Stephen King Maça Kızı



Yüklə 2,05 Mb.
səhifə34/43
tarix22.07.2018
ölçüsü2,05 Mb.
#58435
1   ...   30   31   32   33   34   35   36   37   ...   43

"Seni özlüyorum, Pete. Bizim de trenlerimizin farklı yönlere gittiğini düşünüyorum, ama beraber olduğumuz zamanı hiç unutmayacağım. Çok tatlıydı (özellikle de son gece). İstersen bana mektup yazabilirsin, ama yazmamanı yeğlerim. İkimiz için de iyi olmayabilir. Bu umursamıyorum ya da hatırlamıyorum demek değil, çünkü umursuyorum ve hatırlıyorum.

"Sana o fotoğrafı gösterdiğim ve nasıl dayak yediğimi anlattığım geceyi hatırlıyor musun? Arkadaşım Bobby'nin, nasıl yardımıma koştuğunu? O yaz onun bir kitabı vardı. Üst katlarındaki adamın kendisine verdiği bir kitap. Bobby, şimdiye kadar okuduğu en iyi kitap olduğunu söylemişti. İnsan sadece on bir yaşında olun bu sözlerin pek bir anlamı olmayabilir. Ama o kitabı lise son sınıftayken kütüphanemizde görmüş ve nasıl bir şey olduğunu anlamak için alıp ben de okumuştum. Müthişti. Belki okuduğum en iv kitap değildi, ama yine de çok iyiydi. On iki yıl önce yazılmış olma sına rağmen, Vietnam'la ilgili olduğunu düşünüyorum. Olmasa bile, bilgi dolu.

Seni seviyorum, Pete. Neşeli Noel'ler.

CAROL.


Not: O aptal iskambil oyunundan çık.

Mesajı iki kere okudum, sonra kupürü itinayla katlayarak hâlâ titreyen ellerle kartın içine soktum. O kart hâlâ bende... ve eminim ki 'Kızıl Carol' Gerber çocukluk arkadaşlarının o fotoğrafını hâlâ saklıyor. Yani eğer hayattaysa. Çünkü bundan emin değilim; arkadaşlarının birçoğu değiller.

Pakedi açtım. İçinde, neşeli Noel ambalaj kâğıdı ve beyaz saten kurdeleyle tam bir çelişki halindeki William Golding'in Sineklerin Tanrısı'nın karton kapaklı bir basımı, bulunuyordu. Lisedeyken son sınıf edebiyat dersinde biraz daha kısa gözüktüğü için Ayrı Bir Barış'ı seçmiştim.

İçinde bir ithaf bulmayı umarak kitabı açtım. Vardı, ama umduğum türden bir şey değil. Kitabın birinci sayfasındaki beyaz boşlukta bulduğum mesaj şuydu:

=INFORMATION

Gözlerim birden hiç beklemediğim yaşlarla doldu. Dudaklarıma kadar yükselen hıçkırığı zapt etmek için elimle ağzımı tıkadım. Nate'i utandırmak, onun beni ağlarken görmesini istemiyordum. Ama ağladım işte! Masamın başında oturarak onun için, kendim için, ikimiz için, hepimiz için ağladım. Hayatımda hiç o sıradaki kadar acı çektiğimi hatırlamıyorum. Kalpler sağlamdır, demişti, çoğu zaman kalpler kırılmazlar. Eminim doğrudur... Ama ya o zaman? O zamanki bizler? Atlanta'deki Kalpler'den ne haber?


43
Her neyse, Skip'le ben başardık. Geri kaldığımız bütün dersleri tamamladık, sömestr sonu sınavlarını ucu ucuna geçtik ve ocak ortasında Chamberlain Hall'a döndük. Skip bana beysbol antrenörü John Winkin'e tatilde bir mektup yazdığını ve takıma katılmaktan vazgeçtiğini söylediğini anlattı.

Nate de Chamberlain Üç'e dönmüştü. Şaşılacak şey, Lennie Doria da öyle. Ama hemşerisi Tony DeLucca gitmişti. Mark St. Pierre, Barry Margeaux, Nick Prouty, Brad Witherspoon, Harvey Twiller, Randy Echolls... ve tabii Ronnie de öyle. Mart ayında ondan bir kart aldık. Lewiston damgasını taşıyordu ve Chamberlain Üç'ün Yo-Yo'larına gönderilmişti. Onu salonda Ronnie'nin oyun oynarken en sık oturduğu sandalyenin yukarsına bantladık. Kartın önünde Mad dergisinin kapak delikanlısı Alfred E. Neuman görülüyordu. Ronnie arkasına şunları yazmıştı: "Sam Amca çağırıyor, gitmek zorundayım. Geleceğimde palmiyeler gözüküyor, ama kimin umurunda. Oyunu 21 puanla bitirdim. Demek kazanan benim." Bu notun altında "RON" imzası vardı. Skip'le ben buna güldük. Bayan Malenfant'ın pis ağızlı oğlu bizim için öleceği güne kadar bir Ronnie olarak kalacaktı.

Stoke Jones veya öbür adıyla Rip-Rip de gitmişti. Bir süre onu 'azla düşünmedim. Ama yüzü ve onunla ilgili anılar bir buçuk yıl sonra Şaşılacak (ama kısa süreli) bir netlikle belleğimde canlandı. O sırada Chicago'da hapisteydim. Polisler Hubert Humphrey'nin aday olarak gösterildiği gece kongre merkezinin dışında kim varsa toplamış kalabalık olsak da birçoğumuz yaralanmıştık. Bir mavi kurdele komisyonu daha sonra raporunda olayı "polisiye vaka" olarak niteleyecekti.

On beş -en çok da yirmi- tutuklu için hazırlanmış bir hücrede yaklaşık altmış kişiydik: gazla zehirlenmiş, yumruklanmış, dövülmüş uyuşturulmuş, işkence edilmiş kanlar içinde altmış hippi. Kimi esrarı' sigara içiyor, kimi ağlıyor, kimi kusuyor, bazıları protesto şarkıları söylüyordu.

Demir parmaklıklarla kalabalığın arasına sıkışmış, gömlek cebimi (Pall Mall'lar) ve kalça cebimi (Carol'un bana armağan ettiği şimdi hayli hırpalanmış, ön kapağının yarısı kopmuş ve cildinden ayrılmış kitabı Sineklerin Tanrısı korumaya çalışırken Stoke'un yüzü, en net bir fotoğraf kadar canlı ve eksiksiz olarak belleğimde canlandı. Uyuklamakta olan bir bellek devresi belki başa indirilen bir cop darbesiyle ya da gözyaşartıcı bombayla harekete geçmişti. Ve onunla birlikte bir de soru gelmişti.

Yüksek sesle, "Bacağı sakat birinin üçüncü katta işi neydi?" diye sordum.

Son derece gür sarı saçları olan bir cüce dönüp bana baktı. Yüzü soluk ve sivilceliydi. Burnunun altındaki ve bir yanağındaki kan kurumuştu. "Ne dedin, be adam?" diye söylendi.

"Bacağı sakat birinin bir üniversite yatakhanesinin üçüncü katında işi neydi? Asansörü olmayan bir binada? Onu birinci kata yerleştirmeleri gerekmez miydi?" Sonra Stoke'un, saçlarının yüzüne dökülmesine neden olan eğik başıyla, "Rip-rip-rip-rip-rip-rip," diye mırıldanarak Holyoke'a doğru atılışı gözlerimin önünde canlandı. Stoke'un her şey düşmanıymış gibi her yere gidişini...

"Seni anlayamıyorum, be adam. Ne oluyor?"

"O istediyse iş değişir," dedim. "Belki de o orayı istemiştir."

Kabarık saçlı ufak tefek adam, "Bravo," dedi. "Sende esrarlı sigara var mı? Uçmak istiyorum. Burası berbat."
44
Skip bir sanatçı oldu ve kendine göre ünlendi. ete. Norman Rockwell gibi ünlü değildi tabii; örneğin, Skip'in heykellerinden birinin röprodüksiyonuna Franklin darphanesinin kalıplarından birinde rastlayamazsınız, ama yeterince sergi açtı -Londra'da, Roma'da, New York'ta, geçen yıl da Paris'te sergileri oldu ve gazetelerle dergilerde ondan sık sık söz ediliyor. Ona yavan diyen eleştirmenler çok, (Bazıları yirmi beş yıldır ondan ayın çeşnisi diye bahsediyorlar.) adi imajlarla başka bayat kafalarla iletişim kuran bayat kafa diyenleri de var. Başka eleştirmenler ise dürüstlüğünü ve enerjisini övmüşlerdir. Ben de onların görüşüne katılıyorum, ama bu çok doğal. Batan bir anakaradan birlikte kurtulduk ve arkadaşım olarak kaldı; bir bakıma hemşerim olarak da kaldı.

Bazı eleştirmenler de eserlerinin çoğu kez ifade ettiği öfkeden söz açmışlardır. Bu öfkeye ilk kez 1969'da okul kütüphanesinin önünde kartondan Vietnam'lı aile tablosunu tutuşturduğu zaman tanık olmuştum. Skip'in eserlerinden bazıları komik, bazıları hüzünlü, bazıları acayip, ama çoğu öfkeli görünüyor; alçıdan, kâğıttan ve kilden dik omuzlu insanları adeta, "Yak beni, yak beni ve haykırışlarıma kulak ver, yıl hâlâ 1969, hâlâ Mekong'dayız ve olacağız," diye fısıldıyorlar. Bir eleştirmen Boston'daki bir sergisinden sonra, "Çalışmalarına değer katan, Stanley Kirk'ün öfkesidir," diye yazmıştı. İki ay önceki kalp krizine katkıda bulunan da aynı öfke olmuştur.

Karısı telefon edip Skip'in beni görmek istediğini söylemişti. Doktorlar ciddi bir kalp krizi geçirmediğinde birleşiyorlardı, ama Kaptan o fikirde değildi. Hemşerim Kaptan Kirk ölmek üzere olduğunu zannediyordu.

Palm Beach'e uçtum. Beyaz bir yastığın üstündeki neredeyse ağarmış saçlarının altındaki beyaz yüzünü görmek, belleğimde önce teşhis edemediğim bir anının belirmesine yol açtı. Boğuk bir sesle, "Jones'u düşünüyorsun," dedi ve tabii ki haklıydı. Sırıttım ve aynı anda sırtımda soğuk bir ürperti duydum. Bazen bazı şeyler insana geri döner. Bazen geri dönerler.

İçeri girip yanına oturdum. "Hiç fena değil."

Skip, "Aynen revirdeki o günü yaşıyoruz," dedi. "Şu farkla ki, Deabury büyük bir olasılıkla ölmüştür, elinin üstündeki damarın bir tüp bağlı olduğu kişi bu kez benim." Maharetli ellerinden birini kaldırarak bana tüpü gösterdi, sonra elini yine indirdi. "Öleceğimi zannetmiyorum artık. En azından henüz değil."

"Güzel."

"Hâlâ sigara içiyor musun?"

"Geçen yıl bıraktım."

Skip başını salladı. "Karım, ben de bırakmazsam beni boşayacağını söylüyor... Bu nedenle denemek zorundayım."

"En kötü alışkanlık bu."

"Bence en kötüsü yaşamak." Skip gülerek bana Nate'den bir haber alıp almadığımı sordu.

"Her zamanki gibi Noel'de bir kart yolladı. Bir de fotoğraf."

"Lanet olası, Nate!" Skip bayağı neşelenmişti. "Muayenehanesinin fotoğrafı, değil mi?"

"Evet. Bu yıl duvarında Hazreti İsa'nın doğuşunu gösteren bir tablo var. Üç Kral'ın üçü de dişlerini yaptırmak ihtiyacında gözüküyorlar."

Birbirimize bakıp kıkırdamaya başladık. Ama Skip ağzını açama-dan öksürmeye başladı. Sahne acayip derecede yıllar öncekine benzemişti -Skip bir an Stoke'a benzemişti bile- ben de sırtımda aynı ürpertiyi hissettim. Stoke ölmüş olsaydı, öbür dünyadan geri geldiğini zannedebilirdim, ama ölmemişti. Stoke Jones kendi çapında, kokain satmaktan telefon aracılığıyla paçoz bonolar satmaya terfi eden bir hippi kadar ününe düşkün. TV'de görünmek hoşuna gidiyor Stoke'un. O.J. Simpson yargılanırken Stoke'u da her gece ekranda görebiliyordunuz. Tıpkı bir leşin etrafında dolanan akbaba gibi.

İlkelerine ihanet etmeyen Carol oldu. Carol ve arkadaşları. Peki bombalarıyla kimya öğrencilerini öldürmelerine ne demeli? O bir hataydı, buna bütün kalbimle inanıyorum. Benim tanıdığım Carol Gerber bütün gücün bir silahın namlusundan çıkması fikrine dayanamazdı. Benim tanıdığım Carol, bunun, köyü kurtarmak için onu yok etmemiz gerektiğini söylemenin bir başka çarpık yolu olduğunu anlayacaktı. ima o çocukların aileleri bunun bir hata olduğunu, bombanın beklendi zaman patlamayışını umursarlar mı zannediyorsunuz? Kimin ihanet ettiği gibi sorular annelerin, babaların, erkek ve kız kardeşlerin, sevgililerin, dostların umurunda mı sanıyorsunuz? Hayatlarının arta kalan parçalarını toparlayıp şöyle ya da böyle yollarına devam etmek zorunda olan insanlar için önemi olabilir mi? Kalpler kırılabilir. Evet. Kalpler kırılabilir. Bazen onlar ölürken biz de ölsek daha iyi olurdu, diye düşünürüm, ama ölmeyiz.

Skip nefes almaya çalışıyor, yatağının yanındaki monitör kaygılı şekilde bip-bip sesleri çıkarıyordu. Bir hemşire içeriye başını uzatınca Skip eliyle çekilmesini işaret etti. Bip'ler eski ritmlerine dönünce hemşire çekildi. Kadın ortadan kaybolduktan sonra Skip, "O gün düştüğü zaman niçin o kadar güldük? Bu soru bana hiç rahat yüzü göstermedi," dedi.

"Bana da," diye itiraf ettim.

"Öyleyse yanıt nedir? Niçin güldük?"

"İnsan olduğumuz için güldük. Bir süre başka bir şey olduğumuzu sandık, ama değildik."

Skip, "Yıldız tozu olduğumuzu sandık," dedi. Ciddi görünüyordu. Gülerek, "Altından olduğumuzu sandık," diye ona katıldım. Dearie ve Ebersole'u ve Erkek Öğrenciler Dekanını faka bastıran, sonra yüz eksen derecelik bir dönüşle öğretmenlerinden kendisine yardım etmelerini yalvaran, birayı maşrapayla içmeyi ve en pis küfürleri bir düzine farklı tonda söylemeyi bana öğreten eski arkadaşımın ağladığını gördüm. Bana kollarını uzattı. Yıllar içinde zayıflamıştı kolları, şimdi de kasları sertleşmek yerine sarkıyordu. Uzanıp onu kucakladım.

Kulağıma, "Denedik," dedi. "Sakın unutma bunu, Pete. Denedik." Sanırım, denemiştik. Carol hepimizden daha fazla çabaladı ve en yüksek bedeli ödedi... ölenlerin dışında tabii. Ve o yıllarda konuştuğumuz lisanı unuttuk; o da dizlerin altında genişleyen kot pantolonlar, evde boyanmış gömlekler, Nehru ceketleri ve BARIŞ İÇİN ÖLDÜRMEK BEKÂRET İÇİN DÜZMEK GİBİDİR diyen pankartlar gibi unutuldu.

Bazen bir veya iki kelime belleğimizin yüzüne çıkıyor. Biliyorsunuz bilgi. Bilgi. Bazen de düşlerim ve anılarımda (Yaşım ilerledikçe, git gide daha fazla benzeşiyorlar.) o lisanı rahatlıkla konuştuğum yerin kol, sunu duyuyorum: bir toprak esintisi, portakal rayihası ve çiçeklerin solan kokusu.

1983: Tanrı hepimizi kutsasın

KÖR WILLIE


Sabah 6:15
Müzikle uyanıyor, daima müzikle; radyolu saatin alarmının tiz bip-bip-bip'iyle günün bu ilk bulanık anlarında baş edemiyor. Ses bir damperli kamyonun geri vitese geçmesi gibi geliyor kulağa. Yılın bu döneminde radyo yeterince kötü zaten; radyolu saatini ayarladığı istasyon sürekli olarak Noel şarkıları çalıyor. Bu sabah ise En Çok Nefret Ettikleri'nin listesinde yer alan iki veya üç tanesinden biriyle uyanıyor. Hare Krişna veya Andy Williams Şarkıcıları gibi bir şey. O, yatağının içinde doğrulurken soluk soluğa sesler benim duyduğumu duyuyor musun, diye şarkı söylüyor. Uyku sersemi bir halde gözlerini kırpıştırıyor. Saçları dört bir yana diken gibi uzanıyor. Bacaklarını aşağı sarkıtıp soğuk döşemenin üstünde yüzünü buruşturarak radyoya kadar yürürken ve radyoyu kapatan düğmeye hızla basarken benim gördüğümü görüyor musun, diye şarkı söylüyorlar. Arkasına döndüğü zaman Sharon her zamanki savunma konumuna geçmiş oluyor; başının üstünde katlı bir yastık, tek omzun satenimsi kıvrımı dışında bir yerinin görünmeyişi, dantelli geceliğinin atkısı ve tüy gibi bir saç perçemi. Banyoya geçiyor, kapıyı kapıyor, üstündeki pijama pantolonunu üzerinden sıyırıyor, onu kirli sepetine atıyor, elektrikli tıraş makinesini prize takıyor. Bıçağı yüzünün üstünde gezdirirken düşünüyor: Bir kere başlamışken niçin duyu listesinin kalanını da gözden geçirmiyorsun, oğlum? Benim duyduğum kokuyu sen de duyuyor, benim tattığımı sen de tadıyor, benim hissettiğimi sen de hissediyor musun? Duşu açarken, martaval, diye düşünüyor. Hepsi martaval.

Yirmi dakika sonra giyindiği sırada (bu sabah Paul Stuart'tan almış olduğu kurşuni takım elbise ve en sevdiği Sulka kravat) Sharon uyanır gibi oluyor. Ama bu kadarı Sharon'un ona söylediğini anlamasına yeter değil.

'Tekrar söyle," diyor. "Yumurtalı likörü anladık, ama geri kalanı sıfır."

"Eve dönerken bir şişe yumurta likörü getirir misin, diye sordum" diyor genç kadın. "Bilmem hatırlıyor musun, bu gece Allen'lerle Dubray'lar bize geliyorlar."

Erkek aynada saçlarını inceleyerek, "Noel," diyor. Haftanın beş bazen de altı sabahı müzik sesiyle uyanarak yatağının içinde oturan öfkeli ve şaşkın adama benzemiyor artık. Şimdi yedi kırkla New York'a gidecek bütün öbür insanlara benziyor, istediği de aynen bu.

Genç kadın uykulu bir gülümseyişle, "Noel'e ne olmuş?" diye soruyor. "Martaval, doğru mu?"

Erkek de aynı fikirde. "Doğru."

"Eğer unutmazsan, biraz da tarçın..."

"Olur."

"...ama yumurta likörünü unutursan seni katlederim, Bill."



"Hatırlayacağım."

"Biliyorum. Güvenilir bir insansın. Hoş da görünüyorsun."

"Teşekkür ederim."

Genç kadın kendini tekrar yastığının üstüne atıyor, sonra erkek lacivert rengi kravatına son kez çekidüzen verirken bir dirseğinin üstünde doğruluyor. Erkek hayatı boyunca hiç kırmızı kravat takmamıştı ve bu virüs kendisine de bulaşmadan mezara gireceğini umut ediyor. Genç kadın, "İstediğin metal süs tellerini aldım," diyor.

"Ne dedin?"

"Metal teller mutfak masasının üstünde."

"Ha evet." Erkek en sonunda hatırlıyor. "Teşekkür ederim."

"Tabii." Genç kadın yine dalmak üzere. Erkek onun saat dokuza -hatta isterse on bire- kadar yatakta kalabilmesine imrenmiyor, ama onun uyanıp konuşmasına, sonra tekrar dalmasına imreniyor. Ormandayken bu yetenek onda da vardı -arkadaşların çoğunda vardı- ama bu uzun zaman önceydi. Orada bir süre kalındı mı ülke değil, sanki ormandı veya bazen yeşil.

Evet, yeşilin içinde.

Genç kadın yine bir şey söylüyor, ama bu defa da anlaşılır gibi değil. Erkek onun ne dediğini buna rağmen biliyor: gününün iyi geçmesi dileği.

Karısının yanağını öperek, "Teşekkür ederim. Umarım," diyor.

Genç kadın gözleri kapalı yine, "Çok hoş görünüyorsun," diye mırıldanıyor. "Seni seviyorum, Bill."

Erkek, "Ben de seni seviyorum," diyor ve çıkıyor.

Evrak çantası Mark Cross -en kalitelisi değil, ama yakın- holde paltosunun (Madison Caddesi'nde Tager'den alınmış) asılı olduğu yerin yakınında duruyor. Geçerken çantayı kapıp mutfağa geçiyor. Kah-hazır -sen çok yaşa Bay Kahve- kendine bir fincan dolduruyor. İçerken evrak çantasını açıyor ve mutfak masasının üstündeki tel yumağını alıyor. Onu bir an yükseğe tutup mutfağın floresan ışığının altında nasıl ışıldadığına dikkat ediyor, sonra çantasının içine koyuyor.

Görünmeyen biriyle konuşur gibi, "Benim duyduğumu sen de duyuyor musun?" diyor ve evrak çantasını çat diye kapıyor.
Sabah 8:15
Solundaki kirli camın öbür yanında kentin yaklaştığını görebiliyor. Camın pisliği dev bir harabe gibi gözükmesine neden oluyor; kurşuni göğe bakmak için yüzeye çıkarılmış ölü Atlantis olabilir. Gün karlı, daha da yağacak, ama adam fazla aldırmıyor; Noel'e sekiz gün kaldı ve kar hızlanacak.

Tren vagonu sabah kahvesi, sabah deodorantı, sabah tıraş losyonu, sabah parfümü ve sabah mideleri kokuyor. Hemen her koltukta bir kravatlı var, şimdilerde bazı kadınlar bile kravat takıyorlar. Yüzlerde o saat sekiz görünüşü dikkati çekiyor. Gözler hem içe dönük, hem savunmasız, konuşmalar isteksiz. İçki içmeyen insanların bile akşamdan kalma gözüktükleri saat bu. Bazı kişiler gazetelerinden gözlerini ayırmıyorlar. Niçin olmasın? Reagan, Amerika'nın kralı, bonolar tahviller altın oldu, ölüm cezası da yine moda. Hayat güzel.

Kendisi Times'ın bilmecesini önüne açarak karelerden bazılar doldurmuş, ama bu çoğunlukla bir savunma önlemi. Trendeki insanlarla konuşmaktan hoşlanmıyor, aslında her türlü müphem konuşmalardan hoşlanmıyor, hayatta istediği son şey ise bir tren arkadaşı. Her hangi bir vagonda aynı yüzleri görmeye, insanlar ona başlarıyla selam verip, "Bugün nasılsınız?" demeye başlayınca, hemen bindiği vagonu değiştiriyor. Tanınmamak o kadar da zor değil. O sadece Connecticut banliyölerinden işine gidip gelen biri ve tek çarpıcı yanı, kırmızı bir kravat takmaya şiddetle direnmesi. Belki o da eskiden bir kilise okulunun öğrencisiydi, belki bir keresinde arkadaşının beysbol sopasıyla vurduğu ağlayan küçük bir kızı sıkı sıkı tutmuştu, belki bir zamanlar yeşilde vakit geçirmişti. Trende hiç kimsenin bunları bilmesine gerek yok. Trenlerin iyi tarafı da bu.

Geçit tarafındaki koltukta oturan adam, "Noel hazırlıklarınızı tamamladınız mı?" diye soruyor birden.

Bizimki neredeyse kaşlarını çatarak başını kaldırıyor, sonra bunun arkası gelecek bir laf değil, bazı insanların vakit geçirmek için kendilerini yapmak zorunda hissettikleri bir tür boş konuşma olduğuna karar veriyor. Yanındaki adam şişman ve sabahleyin ne kadar Speed Stick kullanmış olursa olsun. Vakit öğleyi bulunca ter kokacak... Ama Bill'e bakma lüzumunu hissetmediğine göre, mesele yok.

Bill yerde, ayaklarının arasındaki evrak çantasına -içinde bir yumak Noel ağacı süs teli dışında bir şey olmayan çantaya- bakarak, "Evet," diyor. "Yavaş yavaş Noel havasına giriyorum."


Sabah 8:40
Belki bin başka paltolu erkek ve kadınla Grand Central'dan çıkıyor. Çoğu orta düzeyde memurlar, öğleyin son süratle koşacak olan kaypak öğrenciler. Bir an kıpırdamadan durup soğuk gri havayı ciğerlerine çekiyor. Lexington Caddesi, Noel ışıklarına kavuşmuş, biraz ilerde de Porto Riko'luya benzeyen bir Noel Baba çanını çalıyor. Yanındaki sehpada bir yardım kutusu var. Sehpaya ilişik bir yaftada BU NOEL EVSİZLERE YARDIM EDİN diye yazılı. Lacivert kravatlı adam, bir kez olsun doğruyu söylesene, Noel Baba. Yaftanda BU NOEL KOKAİN TİRYAKİLİĞİME YARDIM EDİN desen olmaz mı? diye düşünüyor. Buna rağmen geçerken kutunun içine bir iki dolar atıyor. Bugünle ilgili uyguları iyimser. Sharon'un ona süs tellerini hatırlatması iyi oldu, yoksa onu getirmeyi herhalde unuturdu, her zaman böyle şeyleri unutuyor.

On dakikalık bir yürüyüşle binasına gidiyor. Kapının dışında siyah bir delikanlı duruyor, belki on yedi yaşında, arkasında siyah kot pantolon ve kapişonlu kirli bir kırmızı eşofman üstü var. Bir ayağının üstünden ötekine sıçrıyor, ağzından buhar püflüyor, iki de bir de gülümseyerek ağzının içindeki altın dişi gösteriyor. Bir elinde yarı yarıya plastik ezilmiş bir kahve fincanı tutuyor. Fincanın içinde aralıksız takırdattığı biraz bozuk para var.

Döner kapılara doğru ilerleyen yayalara, "Bana birkaç cent, bayım," diyor. "Bana birkaç cent, bayan. Teşekkür ederim, Tanrı sizden razı olsun, neşeli Noel'ler. Bana birkaç cent, bayım. Bana birkaç cent bayan. Bir çeyreğiniz yok mu? Teşekkür ederim, bayan."

Bill geçerken genç zencinin fincanının içine bir beş cent'le iki on cent atıyor.

"Teşekkür ederim, bayım. Tanrı sizden razı olsun, neşeli Noel'ler."

"Sana da neşeli Noel'ler."

Bill'in yanından geçen kadın kaşlarını çatıyor. "Onları alıştırmamalısınız." Bill omuzlarını silkiyor ve biraz utanmış gibi gülümsüyor. "Noel'de birine hayır demek zoruma gidiyor." Bill bir insan selinin içinde lobiye giriyor, gazeteciye yönelen önyargılı kadının bir an arkasından bakıyor, sonra art deco numaralı eski model asansörlere doğru yürüyor. Burada birçok kişi ona başlarını sallıyor, o da beklerken içlerinden bir ikisiyle üç beş laf ediyor; burası son değiştirebildiğiniz trenden farklı ne de olsa. Üstelik bina eski, asansörleri de ağır ve sorunlu. Beşinci kattan sürekli sırıtan sıska ve kuru bir adam, "Eşin nasıl, Bill?" diye soruyor.

"Carol iyi."

"Ya çocukların nasıllar?"

"İkisi de iyi." Bill'in çocuğu yok, karısının adı da Carol değil. Karısının genç kızlık adı Sharon Anne Donahue, lisenin 1964 mezunlarından. Ama sürekli sırıtan sıska ve kuru adam bunu hiçbir zaman önemsemeyecek.

Sıska adam, "Büyük günü iple çekiyorlardır," derken sırıtışı daha da genişleyerek yüzüne sığmayacak bir hal alıyor. Bill Shearman'a göre iri gözleri, upuzun dişleri ve pırıl pırıl gergin derisiyle bir dergi karikatürcüsünün ölüm kavramının ta kendisi. Bu sırıtış ona Shau Vadisi'ndeki Tam Boi'yi düşündürüyor. 2. taburun çocukları oraya dünyanın kralları gibi gitmişler, oradan cehennem kaçkını gibi çıkmışlardı Oradan çıkarken onların da iri gözleri ve kocaman dişleri vardı. Birkaç gün sonra birbirlerine karıştıkları Dong Ha'da hâlâ böyle görünüyorlardı. Yağmur ormanında öyle karışıklıklar oluyordu.

"Gerçekten iple çekiyorlar," diye adamın sözlerine katılıyor. Ekliyor. "Ama sanırım, Sarah kırmızı elbiseli adamdan şüphelenmeye başlıyor." Acele et, asansör, diye düşünüyor. Tanrım, beni bu saçmalıklardan kurtar.

Sıska adam, "Evet, öyle şeyler olur," diyor. Noel Baba yerine kanserden söz ediyorlarmış gibi yüzünden sırıtış bir an siliniyor. "Saran şimdi kaç yaşında?"

"Sekiz."


"Size bir iki yıl önce doğmuş gibi geliyor, değil mi? İnsan eğlendiği zaman, vakit uçup gidiyor, ne dersiniz?"

"Çok haklısınız." O sırada dört asansörden biri sonunda kapılarını açıyor ve içeri doluyorlar.

Bill'le sıska ve kuru adam beşinci kat koridorunda kısa bir süre yan yana yürüyorlar, derken sıska adam eski biçim çift kanatlı kapıların önünde duruyor. Bunun buzlu camının üstünde KONSOLİDE SİGORTA diye yazılı. Bu kapıların arkasından yazı makinelerinin yumuşak takırtısı ve çalan telefonların biraz daha gürültülü sesleri kulağa geliyor.

"İyi günler, Bill."

«Sana da."

Sıska adam bürosuna giriyor, Bill de kısa bir an odanın uzak ucunda büyük bir çelenk görüyor. Pencereler spreyli bir kutudan çıkan karla dekore edilmiş. Bill ürperiyor ve Tanrı hepimizi korusun, diye düşünüyor.


Sabah 9:05
Bürosu -bu binadaki iki bürosundan biri- koridorun uzak ucunda. Ona en yakın iki büro karanlık ve boş, son altı aydır da öyleler ve bu Bill'in işine geliyor. Kendi büro kapısının buzlu camının üstündeki yazıda BATI EYALETLERİ ARAZİ ANALİSTLERİ yazılı. Kapıda üç kilit var, biri binaya taşındığı zaman üzerinde duran ve sonradan kendisinin koydurduğu ikisi. Bill içeri giriyor, kapıyı kapıyor, sürgüyü itiyor ve emniyet kilidini de kapıyor.

Odanın ortasında bir masa var ve üstü karmakarışık kâğıtlarla dolu ama hiçbiri bir şey ifade etmiyor; sadece göz boyamak için buradalar. Bill arada sırada hepsini atıyor ve masanın üstünü yenileriyle dolduruyor. Masanın ortasında bir telefon duruyor, Bill bununla arada sırada rastgele telefon konuşmaları yapıyor. Telefon şirketinin o telefonun hiç kullanılmadığını zannetmemesi gerekiyor. Bill bir yıl önce bir teksir makinesi satın almıştı, büronun daha küçük ikinci odasının kapısında etkileyici duruyor, ama hiç kullanılmıyordu. "Benim duyduğumu duyuyor musun, benim kokladığımı kokluyor musun, benim tattığımı tadıyor musun?" diye fısıldıyor ve ikinci odaya açılan kapıya yürüyor. Buradaki raflarda daha da anlamsız kâğıtlar istiflenmiş durumda. İki büyük dosya dolabı, (bir tanesinin tepesinde bir Walkman duruyor. Birisi kilitli kapıyı vurup yanıt alamadığı zamanlar özür yerine geçiyor.) bir sandalye ve bir portatif merdiven var.


Yüklə 2,05 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   30   31   32   33   34   35   36   37   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə