Üst Akıl İngiliz Derin Devletinin İçyüzü Cilt


Büyük Savaşlardan Gizli Örgütlenmelere



Yüklə 2,34 Mb.
səhifə5/34
tarix19.07.2018
ölçüsü2,34 Mb.
#56548
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   34

Büyük Savaşlardan Gizli Örgütlenmelere

Görülebildiği gibi İngiliz derin devletinin büyük savaşlar çıkarma ve bu yolla dünya çapında bir denetim kurma siyaseti, II. Dünya Savaşı sonrasında şekil değiştirmiştir. İngiliz derin devleti, pek çok açıdan dünya savaşlarının kanlı ve pahalı sonuçlarını kaldıramaz hale gelmiştir. Gitgide güçlenen ülkeler de bu konuda önünde büyük bir set oluşturmuştur.

İşte bu nedenle bundan sonra İngiliz derin devleti, bir strateji değişikliğine gitmiştir. Churchill'in II. Dünya Savaşı sırasında oluşturduğu Özel Operasyonlar Birimi kimliği, sonraki yıllarda sadece ajan yetiştirme konusunda değil, propagandalar yoluyla ülkelere etki edebilme stratejisine dönüşmüştür. Artık dünyada karışıklık çıkarmak ve ülkeleri İngiliz derin devletinin himayesi altına sokabilmek için, ülkeler içten fethedilecektir. Sloganlar geliştirilecek, kara propagandalar yayılacak, belirli kimlikler ön plana çıkarılacak, gençler propagandalara uygun şekilde yönlendirilecek ve "demokrasi" ve "özgürlük" kelimeleri bol bol kullanılacaktır. Sokaklar hareketlendirilecek, geçmişte olduğu gibi özellikle azınlık kartı oynanacak, provokasyon ayyuka çıkacak, kanlı protestolar, isyanlar, iç savaşlar yoluyla ülkelerde yönetimler değişecek veya ülkeler istikrarsızlığa sürüklenecektir. Bunu sağlamak için çeşitli düşünce kuruluşları, vakıflar, dernekler perde arkasında devrede olacak; gerekli propagandayı, parayı ve ortamı sağlayacak; bir kısım medya, ajanlar ve yancılar yoluyla istenen sonuç kısa sürede alınacaktır. Ülkeler ekonomik krizlere sürüklenerek gitgide güçsüzleşecek, İngiliz derin devletinin hakimiyetindeki finans merkezlerine gebe bırakılacaklardır. Ekonomik ve siyasal çöküşler ülkelerin kısa zamanda sonunu getirecektir.

İngiliz derin devleti için artık kapsamı geniş ve oldukça maliyetli savaşlara gerek kalmamıştır. Ülkelerin, kendilerini kendi içlerinden yıkan sistemlerini organize etmek hem kolay hem de maliyetsiz olmaktadır. Ayrıca perde arkasında kalmak, durum alenileştiğinde ABD'yi ön plana çıkarmak, İngiliz derin devletine oldukça geniş bir faaliyet alanı da sunmaktadır. Bütün bunların detayları ilerleyen bölümlerde aktarılacaktır.

Dünya, siyasi, mali ve sinsi güçleri elinde bulunduranların hakimiyeti altında görünebilir. Kimi zaman bu güçler, milyonların kanını akıtacak korkunç savaşların mümessili olacak kadar azgınlaşabilir; kimi zaman sinsi propaganda ve soykırımlarla tarih sahnesine gelebilirler. Devletlerin, milletlerin ve kurumların çoğu, böyle güçlerin gözü dönmüşlüğünü, sinsiliğini ve yenilmezliğini gerekçe göstererek kendilerini bu güçlere teslim ediyor olabilirler. Oysa asla unutulmamalıdır ki, tüm kuvvet ve kudret yalnızca Yüce Allah'a aittir. Rabbimiz dilemedikçe, sinsi güçlerin hiçbir gücü yoktur. Onlar, Deccal ve Mehdi taraftarlarının ayırımı için bu dünyada özel olarak yaratılmışlardır. Görevleri de, güç ve iktidarda kalacakları süre de Allah'ın Katında bellidir.

Böylece Biz, her ülkenin önde gelenlerini -orada hileli- düzenler kursunlar diye- oranın suçlu-günahkarları kıldık. Oysa onlar, hileli-düzeni ancak kendilerine kurarlar da bunun şuuruna varmazlar. (Enam Suresi, 123)

Burcun üstündeki adamlar, kendilerini yüzlerinden tanıdıkları (ileri gelen birtakım) adamlara seslenerek derler ki: "Ne (güç ve servet) toplamış olmanız, ne büyüklük taslamanız (istikbarınız) size bir yarar sağlamadı." (Araf Suresi, 48)

BÖLÜM II
Sömürge İmparatorluğundan İngiliz Milletler Topluluğu'na


Kuzey Atlantik Bildirisi ve
Birleşmiş Milletler'in Kuruluşu

Dünya Savaşı devam ederken, ABD Başkanı Roosevelt ile İngiltere Başbakanı Churchill, dünyada gelişen olayları görüşmek üzere Atlantik'te, New Foundland'ın Placentia Koyu'ndaki Prince of Wales (Gallerin Prensi) isimli bir savaş gemisinde buluştular. Bu görüşmeler sonucunda 14 Ağustos 1941 tarihinde "Atlantik Bildirisi" yayınlandı. Bu bildiriyle ABD ve İngiltere, topraklarını genişletmek istemediklerini, her ulusun yönetim şeklini seçme hakkına uyacaklarını, global anlamda bir ekonomik işbirliği istediklerini beyan ettiler. Aralarındaki anlaşmaya göre, bütün devletler denizlerde engelsiz dolaşabileceklerdi.

Atlantik Bildirisi, Birleşmiş Milletler'in bir başlangıç noktasıdır. Hatırlanacağı gibi Birleşmiş Milletler'e benzer bir girişim I. Dünya Savaşı sonrasında gerçekleştirilmiş ve İngiltere'nin, ABD'yi himayesi altına alarak yeni sömürgecilik düzeni oluşturmayı planladığı Milletler Cemiyeti kurulmuştu.

Bir Yuvarlak Masa (Round Table) planı olan Milletler Cemiyeti, İngiliz derin devleti açısından başarısız bir plandı. Dönemin ABD Başkanı Woodrow Wilson'un güçlü bir İngiliz hayranı olmasına ve tüm anayasal düzeninin İngiliz modelindeki gibi olması gerektiğini savunmasına rağmen ABD, Milletler Cemiyeti'ne katılmamıştır. Ardından gerçekleşen II. Dünya Savaşı da, Milletler Cemiyeti'nin kuruluş amacını tamamen ortadan kaldırmış ve bu kurum, İngiliz derin devletinin başarısız bir planı olarak tarihe gömülmüştür. Konuyla ilgili detaylı bilgiyi kitabın 1. cildinde bulabilirsiniz.

İngiliz derin devleti, II. Dünya Savaşı sonrasında benzer bir girişimde bulunmuş ve yine ABD ile el ele vermenin yollarını aramıştır. Çünkü İngiliz derin devleti her zaman Anglosakson bir dünya düzeni kurma peşinde olmuştur. Bu hedefini ise, özellikle 20. yüzyılda, ABD'nin varlığı ile daha kolay gerçekleştirebileceğine inanmıştır.

Hatırlanacağı gibi Milletler Cemiyeti'nin İngiliz derin devleti açısından kuruluş sebeplerinden biri, sömürgeci sistemin adını değiştirmek ve mandater sistemi dünyaya hakim edebilmekti. Ölü doğan Milletler Cemiyeti yoluyla gerçekleştirilemeyen bu plan, bir başka örgütlenme adı altında rahatça gerçekleştirilebilirdi. Dahası, II. Dünya Savaşı, İngiltere ile ABD'yi doğal müttefik haline getirmişti.

Üstelik ABD, II. Dünya Savaşı sırasında atom bombalarını atan taraftı. Bir şekilde "tekrar savaş istemediğini" vurgulama, kendisine barışçıl bir görünüm verme ihtiyacı içindeydi. Dolayısıyla, "dünya barışı"nı isteyen bir örgütlenmeden ABD'nin tekrar uzak durması mümkün gözükmüyordu.

Eski istihbaratçı Dr. John Coleman, Chatham House'da şekillendirilen Milletler Cemiyeti'nin tekrar aktif hale getirilmesi emrinin, 1941 yılında yine Chatham House tarafından verildiğini belgelemektedir. Coleman'ın araştırmalarına göre bu talimat, ABD Dışişleri Bakanı Cordell Hull'a doğrudan Chatham House tarafından verilmiştir.90 İşte bu nedenledir ki, eski bir ABD milletvekili olan John Rarick, Birleşmiş Milletler'i "gizli bir hükümet oluşumu" olarak isimlendirmiştir.91 Nitekim Birleşmiş Milletler'in kuruluş aşamaları oldukça kavgalı ve şaibelidir. Kurulacak olan Birleşmiş Milletler örgütünde İngiltere ve ABD başta olmak üzere büyük devletlere oldukça geniş yetkiler tanınmaktadır. Bu durum, diğer üyeleri sürekli olarak tedirgin etmiş, anlaşmazlıkların kaynağı olmuştur.

Şunu önemle belirtmek gerekmektedir: Birleşmiş Milletler, bugünkü görünümü ile çeşitli ülkeler ve bölgelerde yardım faaliyetleri gerçekleştirmekte ve pek çok alanda çözüme yönelik girişimlerde bulunmaktadır. Bu açıdan Birleşmiş Milletler'in ve BM çatısı altında toplanan hayırsever kesimlerin gösterdiği çaba takdire şayandır. Ayrıca dünyada, milletleri aynı çatı altında birleştirmiş böyle birliklerin olması bir güzelliktir; iyilerin ittifakı daima teşvik ettiğimiz bir konudur. Devletler ve milletler, sürekli olarak birlik ve beraberlik içinde olmalı ve mümkün olan her imkanda aynı çatı altında toplanabilmelidirler. Birleşmiş Milletler kurumu, dünya savaşlarına karşı bir misyon edinmiş olması nedeniyle de ayrıca önemli bir yapılanmadır. Sorunların savaşlarla değil, diplomasi yoluyla çözülebileceği fikri üzerine geliştirilmiştir. Bu konuda her zaman başarı sağlanamasa da "barış" adı altında kurumlaşmak rahatlatıcıdır.

Burada eleştiri noktamız, söz konusu kurumun kuruluş aşamasında İngiliz derin devletinin himayesinde bulunması ve "yeni sömürgecilik" kavramının bu kurumun arkasına saklanarak yaygınlaştırılmasıdır.

Kurumun günümüzdeki işleyişi de çoğu zaman eleştirilere hedef olmaktadır. Bilindiği gibi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, günümüzde çok başarılı kararlar alamamakta ve acil çözüm bekleyen konuları çoğu zaman çözümsüz bırakmaktadır. Tarafların ortak bir noktada buluşamamaları, bu kurumu sorunlara çözüm olmaktan her geçen gün daha fazla uzaklaştırmaktadır. Bunun en büyük sebeplerinden biri, kuşkusuz İngiliz derin devletinin çıkarlarının daima ön planda olması ve onun himayesindeki devletlerin derin devleti desteklemek dışında çıkar yol bulamamalarıdır.

Birleşmiş Milletler, İngiliz derin devleti için "sömürge" mekanizmasını daha masum isimler altında devam ettirmek için bir yoldur. İngiliz derin devleti, İngiliz İmparatorluğu'nu günümüze uygun bir versiyon dahilinde devam ettirmek istemiştir. Bunun için, II. Dünya Savaşı'ndan çok kısa bir zaman sonra "İngiliz Milletler Topluluğu" oluşacaktır. Fakat bundan önce, İngiliz derin devletinin oldukça uzun bir geçmişe dayanan sömürge tarihi olduğunu unutmamak gerekir. Bu sömürge tarihini hatırlayalım.



İngiliz Derin Devleti ve Sömürgecilik Zulmü

Genel olarak "başkalarına ait kaynakları haksız yere kullanmak" anlamına gelen sömürgeciliğin geçmişi, çok eskilere kadar uzanır. Ancak sömürgecilik, özellikle denizciliğin gelişiminden sonra İngiltere ve diğer bazı Avrupa ülkeleri tarafından dünyanın hemen her yanına yönelik uygulanmıştır. İngiltere ve diğer sömürgecilerin, dünyanın çeşitli yerlerindeki zenginlikleri ve insan gücünü keşfetmesi ve bunu ilhak ve işgale dönüştürmesi ile sömürgecilik, yeni bir boyut kazanmıştır.

İspanyollar ve Portekizliler daha çok altın ve gümüş yağmalama amacıyla sömürgeciliğe girişmişlerdir. Ancak bunu bir idare biçimine dönüştüren İngilizler olmuştur.

İngilizlerin sömürgecilik girişimleri kolay ve haksız kazanç amacıyla başlamıştır. Bu haksız kazanç çabası, İngiliz derin devletinin dünya hakimiyeti arzusunun bir başlangıç noktasıdır. Kaynaklara ve insan gücüne hakim olmak, yeni köle milletler ve devletler elde etmek, İngiliz derin devletinin hayal ettiği tek dünya imparatorluğunun önemli bir yolu olarak görülmüştür. 16. yüzyıl İngiliz denizci ve yazarlarından Walter Raleigh, İngiliz derin devletinin temel hedefini, "Denize hakim olan ticarete de hükmeder; ticarete hakim olan ise dünya zenginliklerine hükmeder, yani dünyaya hakim olur..."92 sözleriyle ortaya koymuştur.

1486'da Londra'da Fellowship of Merchant Adventurers'ın (Maceraperest Tüccarlar Birliği) kurulması bu hedefe yönelik yapılan ilk girişimlerden biridir. Merchant Adventurers'ın kuruluş amacı, İngiltere'nin dışarıya satabileceği yegane ürün olan tekstilin ihracatını artırmaktı. Kraliyet, Merchant Adventurers'a, "bilinmeyen ve alışılmış denizyollarının dışında kalan kara uzantıları, kara parçaları, adalar, mülkler ve malikaneler" keşfetmesi için ruhsat vermişti. Kuruluş, "Moskova Şirketi" adını alarak Rusya'nın ve Rusya'ya komşu ülkelerin tekelini ele geçirmeyi başarmıştı.93 Bu yöntem, sonraki yıllarda İngiliz derin devletinin dünya hakimiyeti sağlama çabasında kullandığı önemli bir yöntem haline gelecekti.

İngiliz derin devleti, "Moskova Şirketi" deneyimindeki başarıyı görünce, bu aşamadan sonra ticari olarak imkanlarından istifade edeceği bölgeler arayışını hızlandırdı. Ele geçireceği topraklarda hükmedebileceği bir insan topluluğunun bulunması İngiliz derin devleti için önemliydi. Kendi sahte kriterlerine göre "aşağı ırk" kabul ettiği toplumlar, İngiliz derin devletinin hedef kitlesi haline geliyordu. İngiliz derin devleti, söz konusu bölgelere "beyaz adam" hükümranlığında ayak basıyor, halkı köleleştirerek toprağın tüm imkanlarına el koyuyordu. Halk ise, İngiliz derin devletine göre, Anglosakson soyuna hizmet etmek için var olmuş "değersiz" topluluklardı. (Tüm sömürge halklarını tenzih ederiz)

İngiliz derin devletinin sömürge konusunda temel stratejisi şuydu: Sömürülecek uygun topraklar tespit edildikten sonra buraya İngilizlerden oluşan kalıcı yerleşimciler transfer ediliyordu.94 Yerleşimcilerin geldiği topraklara koloni adı veriliyor ve okyanusun diğer ucunda dahi olsalar, bu toprakların İngiltere ile siyasi ve ekonomik bağı devam ettiriliyordu.95 Zaman içinde İngiliz derin devleti, İngiltere'nin dilini, dinini, kültürünü bu bölgelere hakim ederek bir bakıma bu bölgeleri hizmetçisi haline getiriyordu. İngiliz derin devletine göre söz konusu bölgeler hiçbir zaman İngilizleşemeyeceklerdi; dolayısıyla onlara sözde "aşağı ırk" oldukları ve İngilizlere hizmet etmeleri gerektiği her zaman hatırlatılıyordu. Bir kısmı İngiliz derin devletine yancılık yapmak üzere görevlendiriliyor, bir kısmı köleleştiriliyordu.

İngiliz derin devletinin sömürerek gerçekleştirdiği bu alan hakimiyeti, günümüzde kolonyalizm (kolonileştirme) olarak isimlendirilmektedir. Ticaret görünümü altında gerçekleştirilen bu hakimiyet askeri yöntemlere oranla çok daha kolay, masrafsız, risksiz ve avantajlı olduğu için İngiliz derin devleti uluslararası politika stratejisini bunun üzerine kurmuştur.

Kolonyalizmin fikir babası, milletvekili ve aynı zamanda da bir asker olan Humphrey Gilbert'tır. Fransız Tarihçi Marc Ferro, Sömürgecilik Tarihi isimli kitabında Gilbert'i şu şekilde tanıtır:

Gilbert doktrinini bir kez geliştirdikten sonra, Newfoundland'da ilk yerleşim bölgesini kurdurdu: İngiltere buraya işsiz güçsüz takımını gönderdi, ürünlerini sattı ve oradan yiyeceğini sağladı.96

Bu ilk adımdı; 16. yüzyılın sonundan itibaren İngiliz derin devleti, dünyaya yayılmak için hızla yeni koloniler edinmeye ve buralarda hem deniz üsleri hem de ticaret bölgeleri oluşturmaya başladı.

İngilizlerin 17. ve 18. yüzyıllarda Amerika ve Asya'da yoğunlaştırdıkları sömürge faaliyetleri ticari ve ekonomik ağırlıklıydı ve ticari organizasyonlar aracılığı ile gerçekleştiriliyordu. Bu dönemde sömürge toprakları, bir yandan İngiltere pazarının ihtiyacı olan ham madde ve baharat, tütün, şeker gibi tüketim malzemelerini sağlarken, diğer yandan İngiliz ürünlerinin pazarı haline getirilmiştir. Bu politikanın güdülmesindeki en büyük amaç, İngiltere'ye para ve kaynakların mümkün olduğunca fazla girmesi ve İngiltere'den mümkün olduğunca da az çıkması olmuştur.

Başlangıçta ekonomik gerekçelere dayandırılan kolonyalizm, zaman içinde çok ciddi toplumsal ve hatta sorunlu biyolojik sonuçlar doğurmuştur. Örneğin İngiliz derin devletinin Hindistan'da pamuk ekimini engelleyerek, daha çok kar getirdiği için haşhaş ekimi yaptırması ve bunu da Çin'e satması bu konudaki en bilindik örneklerdendir. Uyuşturucu madde yapımında kullanılan haşhaşın ekimi Hindistan topraklarını ziyan ettiği gibi, Çin halkı üzerinde de korkunç bir psikolojik ve manevi yıkım meydana getirmiştir. Benzeri uygulamalar sömürgecilik tarihinin anlatıldığı bir üniversite ders kitabında şöyle anlatılmaktadır:



Başlangıçta neredeyse tamamen ticaret ve para kazanma arzusu gibi ekonomik faktörlere bağlı olan bu gelişme, esas itibarıyla başka bir ülkenin hammadde kaynaklarını ve para edecek ürünlerini o ülke dışına çıkarma esasına bağlı bir ekonomik yapı kurmuştur. Bu sebeple sömürge ülkelerinde toprağın doğal yapısı ve dönüşümüne bağlı bir tarım yerine daha çok para edecek şeker kamışı, kahve, kakao gibi ürünler üzerinde ısrar edilerek uzun vadede pek çok Asya ve Afrika toprağının çoraklaşmasına zemin hazırlanmıştır.97

İngiliz derin devleti, idareyi ele geçirdiği ülkelerde çoraklaştırıcı tarımsal yöntemler dayatmış, bununla da kalmamış yerel halka zulmederek büyük katliamlar gerçekleştirmiştir. Bu katliamlar kimi zaman ateşli silahlarla doğrudan can alma şeklindeyken, kimi zaman yaşam koşullarının kasıtlı olarak ölümcül düzeye düşürülmesiyle yaşanmıştır.

Tarımı ve insanları helak etmek, bu yolla toplum düzenini dejenere etmek deccali bir yöntemdir. Bu deccali yöntemi, Kuran'da Yüce Rabbimiz şu şekilde tanıtmıştır:

O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez. (Bakara Suresi, 205)

Kuran-ı Kerim'de "bozgunculuk" olarak nitelendirilen ve kesin olarak yasaklanan bu çirkin yöntemleri İngiliz derin devleti benimsemiş, sistemleştirmiş, dünyanın her yanına yaymıştır.

İngiltere'de kolonilerden elde edilen gelirler, çıkartılan özel kanunlarla koruma altına alınmıştır. İngiltere ve sömürgeler arasındaki taşımacılığın İngiliz gemileriyle yapılması şartı getirilmiş, yani sadece ürünlerde değil taşımacılıkta da yalnızca İngiltere'nin kar etmesi sağlanmıştır. Sömürgelerin tüm ihtiyaçlarını İngiltere'den satın alması zorunlu tutulmuş, bu ülkelerde yalnızca İngiliz mallarının ithalatına izin verilmiştir. Hintli yazar Prof. Ania Loomba, kolonilerdeki ticari işleyişi şöyle açıklamaktadır:

Modern sömürgecilik işgal edilen ülkelerden para, mal ve zenginlik almaktan fazlasını yapmıştır. Bu ülkelerin ekonomilerini yeniden yapılandırmış ve bunları sömürgeci ülkeyle sömürülen ülke arasında insan ve doğal kaynak akışı olacak şekilde kompleks bir ilişki içine sokmuştur..... ama insanlar ya da ürünler ne yönde hareket ederse etsin, kar her zaman sözde "anavatana" akmıştır..98

Şüphesiz ki "anavatan", öncelikle İngiltere'dir.

Sömürülen topraklar, çeşitli aşamalarla İngiliz derin devletinin egemenliği altına girmiştir. Sömürgelerdeki toprak düzeni ise, yine İngiliz derin devletinin ihtiyacına göre yeniden şekillendirilmiş, sömürülen topraklarda yerli sanayinin gelişmesi önlenerek İngiliz ürünlerinin tüketilmesi zorunlu kılınmıştır.

19. yüzyıl, İngiliz sömürgeciliğinin oldukça geniş bir alana yayıldığı dönemdir. Yüzyılın başlarında Birleşik Krallık; Avustralya, Kanada, Hindistan, Afrika'daki bazı devletler, Karayip Adaları ve Hong Kong gibi dünyanın büyük bir kısmına yayılan dev bir sömürge imparatorluğunu yönetmektedir. İngiltere'ye yönelik "üzerinde güneş batmayan imparatorluk" yakıştırması da gerek kölelik gerekse doğal kaynakların bolluğu nedeniyle ülkenin sömürge altına aldığı toprakların genişliğinden gelmektedir. Bu sömürgelerin bazıları 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında "sözde" bağımsızlıklarını kazanmışlardır.

Fakat o aşamaya gelene kadar İngiliz sömürge tarihinde, altında İngiliz derin devletinin imzası bulunan ve İngiliz derin devletinin deccali yöntemlerini ele veren çok fazla kara leke vardır.

İngiltere I. Dünya Savaşı'nın sonunda İmparatorluğun en geniş sınırlarına ulaşmıştır. 1929-1930 Dünya Ekonomik Buhranı büyük ölçüde İngiltere'yi de etkilemiştir. II. Dünya Savaşı'ndan sonra ise dengeler tamamen değişmiş, İngiltere pek çok denizaşırı sömürgesini "görünürde" terk etmiştir. Gerçekte bu sömürgeler ve daha fazlası, "yeni sömürgecilik" adı altında halen İngiltere'nin güdümündedir.



Anglosakson Irkçılığı ve Sözde Bilimsel Kılıfı

Irkçılık, geçmiş tarihlerden beri var olmuş ve genellikle ülkeler ve milletler üzerinde hegemonya arayışındaki kesimler tarafından bir araç olarak kullanılmış sahte bir inanç biçimidir.

Kaynağı ise, yine sahte ve çok eski bir inanç olan evrim teorisidir. Sümerler döneminden beri var olan bu sahte bilim, temelinde, insanların sözde hayvanlardan türediği ve bazılarının çok, bazılarının ise az geliştiği gibi basit, bir o kadar da sahte iddiaya dayanır.

Evrim düşüncesinin ürünü olan insanın güya "gelişmekte olan bir hayvan" olduğu iddiası yaygınlaşınca insan hayatı değersizleştirilmiş, "bazı insanların diğerlerinden daha fazla geliştiği" iddiasıyla da, bir kısım hastalıklı beyinlerde, çeşitli ırklar üzerinde hakimiyet arzusu pekişmiştir.

Sümerlerden bu yana var olan evrim inancı, eski Mısır'da da kendini göstermiştir. Hz. Musa (as) ile mücadele içinde olan Firavun (II. Ramses) bu sebeple kendisini ilahlaştırmış ve İsrailoğullarına karşı üstünlük iddia etmiştir. Firavun'un bu üstünlük iddiası, Kuran'da şu şekilde tarif edilmiştir:

Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: "Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz? Yoksa ben, şundan daha hayırlı değil miyim ki o, aşağı (sınıftan) bir zavallı ve neredeyse (sözü) açıklamadan yoksun olan (biri)dir." (Zuhruf Suresi, 51-52)

Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fasık olan bir kavimdi. (Zuhruf Suresi, 54)

Hiçbir bilimsel delili olmayan evrim fikrini ortaya atan ve tarih boyunca da kesintisiz olarak bir üstünlük iddiası adına kullanan ise elbette İngiliz derin devletidir.

Oysa evrim iddiası tümüyle bir aldatmaca, tarihin en büyük bilim sahtekarlığıdır. Canlılar evrimleşmemiş, yaratılmışlardır. Bilim dallarının tümü, canlıların aniden, mükemmel özellikleriyle ortaya çıktıklarını göstermektedir. Mikrobiyoloji ve genetik, tek bir proteinin dahi kendi kendine meydana gelemeyeceğini açıkça ortaya koyarken, 700 milyondan fazla fosil canlıların evrimleşmediklerini ilan etmiştir. 700 milyon fosilin arasında tek bir tane bile ara geçiş fosili yoktur. Bu fosillerin tümü, canlıların milyonlarca yıl önce bugünkü görünümleriyle var olduklarını ispatlamıştır.

Dolayısıyla insan, hayvandan türemiş olan başıboş, amaçsız, şuursuz ve sorumsuz bir varlık değildir. İnsan, Allah'tan bir ruh ile yaratılmıştır, dünyada bir imtihan ortamındadır ve yaptıklarından sorumludur. İnsanın Allah'ın ruhunu taşıdığı ayetlerde şöyle belirtilmiştir:



Hani Rabbin meleklere demişti: "Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer (insan) yaratacağım. Ona bir biçim verdiğimde ve ona Ruhum'dan üfürdüğümde hemen ona secde ederek (yere) kapanın." (Hicr Suresi, 28-29)

Yaratılmış ilk insan olan Hz. Adem (as)'dan bu yana, tüm insan toplulukları, kendilerine doğruyu getiren peygamberleri ve medeniyetleriyle birlikte var olmuşlardır. "İlkel insan" hiçbir zaman olmamıştır; bu bir safsatadır. Her ırk, Hz. Adem (as)'ın soyundandır. Dolayısıyla, bir ırkın diğeri üzerinde üstünlük iddia etmesinin ne mantığı ne de vicdani bir haklılığı vardır. Asıl önemlisi bu iddia, Allah'ın Katında tümüyle geçersizdir.

İngiliz derin devleti, işte bu gerçeğe savaş açmış olduğundan, evrim teorisini, bilim tarafından tamamen yalanlanmasına rağmen tarihin en eski dönemlerinden bu yana kendi kirli stratejisi için bir koz olarak kullanmıştır.

Eski Sümerler ve Mısırlılardan beri var olan bu Deccal yalanı, özellikle 19. yüzyılda, İngiliz derin devleti tarafından daha organize bir şekle dönüştürülmüştür.

Bu dönem, İngiliz derin devletinin sömürgeler yoluyla dünya hakimiyetini en güçlü hale getirdiği dönemdir. İngiliz derin devletinin kolonilerde gerçekleştirdiği katliamlar, işkenceler, eziyetler ve diğer insanlık dışı eylemler 1800'lerin ilk yarısında İngiliz kamuoyunda büyük tepkiler oluşturmaya başlamıştır. Sağduyu sahibi İngilizler bu vahşetleri sorgulamaya başlamış ve itiraz sesleri gitgide yükselmiştir.

Ancak İngiltere'nin ekonomik ve askeri gücünü tüm dünyaya yaymasının ana kolu olan sömürgecilik düzeninin devamı İngiliz derin devleti için yaşamsal öneme sahip olduğu için İngiliz kamuoyunu yatıştıracak çözümler bulma zorunluluğu ortaya çıkmıştır.

İşte İngiliz kolonilerindeki vahşi katliamların ahlakdışı bir yönü bulunmadığını savunmak için İngiliz derin devleti önce Malthus Nüfus Teorisi'ni ortaya attırmıştır. Bu teorinin temeli olan "insan nüfusunun geometrik olarak, besin maddelerinin ise aritmetik olarak arttığı, açlığı önlemek için insan nüfusunu sınırlamak gerektiği" tezine dayanarak kolonilerdeki katliamları savunmaya çalışmıştır. Bunun İngiliz kamuoyunu sakinleştirmeye yeterli olmaması üzerine bu defa "evrim" yalanı gündeme getirilmiştir. İngiliz derin devleti, bu büyük yalanı güya "bilim" gibi pazarlayarak sömürgelerdeki insanların ilkel türler olduğunu, bunları katletmenin başka bir hayvanı katletmekten farklı olmadığını savunmuştur. Gladstone'dan Churchill'e derin devletin bütün sözcüleri bu yalanı tekrarlamıştır.

Şu an tüm dünya ülkelerinin okullarında ve üniversite kürsülerinde okutulan evrim teorisi sahtekarlığı, işte bu stratejinin bir ürünüdür. Konuyla ilgili detaylı bilgileri, kitabın 1. cildinde bulabilirsiniz.

Charles Darwin, İnsanın Türeyişi isimli kitabında, insan ırklarının sözde evrimin farklı basamaklarını temsil ettiğini ve bazı insan ırklarının, diğer insanlara göre daha çok evrimleşmiş ve ilerlemiş olduğunu iddia etmişti. Öyle ki Darwin, bazı ırkların, neredeyse maymunlarla aynı düzeyde olduğunu iddia etmişti. Irklar arasındaki bu sözde farklılık ise, Darwin'in meşhur, bir o kadar da yanlış inancı olan "yaşam mücadelesi" ile aşılabilirdi. Darwin, sözde "gelişmiş" olan insan ırklarının, sözde "gelişmemiş" olanlar üzerinde baskın olması gerektiğini savunuyordu. Böylelikle "güçlüler" sözde kayırılırken, "güçsüzler" sözde elenecekti.

Darwin'in bu çarpık zihniyetine göre kayırılmış ırklar Avrupalı beyazlardı. Asyalı ya da Afrikalı ırkların ise yaşam mücadelesinde "geri kalmış" olduklarını iddia ediyordu. Darwin daha da ileri giderek, bu ırkların, dünya üzerindeki "yaşam mücadelesi"ni yakın zamanda tamamen kaybederek yok olacaklarını ileri sürmüştü:



Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir gelecekte, medeni insan ırkları, vahşi ırkları tamamen yeryüzünden silecekler ve onların yerine geçecekler. Öte yandan insansı maymunlar da ... kuşkusuz elimine edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da genişleyecek. Bu sayede ortada şu anki Avrupalı ırklardan bile daha medeni olan ırklar ve şu anki zencilerden, Avustralya yerlilerinden ve gorillerden bile daha geride olan babun türü maymunlar kalacaktır.99

Hiçbir bilimsel temele dayanmayan ve tümüyle sömürü sistemini savunmak için ortaya atılan Darwin'in teorisi ve onun ırkçı yönü, 19. yüzyılın ikinci yarısında, kendine çok elverişli bir zemin buldu ve teori İngiltere'de etki oluşturdu.

Bu etkinin bir örneğini, Londra Etnoloji Derneği üyesi Dr. James Hunt'ın Newcastle'da yaptığı bir konuşmada görmek mümkündür. Hunt 1863'te Britanya Bilimi İlerletme Derneği'nin bir toplantısında "zenci"nin maymun ile "Avrupa insanı" arasında kalan ayrı bir insan türü olduğunu ileri sürmüş, ayrıca siyahilerin ancak "Avrupalıya doğal bağlılık halinde daha insani hale gelebileceğini" iddia etmişti. Konuşmasında vardığı sonuç ise "Avrupa uygarlığının zencinin karakterine uygun olmadığı" yönünde olmuştu.100

Bu mantığa göre madem ki zencilerin medenileşmesi için Avrupa'ya gelmeleri uygun değildi, o zaman İngiltere Afrika'ya giderek onları medeniyetle tanıştırabilirdi. Bu, sözde "medenileşmemiş" tüm ırklar için geçerliydi. Bu zihniyet İngiliz derin devletine, Avustralya'dan Hindistan'a, Afrika'dan Güney Amerika'ya kadar dünyanın pek çok yerinde hak iddia etme yetkisi vermişti. Mafya sistemi, aradığı sahte bilimsel temeli bulmuştu. (Tüm zencileri ve adı geçen diğer ırkları tenzih ederiz)

İngiliz derin devleti açısından bu meşrulaştırmayı tam olarak sağlayacak ırkçı yaklaşım Darwin'den sonra, 1883 yılında Darwin'in kuzeni Francis Galton'dan geldi.101 Galton, yaklaşımını, Darwin'in evrim teorisi ve doğal seçilim iddialarına bağlı kalarak oluşturdu.102

1869 yılında Hereditary Genius (Kalıtsal Deha) adlı kitabında Galton, "insanın doğal yeteneklerinin kalıtsal kökenli olduğunu", "eşit donanımlı iki tür hayvan içinde en zeki olanın yaşam kavgasında üstün çıkmasının kesin olduğunu" iddia etmişti. Daha da ileri gitmiş ve 16 puanlı bir ırksal zeka ölçeğinde bir "zencinin bir İngiliz'den iki kademe aşağıda olduğu" iftirasını atmıştı.103

Aynı dönemde çeşitli felsefeciler de devreye girmiş, Herbert Spencer ve John Stuart Mill gibi materyalistler, toplumu, kendine özgü doğa yasalarının işleyişiyle evrim geçiren bir organizma şeklinde tanımlamışlardı. Önerdikleri aslında, Sosyal Darwinist bir toplum örneğiydi. Adam Smith ve Marks'ın kendisine kaynak olarak aldığı materyalistlerden David Ricardo, Thomas Malthus, Charles Darwin ve Herbert Spencer İngiliz derin devletinin yaptığı zulümlere toplum nezdinde sözde meşruiyet kazandırmışlardı. Bu sahte bilim dininin temelleri ise, hatırlanacağı gibi, İngiltere'de Kraliyet Akademisi (Royal Society) bünyesinde atılmıştı.

Bu ırkçı zihniyetin sonuçları elbette korkunç oldu. İngiliz derin devleti, ülkeleri hem sömürdü, hem de bu ülkelerde dehşet yaşattı.



Yüklə 2,34 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   34




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə