stokely Jones'un -ve yalnız Stokely Jones'un- sömestrin ilk gününden itibaren o özel simgeyle kampüste dolaşmış olması gerçeğini değiştirmiyor. Bay Dearborn'un bana söylediğine göre..."

Nate burada söze karıştı. "'Bay Dearborn, barış işaretinin ne olduğunu veya nereden kaynaklandığını bilmiyor bile, dolayısıyla onun size söylediklerine fazla güvenmeniz akıllıca bir hareket olmaz. Evet benim ceketimin arkasında da bir barış işareti var, Bay Ebersole. Böyle olunca da sprey boyayla o yazıları duvara yazanın ben olmadığıma nasıl emin olabilirsiniz?"

Ebersole'un ağzı açık kalmıştı. Fazla açık değil, ama bu kadarı bile sempatik gülümseyişini ve reklam yakışıklısı görünüşünü bozmaya yeterliydi. Dekan Garretsen de anlayamadığı bir kavramla karşılaşmış gibi kaşlarını çatmıştı. İyi bir politikacıyı ya da üniversite rektörünü nadiren afallamış olarak yakalayabilirsiniz. Bunlar asla unutulamayacak değerli anlardır. O günde benim için öyle oldu.

Dearie, "Bu yalan!" diye atıldı. Öfkeliden çok yaralanmış izlenimi uyandırıyordu. "Neden yalan söylüyorsun, Nate? Üçüncü katta yalan söylemesini bekleyebileceğim son kişiydin."

Nate, "Yalan söylemedim," dedi. "Bana inanmıyorsan, odama çık ve dolabımdaki o kalın paltoya bak."

Ben de ayağa kalktım. "Yukarı çıkmışken benim ceketime de bak," diye sesimi duyurdum. "Hani şu eski lise ceketime. Arkasında o barış işaretinin bulunduğunu göreceksin."

Ebersole kısılmış gözleriyle bizi inceliyordu. Birden sordu. "Bu sözüm ona barış işaretini ne zaman ceketlerinizin sırtına uyguladınız, çocuklar?"

Nate bu kez yalan söyledi. Onu bu yüzden acı duyduğunu anlayacak kadar iyi tanıyordum, ama ne çare. "Eylül ayında efendim."

Bu sözler Dearie'yi mahvetti. Kızgın ördek Donald'ın yapacağı gibi zıplayıp kollarını kanat gibi çırparak "vak-vak-vak" diye bağırmadı, ama öfkeli bir feryat kopararak avuçlarını lekeli alnına çarptı. Ebersole bu kez kolunu yakalayarak onu yine sakinleştirdi.

Ebersole, "Sen kimsin?" diye bana sordu. Artık nezaketi elden bırakarak sertleşmişti.

"Adım Pete Riley," dedim. "Stoke'unkini beğendiğim için ben de ceketimin arkasına bir barış işareti yaptım. Ayrıca, Vietnam'da ne yaptığımız hakkında önemli sorularım olduğu için yaptım bunu."

Dearie, Ebersole'un yanından biraz uzaklaştı. Çenesini ileri uzatmış ,e dudaklarını gererek eksiksiz dişlerini ortaya çıkarmıştı. "Ne mi yapıyoruz, salaklar, müttefiklerimize yardım ediyoruz, yaptığımız bu!" diye bağırdı. "Bunu kendiliğinizden göremeyecek kadar budalaysanız, Albay Anderson'un Askerlik Tarihine Giriş dersine girmenizi öneririm! 'Ama askerliği düşünemeyecek kadar ödlekseniz..."

Dekan Garretsen, "Yavaş, Bay Dearborn," dedi. Sessizliği her nedense Dearie'nin bağırışından daha gürültülüydü. "Burası bir dış politika tartışmasının yeri olmadığı gibi, birbirinize laf atmanızın da zamanı değil. Tam aksine."

Dearie alev alev yanan yüzünü eğerek yere bakışını dikti ve dudaklarını ısırmaya başladı.

Ebersole, "Ya siz Bay Riley barış işareti simgesini ne zaman ceketinize uyguladınız?" diye sordu. Sesi yine nazikti, ama gözlerinde çirkin bir ifade vardı. Stoke'un suçlanmadan yakayı sıyıracağını artık anlayan Ebersole bu yüzden çok mutsuzdu. Dearie 1966'da üniversite kampüslerinde yeni bir tip olan bu delikanlının yanında pek zayıf kalıyordu. Lao-tzu, zaman insanları biçimlendirir demişti, Charles Ebersole da altmışların sonlarının ürünüydü. O bir eğitimci değil, kamu ilişkilerini ikincil bir ilgi alanı olarak gören bir uygulayıcıydı.


Yüklə 2,05 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə