Tüm hocalarimin anisina istanbul Üniversitesi Fizik Bölümü (… 2000) Tarihi Üzerine


Fiziğin felsefesi nedir? (Prof. Dr. Fikret Kartel'le söyleşi, Bilim ve Ütopya, Temmuz 1997.)



Yüklə 0,86 Mb.
səhifə9/10
tarix15.04.2018
ölçüsü0,86 Mb.
#38618
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

Fiziğin felsefesi nedir? (Prof. Dr. Fikret Kartel'le söyleşi, Bilim ve Ütopya, Temmuz 1997.)

- Bize biraz fiziğin felsefesinden bahseder misiniz?



- Şöyle: Fizik deneysel bir bilim mutlaka. Bir şeyler ölçüyorsunuz hatta birçok büyük keşifler labora­tuarda yapılıyor. Teorik olarak ya­pılan keşifler de var ama asıl ilk başlarda bütün kesimler laboratuvarda yapılıyor. Örneğin foton elektrodinamiği diye fiziğin bir kıs­mı vardır. Fizikte en hassas teorinin yapılabildiği ve ölçüler yapılabildi­ği bir kısım. Mesela birisi oturmuş Harvard Üniversitesi'nde masa ba­şında hesap yapıyor; elektronun anormal duruşlarını hesaplıyor. On­dan sonra başka birisi de ondan ki­lometrelerce uzakta bir laboratuar­da aynı şeyi ölçüyor ve ikisi de aynı çıkıyor; 100 milyonda bir hatayla, aynı çıkıyor. Bu oran çok hassastır; öyle binde bir hata falan değil. Şim­di bu, insanın aklını durduracak birşey değil mi?

- Büyük bir heyecan veriyor her­halde?



- Çok heyecan veriyor. Demek ki tabiattaki böyle bir derin bir şey. Bunun yanında başka bir alana git­seniz mesela dine, din çok gevşek kalır. Yuvarlak şeyleri söylüyorsu­nuz orada. Ama burada kesinlik var. Tabii bunun üzerine çok düşü­nen var. Çok meşhur bir İngiliz ast­rofizikçisi, "biz gerçekçiyiz, öyle teoriye falan aldırmayız" diyen fi­zikçilere karşı çok hoş bir sözü var­dı: "Bir insanın laboratuarda çalış­ması onun berbat bir metafizikçi ol­masına mani değildir!" Yani, her şeyden uzak bir tecrübe yapmak mümkün değil. Mutlaka bir teorik boyutu var.
"Tek Başına Fizik Programı" (Bilim ve Ütopya, Temmuz 1997.)

Prof. Dr. Ömür Akyüz
AAPT (Amerikan Fizik Öğret­menleri Birliği) 1992 yılı en iyi öğretmen ödülü olan Örsted Madalyası'nı Prof. Eugen Merzbacher'e vermişti. Orta ve Yükseköğrenimini Türkiye'de yapmış olan Mercbacher (İ.Ü. Fen Fakültesi 1943, Fizik-Matematik) bu ödül dolayısıyla yaptığı ko­nuşmada modern fizikle tanışmasını anlatmakta: Prof. Harry Dember'in, eski Fen Fakültesi binası olan "Zey­nep Hanım" konağının kapalı mane­jinden bozma ve bu yüzden öğrenci­lerin "Sirk" dediği anfisinde verdiği, birinci sınıfın Denel Fizik derslerinde anlattıklarının (Bohr atom modeli, karacisim ışıması, fotoelektrik-Compton vb. olayları gibi ilk örnekler) dışında, ileri derslerinin hiç birisinde bu yüz­yılda doğayı çok yakından anlamamı­zı sağlayan kuantum mekaniğinin öğretilmediğine; yalnızca, birkaç arka­daşıyla birlikte Avrupadan o yıllarda dönen Cahit Arf'ı (... at talented young mathematics professor...) hafta­lık kuantum mekaniği seminerleri Çapmaya ikna ettiklerine değinmekte. Ben aynı fakülteden, Merzbacher'den 20 yıl sonra, 1963 yılında mezun oldum. Eğer Fikret Kortel, Prof. Cahit Arf 'in himmetiyle kurul­muş olan Teorik Fizik Kürsüsü'nün derslerini, neredeyse tek başına yü­rütüyor olmasaydı kuantum mekani­ği öğretimi bakımından durum 20 yıl öncesinden pek farklı olmayacaktı. Zira bunu öğretmeye niyetli başka hiç kimse yoktu (Feza Gürsey gibi olanlar da bir şekilde küstürülmüş, kaçırılmışlardı). Oysa fizik doktora­sı yapmış ilk Türk olan Fahir Emin Bey (Yeniçay), bu derecesini 1926'da Sorbonne'da almıştı. 1926, Schrödinger buna, 1924 yılında da JSruglie'nin Paris'te önerdiği parçacık dalgaları" hipotezini geliştirerek varmıştı. Fahir Bey'in bunlardan ha­beri olmamasına ihtimal veremiyo­rum ama bu konular yıllarca Fen Fajröltesi öğrencilerinden esirgendi. (Atom fiziği dersleri ise bunları bu­gün neredeyse lise derslerinde oldu­ğu düzeyde kapsamaktaydı.)

İşte ben ve akranlarım Kuantum mekaniğim, hatta fiziğe girişi bundan da en az yarım yüzyıl eski olan Maxwell elektrodinamiğini, istatistik me­kaniği, daha da eskilere giden Hamilton mekaniğini ve fizikte kullanılan özel matematik yöntemleri ilk kez ve yalnız Fikret Kortel'den öğrendik. Hepsini iç cebinden çıkarttığı küçük bir cep defterindeki notlarından anla­tırdı. Başka konular da öğrendik. Bunlar arasında bulunan Sürekli Or­tamlar Mekaniği dersini verdiği sıra­larda, bu konuyla daha çok matema­tikçilerin ilgilendiğini, hatta bir gün asansörde karşılaştığı bir hocamızın (kendisini o sıralarda otomobil kul­lanma kitabı ile tanırdık) azıcık kü­çümser bir ifadeyle, "Sen kuantum mekaniği dersi mi veriyorsun?" diye sorduğunu söylemişti. Hoş yalnızca bu değildi üniversitede başına gelen­ler; Feza Gürsey'i profesörlük için önerdiğinde "Bir doçent ne hakla profesörlük için teklif yapar?" diye terslemişlerdi senatoda.

Fikret Bey, kendi dediğine göre 22 değişik ders vermiş. Bunları tek tek saymadı ama sadece benim yu­karıda saydıklarım bile yazının baş­lığına eklediğim sözü hak ediyor. Tek başına fizik programı! O bize yalnız deney dersleri verdi. Tabii dersleri yalnızca fizik ilkeleri ve denklemleri ile bunların açık seçik yorumlan değildi. Her fırsatta bize konuyla ilgili anekdotlar anlatarak ilgimizi canlı tutar, derslerin mono­tonluğunu bozardı. Bunların bir kıs­mı çok meraklı olduğu bilim tarihin­den alıntılar, bir kısmı ise bir süre birlikte çalıştığı Heisenberg'den dinledikleriydi. Ayrıca bizim genel eği­timimizi de gözetir; örneğin yeni açılmış olan Çekmece Nükleer Araş­tırma Eğitim Merkezi'ne ilk müdürü (bir yılı aşkın bir süre "patronum" da olan) değerli hocam Prof. Sait Akpınar'ın getirttiği yabancı bilim kişilerinin konferanslarını haber verir, git­memiz için bizi teşvik ederdi.

ABD'deki lisansüstü öğrenimim sırasında çok değerli, hatta Nobel ödüllü hocalarım oldu ama yukarıda saydığım özellikleri bir araya getire­ni olmadı. Ona olan saygımı perçin­leyen en önemli olay ise, bir diğer hocamızla birlikte profesörlükleri senatodan döndüğünde, diğer hoca­mız Danıştay'a başvurup unvanını alırken, O, "mahkeme karan ile aka­demik iş yapılmaz" demişti.

Tek bir kusuru vardı: Bazen haf­ta sonu balığa çıkar, üşütüp hasta ol­duğundan bir süre derslerinden bizi mahrum ederdi.
"Bastırın çocuklar, bastırın" ("Makalesi tesadüfen keşfedi­len bilim adamı" içinde, Bilim ve Ütopya, Temmuz 1997.)

Prof. Dr. Avadis Hacinliyan
İki tipik sınav sorusunu anlat­mak istiyorum. Bunlardan biri Laplace denkleminin 45 derece açılı bir dik üçgenle sınırlanan bölgede çö­zümüydü. Genel formalizmle çok zor olan bu problem simetri ilkesi kullanılarak bölge bir kareye ta­mamlandığında kolaylıkla çözüle-biliyordu. Bir diğer sorusu ise daha ilginçti: Bir vektörün bir elipsin yü­zeyi üzerinden yüzey entegralini sormuştu. Sınav sırasında bilinen yöntemle hesaplanması zor entegraller veren bu problemle boğuşur­ken Fikret Hoca'nın "bastırın, bas­tırın" diye fısıldamasına anlam veremiyorduk. Çünkü onun gibi sabır­lı bir hoca bu sözü "vakit doldu, ça­buk olun" anlamında kullanamazdı. Durum sonra anlaşıldı, hocamız bir koordinat dönüşümü ile elipsin ucundan bastırarak yüzeyi küreye çevirmemiz hususunda bize yardım etmeye çalışıyormuş. Bu sınavlar­dan aldığım en önemli ders, stan­dart yöntemlerin her zaman etkili olmadığı, bu yöntemleri kullanmak yerine simetri ilkeleri kullanarak problemin basitleştirilmesinin çö­züm için ilk adımı oluşturduğudur.


FEZA GÜRSEY (1921-1992)
Prof. Dr. Meral Serdaroğlu

(Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü Emekli öğretim Üyesi)
Bu yazı "Yitirdiğimiz Hocaları­mızla Anılar" adlı kitapçıktan alın­mıştır. Ed. M. Erbudak. 23. Ulusla­rarası TFD Toplantısı, Muğla, 2005.

Feza Bey 7 Nisan 1921 günü Anadoluhisarı Otağtepe'de annesi Prof. Dr. Remziye Hi­sar'ın ailesine ait büyük evde doğdu. Babası Doktor Reşit Süreyya Gürsey tıp doktoru ve öğretmen olmasının yanı sıra bilime ve sanata büyük ilgi­si olan bir aydındı. Bu nedenle pek çok bilim merkezini dolaşan, hatta bir ara Viyana'da Schrödinger'in Öğ­rencisi olan Doktor Reşit Bey, 1962 yılında ABD'de vefat etti.

Darülfünun'un fen okuyan ilk kız talebelerinden olan Remziye Hanım, Avrupa'da kadınların pek azının kariyer yapabildiği bir dönemde, 1920'lerde, Sorbonne'da Devlet Kimya Doktorası yapmayı başarmış bir bilim aşığıydı. İstanbul Teknik Üniversitesinden emekli oluncaya kadar bilimsel araştırmalarını sür­dürdü. 1991 yılında TÜBİTAK Hiz­met Ödülü'nü aldı ve 1992 yılında, oğlunun vefatından kısa bir süre sonra, hayata gözlerini yumdu. (Ek: d.1933 Üsküp- ö. 1992 İstanbul, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi, Kimya Bölümü ilk kadın öğretim üyesi, 1933. GA)

Remziye Hanım, Doktor Reşit Bey'le öğretmenlik yapmak için gittiği Bakü'de tanışmış­tı. Orada 1920 yılında evlenmişler ve aynı yıl birlikte İstanbul'a dönmüşlerdi. Kurtuluş Sa­vaşı sırasında Doktor Reşit Bey Ankara'ya. Remziye Hanım ise öğ­retmenlik yapmaya Adana'ya gittiği için. Feza Bey Hisar'daki evde an­neannesi ve teyzeleri ta­rafından özenli, sevgi dolu bir ortamda büyütülmekteydi.

Kurtuluş Savaşı so­nunda, 1923 yılında, Doktor Reşit Bey, Rönt­gen ışınlan konusunda araştırma yapmak üzere izin aldı ve Paris'e gitmeye karar verdi. Remziye Hanım da tahsilini devam ettirebileceği düşüncesi ile Adana'dan Paris'e geldi. 1924 yılında, Paris'te, bu olağanüstü çiftlerin kızları Deha doğdu. Deha'nın doğu­mundan sonra Remziye Hanım Milli Eğitim Bakanlığı bursu ile Sorbonne Üniversitesi'nde kimya doktorası için çalışmalara başladı. İstan­bul'dan Feza Bey ile gelen teyze de iki kardeşin bakımını üstlendi.

Feza Bey ilkokula Paris'te Jeanne d'Arc okulunda başladı ve daha orada öğretmenlerinin hayranlığını kazandı. Remziye Hanım doktora çalışmalarının yansında geri çağrılıp yeniden bursunu uzatabilmek için Türkiye'ye döndüğü zaman Feza Bey'i Galatasaray Lisesi'nin ilkokul 3. sınıfına yatılı olarak yazdırdı ve yanına sadece Deha'yı alarak Paris'e döndü. Deha Owen Gürsey İstanbul Tıp Fakültesi'ni bitirdikten sonra ABD'nin Önemli tıp okullarından Johns Hopkins'te psikiyatri profesörü oldu ve halen Baltimor’e de çalışmalarını sürdürüyor.



Üniversite yıllan

Feza Bey Galatasaray Lisesi Fen bölümünü, 1940 yılında, yerli, ya­bancı tüm hocalarım etkileyen bir efsanevi öğrenci olarak birincilikle bitirdi. Feza Bey lisedeyken fizik öğrenmeye karar vermişti, bu neden­le İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'ne girdi. Oradaki eğitim biraz hafif gelince, kendi deyişi ile "Asaf Halet Çelebi ile küllük kahvesinde tasavvuf, aşk, şiir ve sanattan dem vurmaya" koyuldu. Ancak, "her şeye rağmen fizik öğrenmeliyim" diyerek "derviş cübbesi yerine araştırıcı cübbesini" giymeye karar verdi ve 1944 yılında İ.Ü. Fen Fakültesi Fizik-Matematik Bölümü'nden lisansını aldı. Mezuniyetten sonra İTÜ'de asis­tan olarak çalışırken açılan Milli Eğitim Bakanlığı sınavını kazandı ve İngiltere'de Imperial College'da Prof. Dr. H. Jones danışmanlığında doktora çalışmalarına başladı. Lond­ra'nın bohem ve entelektüel yaşan­tısına katılırken araştırmalarını da sürdürüyordu.

………………………………

İlk Bilimsel Araştırmaları

İstanbul'a döndükten bir müddet sonra İ.Ü. Tatbiki Matematik kürsü­süne asistan olarak tayin edildi ve 1952 yılında İ.Ü. Fen Fakültesi asis­tanlarından Süha Pamir ile evlendi. Aynı yıl askerlik görevi için Anka­ra'ya Yedek Subay Okulu'na giden Feza Bey askerde iken doçentlik te­zini hazırladı ve 1953'te sınavı geçe­rek Doçent unvanını aldı. 1954 yılın­da da Tatbiki Matematik kürsüsüne doçent olarak atandı. 1954 yılında Süha ve Feza çiftinin tek çocukları Yusuf doğdu. Yusuf Gürsey de aile­sinden gelen genlere uygun olarak Brown Üniversitesi'nden fizik dok­torası aldı. Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde Doçent oldu. Halen Amerika'da yaşamakladır.

1950'lerde Feza Bey, Fikret Kortel ve Cahit Arf "gün ışığım Türki­ye'ye sokmak", yeni fikirleri yaymak ve üzerinde çalışabilmek için seminer ve dersler yapıyorlardı. Bu derslere öğrenciler, asistanlar hatta bazı hoca­lar girerlerdi. Feza Bey'in sekreterli­ğini yaptığı 1952 yılında düzenlenen uluslararası büyük mekanik kongresi, Prof. Dr. Erdal İnönü ile Feza Bey'in tanışmasına neden oldu ve dostlukla­rı sonuna kadar devam etti. Kongreye Abdus Salam ve Behram Kurşunoğlu da katılmıştı. Fen Fakültesi'ndeki ye­niliği dışlayan tutuma ve ilgisizliğe rağmen Feza Bey çalışmalarını sür­dürdü. Klasik spinli elektron, kuater-nionların rölativiteye uygulanması ve konform grup üzerine makaleler yurt dışında ve İ.Ü. mecmuasında neşre­dildi. Feza Bey'in, meslektaşlarının dediği gibi kendi kendini yetiştirmiş bir bilim adamı olmasının nedeni bi­raz da İstanbul'daki bu donemden kaynaklanır.

…………………………….


SU(6) simetrisinin bulunuşu

Feza Bey 1961 yılında ünlü bir fizikçi olmuşken Türkiye'ye geri döndü. Prof. Erdal İnönü'nün ısrar­ları ve uğraşları sonunda, İ.Ü.'den ayrılarak yeni kurulan Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Teorik Fizik Bölümü'nde profesör olarak Çalışmaya başladı. ODTÜ'de görev yaparken fiziğin en son sınırlarında yapılanları takip edebilmek için kısa süreli izinlerle Princeton ve Yale üniversitesine gitti. O yıllarda fizik bölümünde okuyan öğrenciler asis­tanlar, diğer hocalar, Feza Bey'in ODTÜ'ye getirdiği, Nobelli ve No-belsiz ünlü, lider fizikçileri, yakın­dan tanıyıp dinleme şansını yakala­dılar.

………………………………….
Yale ve ODTÜ'de çift profesörlük

1968 yılında Yale Üniversitesi, emekli olan Prof. G. Breit yerine Fe­za Bey'e profesörlük teklif etti ve ODTÜ'deki görevine devam etmesi­ni de kabul etti. Böylece Yale ve ODTÜ arasında öğrencileri ile bir­likte yıllık gidiş gelişler başladı. Gün ışığının gireceği pencereyi ardına kadar açmıştı Feza Bey.



1974 yılında ODTÜ Rektörü Prof. Tarık Somer tarafından "Türki­ye'nin seviyesine ve ihtiyaçlarına uygun olmayan üst düzeyde araştır­ma yaparak zararlı örnek olmak ve sık sık ücretsiz izinli olarak dışarıda­ki bilim merkezlerinde çalışmak ve bu bilimsel alışverişe öğrencilerini de katmak" nedeni ile istifaya davet edildi. Etmeyince izni kaldırıldı ve böylece Yale Üniversitesi'ne gitmek zorunda bırakıldı. 1977 yılında Yale Üniversitesi'nde Nobel ödüllü fizik­çi J. Williard Gibbs kürsüsünün pro­fesörlüğüne seçildi.


SAİT AKPINAR (1913-2003)
Gediz Akdeniz ve Ali Girgin
İstanbul Üniversitesi, Fizik Bölümü, İstanbul
Sait Akpınar 28 Mart 1913 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası kumaş ve fes imal edilen Feshane-i Amire’nin imamı Yahya Efendi’dir. Osmanlı İmparatorluğunun son günlerini yaşadığı yıllardır.
Henüz çok küçük olmasına rağmen Sait Akpınar’ın ilk hatırladıkları Birinci Dünya Savaşına ait anılardır [1].
Uçakları hatırlıyorum. Uçaklar İstanbul üzerine geldiği zaman, evde bir telaş olurdu. Annemiz beni kardeşimle birlikte evimizin alt katına saklardı.”
Sait Akpınar, 1920 yılında Hekim Kutbuddin adında bir mahalle mektebine gönderiler.
O yaşlarda ben, en modern çekirdek fiziği araştırma metotlarından birini kullanarak annemin saatini incelemiştim. Annemin altın, üzeri mineli, pırıl pırıl bir kol saati vardı. Saat evde çekmecede dururdu. Bahçede üzerinde ceviz kırdığımız yüksek bir taş vardı. Saatin içinden çarklar çıktı. Evvela içinde bir şeyler oynuyordu, sonra onlar da durdu. Bir ara “cizzt” diye bir ses çıktı, saatin yayı boşalmıştı. Sonra her şey bitti. Bilirsiniz, çekirdek fiziğinde hızlandırıcılar kullanılır; bunların hepsinin metodu benim kullandığım metodun aynısıdır.”
Cumhuriyet ilan edildiğinde Sait Akpınar 10 yaşındadır ve bütün mahalle mektepleri kapatılmıştır. Evlerine en yakın olan ilkokula kayıt olmak için giden Akpınar’a, okulda yer olmadığı için biraz beklemesi söylenir [1]:
Yine de senin kaydını yapalım, yakında Defterdar’da, Balıkhane Nazırı’-nın konağında okul açılacak, oraya gidersin.” Birkaç ay sonra okulun açılmasıyla öğrenimine yeniden başlayan Akpınar, daha önce beşinci sınıfa gelmiş olmasına rağmen okulda ikinci sınıfa kadar ders açıldığı için ikinci sınıftan devam eder. Bu arada Yahya Efendi, feshane fabrikasında beraber çalıştıkları ve Fransa’da eğitim görmüş bir tekstil mühendisi olan Cevat Bey’den oğluna Fransızca dersleri vermesini ister. “Feshane fabrikası, Haliç’te deniz kenarındaydı. Cevat Bey odasına geldiği zamanlar ders yapardık. Gelmediği zamanlarda ise ben çok sevinirdim; fabrikanın içinde dolaşmaya çıkardım çünkü. Babam oranın imamı olduğu için bana ses çıkarmazlardı; ben de bir şeyler keşfetmeye çalışırdım. En çok da fabrikanın düdüğünün nerede olduğunu keşfetmek isterdim.”
Sait Akpınar fiziğe ilgi duymasına neden olan ilginç rastlantıyla şöyle anlatır:
Bir gün annem beni bir şeyler almam için aktara gönderdi. Aktar, yanında duran kitaptan bir sayfa kopardı, onu külah yaptı ve aldıklarımı bunun içine koydu. Bizim evde okumak için yalnızca babamın kitapları vardı; onların da kimisi Arapça, kimisi Farsça’ydı. Ben ara sıra onlara bakardım ama hoşuma giden bir şeyler göremezdim. Eve gelen kesekağıtları hep gazeteden yapılırdı, onları açar okurdum. Aktardan döndükten sonra ben o külahı da açıp okudum. O kadar enteresan şeyler yazıyordu ki. Enerji diye bir şey tarif ediyordu: Isı enerjisi vardır, elektrik enerjisi vardır. Gittim aktardan kitabı aldım ve eve geldim. Aman yarabbi! O enerjilerin birbirine nasıl dönüştüğünü, sorup tecrübe etmek istediğim ama tecrübe edemediğim bilgilerin hepsi vardı. Kitabın ne başı ne sonu belliydi. Yalnız bir sayfasının

başında hikmet-i tabiyye diye bir yazı vardı. Eskiden fiziğe böyle derlermiş.”
1927 yılında ilkokulu bitiren Sait Akpınar, 1930 yılında Eyüp Ortaokulu’ndan mezun olur

ve ilk öğrencilerinden biri olduğu Aksaray’daki Pertevniyal Lisesi’ne başlar. Bu yıllarda Fransızca öretmeni Nurullah Ataç’tır. Akpınar’ın çok iyi Fransızca bildiğini gören Ataç, ona bol bol Fransızca kitap okumasını ve Almanca öğrenmesini önerir. Bunun üzerine Akpınar, sonraları Dil Tarih- Coğrafya Fakültesi’nde profesör olan Christinus adlı bir Avusturyalıdan Almanca dersleri almaya başlar. Sait Akpınar’ın üniversiteye başladığı yıl olan 1933, üniversite reformunun yapıldığı yıldır. Elektrik ve elektronik Akpınar’ın ilgisini çekmektedir ve İstanbul Üniversitesi Elektronik Bölümüne başlar.


“İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Elektrik-Elektronik Bölümünün sonradan kapatılmış olmasının Mühendislik Fakültesinin olmadığı yıllarda Fizik Bölümünün gelişmesinin hızını kesmiştir” yorumunun [2] yanlış olmadığını burada da görüyoruz. Örneğin Sait Akpınar’ın bir yıl sonra Maarif Vekaleti Avrupa imtihanını kazanıp devlet bursu alarak Almanya’ya, Goethe Üniversitesi’ne gitmesini ve sonra da fizikçi olmaya karar vermesini elektronik merakı yanında Elektronik Bölümüne kayıt olmasına borçludur:

İstanbul’da 1926 yılında ilk radyo kurulduğu zaman ben radyo yapmayı öğrendim. Kendime yaptığım gibi başkalarına da yapardım. İTÜ’de okutulan kalın bir kitap vardı. Abbas adında bir arkadaşımla bu konuları sürekli konuşur tartışırdık. Okulda yabancı hocalar vardı. Von Mises [3] adlı bir Alman matematik hocamız vardı. Von Mises Alman olmasına rağmen Fransızca konuşurdu ve okuldaki bazı doçentler söylediklerini bize tercüme ederlerdi; Ratip Berker ve Cahit Arf bunlardandı. Bir ders beni okumaktan neredeyse alıkoyacaktı: teknik resim. Teknik resim dersinde bazı makine parçaları masanın üzerine konulur ve bunların şekilleri çizilirdi, ben de gayet güzel çizerdim. Fakat sonra, ‘teknik resmi mürekkeple yapacaksınız, hepinizin de bir pergel takımı olacak’ dendi. Pergel takımı yirmibeş lira, babamın maaşı onbeş lira. ‘Ben bunu babama söyleyemem,’ dedim kendi kendime, onun için bu tahsili bırakmak lazım. Ben böyle kararsızlık içindeyken eve bir mektup geldi:



Siz Avrupa imtihanını kazandınız, İstanbul Maarif Müdürlüğüne müracaat ediniz.’ Adeta havalara uçtum ve kısa sürede işlerimi hallettim. 1934 başında sekiz kişi Berlin’deydik. Sınavdaki bir soruyu iyi cevaplandırmıştım: ‘Radyo nedir, nasıl çalışır?’ Sanırım o soru sayesinde ben sınavı kazanmıştım.”
Sait Akpınar, Pertevniyal Lisesi’nde bir yıl Almanca okuduğu için, Almanca öğrenmeyi bırakır ve İngilizce dersleri almaya başlar. 1934 yılının Eylül ayında dil öğrenimini tamamlayan Akpınar, fizik, kimya ve matematik öğrenimine başlamak için Berlin’den Frankfurt’a gelir. Goethe Üniversitesi’ndeki öğrenimini sürdürdüğü sıralarda Almanya’da başlayan Yahudi aleyhtarı tutum, üniversitedeki bir çok bilim adamının yurtdışına, bu arada Türkiye’ye kaçmasıyla sonuçlanır. Bu durumdan Goethe Üniversitesi de etkilenmiştir. Öyle ki üniversitenin matematik bölümünde bir tek hoca kalmıştır, o da bir doçenttir. Bir gün, öğretim görevlilerinden bir fizik asistanı Akpınar’a ‘Bütün iyi hocalar İstanbul’da. Sen niye buraya geldin?’ der. Bu durum karşısında Akpınar, Almanya’da fiziğin en iyi okutulduğu Göttingen’e gitmeğe karar verir ve 1937’de Göttingen’e geçer. Burada Prof. Dr. R. W. Pohl ile yürüttüğü doktora çalışmasını 1940 yılında tamamlar [1].
Ben 1938 yılında doktora çalışmamın laboratuar kısmını tamamlamıştım. Bir süre dinlenelim diye iki arkadaşımla seyahate çıkmaya karar verdik; motosikletlerimizle Karaormanlar’a gittik. Bir gün bir yerde oturmuş bira içerken, 18 Ağustos’tu, yanımda oturan adamla ahbaplık ediyorduk. Bir ara bana ‘Bu yaptıkları domuzluk değil mi?’ dedi ve cebinden çıkardığı kırmızı bir kağıdı masanın altından bana gösterdi: savaş emri yazıyordu kağıtta, 1 Eylül için adamın celp emriydi. Böylece İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcını öğrenmiş olduk.
Sait Akpınar 1939 Ağustos’unun sonunda Türkiye’ye döner. Bir yandan tezini yazmakta bir yandan da Almanya’ya dönüp sınava girebilmek için izin beklemektedir. Bu tarihlerde Prof. Kerim Erim ve İTÜ’den Prof. Salih Murat ile birlikte çalışma teklifleri alır. Ancak Akpınar, Almanya’dan gelen, o yıllarda Tecrübi Fizik Enstitüsü başkanı olan ve 2. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’yi terk edecek olan Profesör Harry Dember’in yanında, Fen Fakültesi’nde kalmaya karar verir. O günlerde Polonya savaşı biter ve Akpınar’a Almanya’ya gidiş izni çıkar. 29 Şubat 1940’ta doktorasını alan Akpınar, Mayıs başında yurda döner. Bir yıl sonra Akpınar askere çağrılır. Gaziemir’deki yedeksubay okulunda 4 ay kaldıktan sonra Ankara’ya gelir ve muhabereci olur. Bir ay Başbakanlık Muhabere Taburu’nda kalan Akpınar, Genelkurmay’a alınır. İkinci Dünya Savaşı’nın en yoğun olduğu günlerdir ve Türkiye’nin de savaşa girme tehlikesi vardır. Bu dönemde Sait Akpınar, Çatalca, Çanakkale ve Kars müstahkem mevkilerinin muhabere planlarını yapar.
Akpınar, 1943 yılında terhis olduktan sonra İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde fizik asistanı olarak çalışmaya başlar. O yıllarda Fizik Bölümünün birkaç doktoralı asistanlarından biridir ve Fizik Bölümündeki i görevi öğrencilere fizik deneylerini göstermektir. Birlikte çalıştığı hocalardan biri, o günlerde İsviçre’den gelmiş (1944, Şubat) olan Prof. Zuber’dir. Eski Fen Fakültesi Vezneciler’de, Zeynep Hanım Konağındadır. Bu binanın 1942 yılında yanmasından sonra yeni bir Fen Fakültesi binası yapılmıştır. Sait Akpınar yangından kurtarılan laboratuar gereçleriyle deneyleri hazırlamaya çalışır; kullanılamayacak durumda olanları ise onarması için Toros adlı bir ustaya götürür. İlerde evleneceği eşi Remziye Hanım da bu bölümde asistandır ve Prof. Zuber’in doktora öğrencisidir. 1948 yılında evlenen çiftin bir kızları olur.
Prof. Akpınar, radyoizotopların tıp alanındaki uygulamalarının Türkiye’deki öncülerindendir.

Özellikle tiroid bezinde ortaya çıkan enfeksiyon ve düzensizliklerin neden olduğu hastalıkların tanısında radyoaktif iyot (İ-131) kullanımına yönelik ilk çalışmalar Türkiye’de, Fen Fakültesi Denel Fizik Kürsüsü’ndeki Laboratuarında, Sait Akpınar tarafından başlatılmıştır. Bu çalışmalar sırasında ayrıca, akciğerlerin gözlenmesini sağlamak amacıyla, cıva buharlı lambalar geliştirmiştir. Akpınar, 1991 yılında Türk Fizik Derneği’nin düzenlediği “Kurt Zuber Sempozyumu”nda o günleri şöyle anlatmıştır [3]:


“…Ondan sonra bir grup teşekkül etti. Remziye Akpınar vardı ve Suha Gürsey bize katıldı. Şimdi yaptığımız çalışmaları size tanıtmak istiyorum; İşte proporsiyonel sayıcı rezolusyonu ve anizotropisi. 1947 ‘de bu çalışmayı yaptım. Ellilerde Tıp Fakültesi Haseki Hastanesinde Radyoaktif cisimlerin tıpta kullanılması güncel olmuştu ve orada da tiroid hastalıkları üzerinde araştırma yapan bir grup vardı. Onlarla beraber bir takım çalışmalar yaptık. Benim burada hazırladığım aletleri oraya götürdük, onlar hastalarını getirdiler. Hatta ilk hastalarını benim bunun altındaki odama getirdiler. Böyle tahta masaların üzerinde, bazen hanım- bazen bey, yatırıp onların tiroidlerini ölçtük. Ondan sonra atom bombaları deneniyordu, ikide birde, sağda solda ve yağışlar geliyordu. Burada damda bir tertibat yaptık. Acaba bize ne kadarı geliyor falan onları incelemiştik. Proporsiyonel sayıcı resolusyonunu araştırırken ilk defa gördüğümüz bazı olaylarla karşılaştık. Bunların bir tanesine anormal pulslar diyorduk. Onların araştırmasına Suha (Gürsey) katıldı. Deşarjın yayılması üzerine yaptığımız tecrübelerin bir kısmı benim yaptığım tecrübeyle, bir kısmı da Remo’nun (Remziye hanım) yaptığı çalışmayla ortaya çıktı. Bir Geiger tüpü içerisine bir partikül girdiği zaman biliyorsunuz, çarpışmayla iyonizasyon yapıyor ve kafi derecede büyük elektrik yükü meydana getirdiği için partikülün sayılması mümkün oluyor. Bu deşarj acaba nasıl yayılıyor? Gördük ki partikülün geldiği yerde takriben deşarjın %60ı toplanıyor ve ancak Geiger sayıcısı gibi daha yüksek tansiyonda çalışan bir sistemde deşarj hem ortadaki telin partikülün geldiği mıntıkasında halka teşekkül ediyor ve hemde tel boyunca yürüyor. Suha (Gürsey) saf ve organik bir bakır içerisinde anormal deşarja eşlik eden foton emisyonunu inceledi. Bir buhar içerisinde kafi derecede yüksek alanlarda bir iyonizasyon meydana getirecek olursanız o buhara ait moleküller enerji seviyelerinin araştırılması mümkün oluyor…


“Bundan sonraki çalışmalarda, bu anormal pulsları kozmik ışınların nükleer komponentlerinin, nötron, antiproton ve proton gibi bileşenlerinin, deteksiyonunda acaba kullanabilirmiyiz diye bir tecrübe yaptım burada ve Uludağ da. Fakat o kadar verimli bir şey değildi. Çok dar bir çalışma sahası vardı. Pek emniyetli olmadığı ortaya çıktı. Sonra 7. çalışma : “Output Distorsiyon of a Differential Analyzer” bu “Nuclear Instruments” mecmuasında yayınladığım ufak bir nottur. O zamanlar atom bombalarından gelen radyoaktif malzemenin cinsi nedir? Diye araştırdık. Aşağı yukarı biliyoruz, periyodik sistemde ne varsa hepsinden var. Fakat bilhassa böyle zayıf praparatı ölçerken sanki çift sayılar biraz fazlaymış gibi geldi ve o zaman şunu düşünmüştük: bir partikül parçalanıyor, onu görüyor cihaz; fakat ortaya çıkan yeni malzeme de radyoaktif. O da arkasından parçalanıyor. Çünkü yarı ömrü kısa. Şimdi acaba böyle şeyler varmı? Böyle bir malzeme bazı tabii radyoaktif cisimlerde oluyor. Acaba fisyon artıklarında böyle bir şey varmı? Bu mesele söz konusuydu. Onun için bir elektronik devre yapmayı düşünmüştüm. 8 numaralı da bu cihazın anlatılmasıdır. Burada mecmua ismini görmüyorsunuz. Umumiyetle onların hepsi Fen Fak. Mecmuasında çıkmıştı. Yalnız birkaç tanesinde mecmua ismi var, onlar dışarıda yayınlandı. Bu sefer şöyle bir problemde çıktı. Şimdi bizim diferansiyel integral analizör bir radyoaktif malzemenin gecikme analizini güzel yapıyor. Fakat bir element hakikatten olsa ve parçalansa onun arkasından da kısa ömürlü bir şey çıksa ben bunu cihazıma koysam doğru dürüst ölçebilirmiyim? Fakat öyle bir preparat yok elimizde. Tabiatta böyle saniye mertebesinde yarı ömrü olanlar da çok az ve bunlar da bizde yok. O halde şöyle düşünmüştüm elektronik bir devre yapayım. Bu elektronik devre tamamen istatistik olan hadiseyi simule etsin. Bununla bakalım ne elde edeceğiz. Bu Izomer Simulatör dediğim şey. 9. çalışma: onu Review of Scientific Instruments’de yayınlamıştık. Ondan sonra radyoaktif yağışları 58’de tekrar topladık ve gördük ki o zaman hakikatten bazen müsaade edilebilir dozun üstünde radyoaktif su geliyor yağmurdan. Sonra düşündük ki Türkiye’de birçok yerde yağmur suları ayazmalarda toplanıyor ve sonra içiliyor, ev işlerinde kullanılıyor. Gerçi süzülüyor fakat acaba bunların mertebesi nedir? O zamanlar atom-enerjisi komisyonuyla ilişiğim vardı. Orada onlara tavsiye ettim süzme meselesini. Süzmek içinde killi toprak çok iyi bir süzgeç oluyor. Ondan geçirmek suretiyle radyoaktif maddenin hemen hemen çoğunu orada yakalıyorsunuz. Öyle bir çalışma Ankara Üniversitesi’nde yapılmıştı. Bu da nükleer patlamaların burada topladığımız radyoaktif artıklarını analiz etmek suretiyle bunların ne zaman patlatılmış bir atom bombasının etkisidir, onu bulmak için başka bir fiziksel arayıştır. Beta absorbsiyonu ile ilgili bir çalışma dışarıda, Nükleoniks’de yayınladı ve birçok mektuplar alındı. Arada birkaç radyoaktif çalışma daha yapıldı. 1947’de Bolu zelzelesi olmuştu. O zaman oradan yeni sular çıkmıştı. Fen Fakültesi o suların aktivitesini incelemek üzere Adnan (Sokullu) ile beni Bolu’ya göndermişti. Başka bir sefer de yeni keşfedilen Damlataş Mağarası’nın su ve havasını incelemek üzere İkinci Kimya’dan Halit Bey ile birlikte oraya gönderildik. Gazete haberlerinin aksine hastaları iyileştiren etkilerin radyoaktivite değil, yüksek yoğunlukta Karbondioksit olduğu anlaşıldı.
Sait Akpınar, 1948 yılında üniversite doçenti olduktan bir yıl sonra eylemli kadroya geçerek Tecrübei (Denel) Fizik Enstitüsü’nde görevine devam eder. Sait Akpınar 1956 yılında İstanbul Üniversitesinden ve İstanbul Teknik Üniversitesinden dörder kişinin katılımıyla

kurulan müşterek bir reaktör komitesine girer. Bu komitenin amacı Türkiye’de bir nükleer reaktör kurmaktır. 1949 yılında ABD bursu ile Massachusetts Institute of Technology’de nükleer elektronik ve kozmik ışınlar üzerine çalışmalar yapan Akpınar’ın bu konuda oldukça geniş bir bilgi birikimi oluşur. 1955−57 yılları arasında Uludağ’da bir fizik laboratuarı kurulması çalışmalarının içine giren Akpınar, burada memleketimizde ve Orta Doğu’nun bu bölgesinde ilk ve tek olan bir mezon teleskopu geliştirir ve uluslararası bir çalışmanın parçası olarak bununla gözlemler yapar.


Buradaki bütçenin yetersiz oluşu, imkansızlıklar yüzünden alınamayan bilimsel malzemeler, çalışmayı olanaksız hale getirdiğinde Sait Akpınar buradan ayrılmaya karar verir. 1956−57 yılları arasında Milli Savunma Bakanlığı İlmi İstişare Kurulu üyeliği de yapar. 1957 yılında profesör kadrosuna atanan Akpınar, 1957 − 61 yılları arasında İÜFF’nde dersler verir. Bu tarihte 6 ay için ABD’deki Argonne National Laboratory’de Nükleer Reaktörler kursuna katılır ve burada bir süre ders verir.
“Argonne’dan ayrıldıktan sonra, Hariciye Vekaleti beni Türkiye’de kurulacak reaktörü yapacak olan fabrikanın daha önce yapmış olduğu bir reaktörü incelemek ve onun üzerinde daha yakından etüt yapmak üzere üç ay süreyle Princeton’a gönderdi. Sonra Hariciye Vekaleti’ne:

‘Ben bu işin nasıl yapılacağını Amerikalılar’dan iyice öğrendim. Ama bunu bizim ülkemizin şartlarına uyarlamak kolay değil; çünkü onlar iki durumla karşılaştıklarında kolay ama pahalı olanı tercih ediyorlar, oysa bizim paramız az. Avrupa’dakiler aynı problemleri nasıl çözüyorlar ben bunları öğrenmek için onbeş günlük bir program istiyorum,’ dedim. İngiltere, İsveç, Norveç, Fransa ve Almanya’daki nükleer merkezleri gezme fırsatı buldum. Bu geziden sonra Türkiye’ye döndüm.”

Nükleer reaktör 1961 yılında açılacaktır. Türkiye’ye döndükten sonra Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’nin (ÇNAEM) kuruluş çalışmalarını yürüten Akpınar, 1962−69 yılları arasında bu kuruluşun müdürlüğünü de yapar. Sait Akpınar, aynı yıllarda TÜBİTAK Temel Bilimler Araştırma Gurubu Yürütme Komitesi’nde de görev alır. Akpınar ÇNAEM Müdürlüğü görevi sırasında Kimya, Radyoizotopüretimi, Radyobiyoloji, Reaktör Fiziği,

Elektronik ve Sağlık Fiziği Bölümleri’ni kurarak bilimsel çalışmaların başlamasını ve merkezin, uluslar arası düzeyde bir araştırma merkezi niteliğine kavuşmasını sağlamıştır. Ayrıca ÇNAEM’de Akpınar döneminde, sonradan dağıtılacak olan, Prof. Dr. Niyazi Tarımer liderliğini yaptığı Teorik Fizik çalışma grubu oluşturulmuş ve bu metnin yazarlarından biri olan (Gediz Akdeniz) 1968 yazında grubunun açtığı Kuvantum Fiziği ve Elektromagnetik Teori kurslarına katılmıştır.


Prof. Akpınar, ÇNAEM’deki görevinden ise Nisan 1969’da Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Genel Sekreterliği ile anlaşamadığı için istifa eder ve üniversiteye döner.
Dr. Ayhan Çilesiz, o günleri şöyle yorumlamaktadır [3]:
Prof. Akpınar’ın meslek yaşamı ülkenin bir bakıma 1930’lardan bu yana olan gidişinin bir göstergesi sanki ÇNAEM’deki engellemeler, zorluklar, saçmalıklar gittikçe artmış, Prof. Akpınar’ın tüm uğraşılarına karşın araştırmalar azalmaya başlamıştır. Bu işin sonu, Prof.

Akpınar’ın 1969 Nisan’ında Merkez Müdürlüğü’nden istifasından, 1969 Ekim’inde de benim Reaktör İşletme Şefliği ve Müdür Vekilliği’nden atılmama kadar varmıştır.”
Prof. Dr. Erdal İnönü, İstanbul Üniversitesi’nde yapılan Heisenberg gibi büyük fizikçilerin de katıldığı “Mekanik Kongresi”ne katılması Türk Fizik Tarihinde önemli değişikliklere neden olmuştur. İnönü’nü bu kongre vasıtasıyla tanıdığı fizikçilerden biri de Prof. Akpınar dır. İnönü bu tanışmayı ve sonrasını şöyle anlatır [4]:
1952’de ben ABD’de teorik fizik üzerine doktora yaptıktan sonra döndüm ve Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’nde göreve başladım. Yaz sonunda İstanbul’da bir mekanik kongresi olmuştu. Dünyanın ünlü mekanik ve matematik araştırıcılarının geldiği bir toplantıydı. O kongrede ben de yeni doktora çalışmamı anlatmak için bulundum ve İstanbul Üniversitesi’ndeki fizikçilerle tanışma olanağı buldum. Sait Bey ile o zaman tanıştık. Benim

Doktora çalışmam kozmik ışınlar üzerinedir; kozmik ışınların elementer parçacıklar alanındaki bir sonucunu hesap etmiştim. O günlerde Sait Akpınar da kozmik ışınlarla ilgileniyordu. Böylece bir işbirliği ortamı doğmuş oldu. Kendisi İÜ’nde olduğu için ben çalışmalarını uzaktan takip ediyordum. O zaman öğrendim ki, ben kendisini daha önce de görmüştüm. Ben o sıralar henüz lise öğrencisiydim. Babam o zamanlar cumhurbaşkanıydı; birlikte Polatlı Topçu Okulu’na ziyarete gitmiştik. Babam orada yedeksubay öğrencileriyle birlikte yemek yemişti. Masada ben de yanındaydım. Aynı masada okul komutanı, baş yaver, iki de yedeksubay öğrencisi vardı. Sonradan öğrendim ki, o iki öğrenciden biri Sait Akpınar’mış. Sait Akpınar ile başka bir anım da 1953 yazında birlikte Avrupa’ya yaptığımız seyahattir. O yıl Fransa’da Alpler üzerinde, Chamonix’de Teorik Fizik üzerine bir yaz okulu düzenlenmişti; bugün çok popüler olan yaz okullarının ilkiydi. Sait Akpınar da o yaz İspanya’da Pirene Dağları’nda bulunan Bagneres de Bigorre’a gidecekti.

İkimizin de seyahat tarihleri çakışıyordu ve yola beraber çıktık. Yolculuğumuza İstanbul’da başladık; otomobili ben kullanıyordum. Yunanistan’dan geçerken, ıssız bir arazide otomobilden benzin kokusu gelmeye başladı. Ben önce aldırmadım, ama koku artınca durmak

zorunda kaldım. Kaputu açınca Sait Bey şöyle bir baktı: “Aa” dedi, “buradan benzin sızıyor.” Benzini karbüratöre götüren boru delinmiş. Sait Bey, “mesele yok” dedi ve boruyu delik yerinden kesti ve tekrar yerine taktı. Sonra yola devam ettik. Sait Bey yanımda olmasa idi böyle bir arızada ben yolda kalırdım. Türkiye’ye döndüğümüzde Sait Bey, beni Uludağ’daki kozmik ışınları inceledikleri merkeze götürdü. Kendi Geiger sayaçlarını kendileri yaparlardı. Kırk elli tanesini bir araya getirip teleskop yapmışlardı. Ben orada bir gece kaldım. Sait Bey’in kendisi gibi fizikçi olan eşi Remziye Hanım bana orayı gezdirmişti. Orada zorluk, eksik parçaları zamanında bulamayışlarıydı. Sait Bey oradan ayrılmak zorunda kaldığında çok üzüldüm.
Prof. Akpınar, 1983 yılında emekli oluncaya kadar katıhal fiziği üzerine lisans ve lisans üstü dersler verdi. Bu tarihte TÜBİTAK’ın Gebze’de faaliyet gösteren Temel Bilimler Araştırma Enstitüsü’nde danışman olarak çalışmaya başlayan Akpınar, bu görevini 1993 yılına kadar sürdürdü.
Prof. Akpınar, Türkiye’de gerek fizik biliminin, gerekse fiziğin elektronik, kozmik ışınlar, radyasyon fiziği ve katıhal fiziği alanlarındaki çalışmaların gelişmesine olan katkıları yanında, çağdaş bilim ve teknoloji kurumlarının kurulmasına olan katkıları ve kurumlarda yaptığı etkin görevler nedeniyle 1983 yılında, TÜBİTAK Hizmet ödülü’yle ödüllendirilmiştir.
Prof. Akpınar, 11 Mayıs 2003 tarihinde bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetmiştir.
KAYNAKLAR:


  1. Gökhan TOK; “Sait Akpınar” TÜBİTAK, Bilim ve Teknik Mecmuası 350 (1997) 74.




  1. K. Gediz. AKDENİZ; Cumhuriyetin 75. Yılı Anısına İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü’nde 1933-2005 Yılları Arasında Yapılan Eğitim, Öğretim ve Bilimsel Çalışmaların Değerlendirilmesi, İstanbul Üniversitesi Araştırma Fonu Proje No: 1316/050599, Yürütücü: Prof. Dr. Türkan ÖZKAN (2003).




  1. TFD Kurt Zuber Sempozyumu Notları” Türk Fizik Derneği Çağdaş Fizik Dergisi sayı 22, İstanbul (1991).




  1. Mehmet ERBUDAK; “Yitirdiğimiz Hocalarımız, Anılar” s.9 (2005).

Yüklə 0,86 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə