Uygarlik tariHİ Server Tardlli



Yüklə 1,37 Mb.
səhifə28/46
tarix16.08.2018
ölçüsü1,37 Mb.
#63403
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   46

Gençlik, kendine özgü nitelikleri ve görece bir bağımsızlığı olan "sosyal bir grup"tur.

Gençliğin bu kendine özgü nitelikleri, belli bir ölçüde, yaşının özelliklerine bağlıdır. Ne var ki, gençliğin bu özelliklerini, genç kuşağın sosyal ve ekonomik yaşamının nesnel koşulları ile bağlantılı olarak incelemedikçe, gençliğin sosyal yaşamdaki rolünü aydınlatmak olası değildir.

Geçmişte ve günümüzde gençlik hareketlerinin yapısındaki çelişkileri görmezlikten gelen, gençliğin "tamamen devrimci niteliği"ni ileri süren görüşler olmuştur. Gençlik hareketlerini doğuran başlıca nedenler olarak, gençliğin atılganlığını ya da "devrimci geleneği"ni göstermek, sorunu basite indirgemek ve saptırmaktan öteye gidemez. Gençliği harekete geçiren güç, her yerde içinde bulunduğu maddesel koşullar ve zorunluluklardır. Ülkedeki ekonomik ve sosyal bunalım, gençliği harekete geçiren başlıca etkendir. 1967-68'de bütün dünyada gençlik hareketlerinin başlaması ve özel olarak Türkiye'de 196869 sonrası gençlik hareketlerinin yoğunlaşması -ancak ve ancak- bununla açıklanabilir.

DAHA ÇOK BİLGİ



Fulya Gürses - Haşan Basri Gürses, Dünyada ve Türkiye'de Gençlik, İstanbul, 1979.

OKUMA


BİR GÖRGÜSÜZ SINIF: TÜRKİYE BURJUVAZİSİ

Devrimini gerçekleştiremeyen sınıf görgüsüzdür.

Kabaca üç sınıf, yeryüzü tarihinde geçmişten geleceğe egemenliklerini kurmuş, toplumlarm yaşamına damgasını vurmuştur. Eskilerde aristokrasi, büyük toprak sahibi... Sonra burjuva, fabrika sahibi... Ve proletarya, emek sahibi...

Tarihte tarımdan endüstriye geçişin öncülüğünü yapan burjuvazi, yapısı ve yaratıcı özelliğini İngiltere ve Fransa'dan başlayarak Batı'da ispatladı. Bilim adamları, mucitleri, gezginleri, ressamları, romancıları, ozanları, müzisyenleri ve her şeyiyle yeni bir yaşam biçiminin haritasını çizdi dünyaya... Batı dediğimiz zaman, temelde burjuva devrimlerinin yapısal ve biçimsel dünyasını anlıyoruz.

Ve şimdi kendi içinde fışkıran bir yeni gücün ve bir yeni devrimin sancılarıyla kıvranıyor bu dünya... Fabrika uygarlığının ürettiği proletarya yığınları sendikaların, üniversitelerin, siyasal partilerin örgütlenmesinde gümbür gümbür gelişiyor. Çağımızın yaratıcı gücü, alın teri felsefesinin kaynağı, kendine özgü bir yeni dünyanın koşullarını için için hazırlıyor bilim adamlarıyla, ressamlarıyla, romancılarıyla, ozanlarıyla, sosyologlarıyla, ekonomistleriyle... Yarınların dünyası, emekçilerin dünyasıdır kuşkusuz. Batıda burjuvazi proletaryanın gücünü, fikrini, sanatını benimsemiş; toplum yaşamında yeni bir sentezin aranışmı insan haklarının ve özgürlüklerin gereği saymıştır.

Bir de bizimki gibi, daha burjuva devrimlerini gerçekleştirememiş ülkeler var.

Batı burjuva sınıfına özenen mukallit çevrelerin, köksüz, dü- şünsüz, edebiyatsız, sanatsız, bilimsiz, resimsiz, müziksiz, hey- kelsiz; ama parasal görgüsüzlüğü, bu ülkelerin apartman yığınlarından konaklarına, zengin salonlarından sözde üniversitelerine dek her yanı sarmış, bilim ve sanat düşmanlığını yaşanan toplumun hayat biçimi olarak benimsetmiştir.

Ticaret odalarına kiralanmış maskeli balo profesörleri, mütevelli heyetlerine sokulmuş sahte bilim adamları, ucuz alıp, pahalıya satmak üzerine kazıkçı işadamları, yurdun emekçisine düşman kurulu-düzen koruyucuları, yeryüzündeki tüm ileri eylemlere ve insanlığın yaratıcı bütün yeniliklerine kapalı kalmaktan kokuşmuş bir anlayış içinde, banknot saltanatı üzerine kurulmuş yozlaşmış bir düzenin çürük kokuları...

Bir herif-i naşerif düşünün ki, Anadolu'daki Amerikan kasalarından İsviçre'deki Siyonist bankalarına dek her yerde sağdan bol sıfırlı hesapları bulunsun, ama hayatı banknotun yeşili gibi öğürmekle geçsin gündüz ve gece... Kendisine birazcık yakınlaşıp;

  • Gel kardeşim, şu güzelim evrende yaşamak, hayatın tadını damağında duymak için bir şeyler yap...

  • Ne yapalım?

  • Al Aziz Nesin'in, Yaşar Kemal'in, Orhan Kemal'in romanlarını, bir kitaplık kur evinde...

  • Allah göstermesin, hepsi komünist!..

  • Ruhi'nin plaklarını al, türkülerini dinle...

  • Şeytan görsün yüzünü...

  • Ulan herif! Duvarına birkaç güzel resim as. Abidin, Avni, Cihat, Selim; bizim ressamlarımız bunlar...

  • Boş ver, kimini sürdüm, kimini vatandaşlıktan attım, kimini defterden sildim...

  • Nâzım'ı oku be!.. Türk dilinin büyük ozanını tanı! Dilini sevmeyen insan yurdunu sevemez ve yaşamın tadıdır şiir okumak...

  • Nâzım mı? Düşmanım benim o... Mezardan çıksa yine gömerim ellerimle...

Duvarında ressamı, dilinde şiiri, kitaplığında romancısı, üniversitelerinde bilim adamı bulunmayan bir görgüsüz sınıf... Hilton'da düğün yapıp, göbekçinin külotuna banknot sokuşturmaktan başka zevki olmayan, kasaba hovardalığıyla play-boy mukallitliğinde ömür tüketen; çarpık, zevksiz, renksiz, utanç verici bir sınıf Türkiye'nin yazgısına egemen bugün...

Evet, devrimini gerçekleştiremeyen sınıf görgüsüzdür ve Türkiye'nin yarını, mazlum ulusun uyanışı, emekçi yığınlarının iktidarı ve alın teri ülküsünün yükselmesiyle kurtulacaktır. Görgüsüzlüğün çirkinliğinden gerçeğin güzelliğine yöneleceğiz o zaman...

(İlhan Selçuk, "Görgüsüz Sınıf", Cumhuriyet, 1 Mart 1975)

SORULAR


  1. Türkiye'nin sosyal tablosuna bakıldığında, her şeyden önce, görülen nedir? Bu bakımdan, kapitalist toplumlarm sosyal tablosundan farkı nelerdir?

  2. Türkiye'de bugün var olan sosyal sınıflar hangileridir? Türkiye'de sosyal sınıfları incelerken, emperyalizmle olan ilişkileri niçin gözden uzak tutmamak gerekir?

  3. Türkiye'de, bugün, egemen sınıf ve zümrelerin başında hangi sınıf ve onun içinde de hangi zümre gelir?

  4. Türkiye'de burjuvazi ne zaman ve nasıl doğmuş ve gelişmiştir? Bu bakımlardan Batı burjuvazisinden farkları nelerdir bizim burjuvazinin? Özellikle kültür planında sonuçları neler olmuştur bu farklılığın? (Okuma parçasını okuyunuz.)

  5. Türkiye'de, ticaret burjuvazisinin egemenliğinden sanayi burjuvazisinin egemenliğine, ne zaman ve nasıl geçilmiştir? Bu geçişin siyasal bakımdan sonuçları ne olmuştur?

  6. Türkiye'de "tekelci sermaye" deyince ne anlaşılır? Ve burjuvazinin hangi kesimiyle ne gibi çelişmeler doğurmuştur bu sermaye kesimi?

  7. Türkiye'de "orta burjuvazi" derken ne anlaşılır? Orta burjuvazinin "ulusal" tavırlarının kaynağı nedir?

  8. Küçük burjuvazi derken ne anlaşılır? Küçük burjuvazinin yer yer demokratik eğilimler göstermesinin nedenleri nelerdir? Küçük burjuvazi içinde, ileriye en dönük ve işçi sınıfına en yakın kesim hangisidir?

  9. Türkiye'de, gençlik konusunda ne gibi görüşler ileri sürülmüştür? Bunların doğruluğu ya da yanlışlığı nerededir? Gençlik deyince, aslında ne anlaşılmalıdır?

İŞÇİ SINIFI

Türkiye'de, emekçi kitleler içinde en başta geleni ve en önemlisi işçi sınıfıdır: "Devrimci" ve -emekçi yığınlar içinde- "en çok örgütlü" olmasından ileri gelmektedir bu.



Türkiye işçi sınıfının doğuşu ve gelişimi

Türkiye işçi sınıfı, el sanayiinin çökmeye başladığı, ilk fabrikaların kurulmasına geçildiği sıralarda, 19. yüzyıl başlarında doğmuştur. Çalışma koşullarının bozukluğu, geçinme olanaklarının azlığı ve yönetimin aksaklığı, işçi sınıfının ekonomik mücadeleye atılışını hızlandırmıştır. Bundan dolayıdır ki, 1872'den bu yana grevler olmuş ve işçiler arasında örgütlenmeye önem verilmiştir.

İşçi sınıfının ekonomik mücadelesini grevlerle sürdürmüş bulunması, işçi sınıfındaki birlik ve beraberlik ilkesinin çok öncelerden yerleşmiş olduğu kanısını güçlendirmededir. Nitekim, Türk işçisi 1875 yılında 2, ertesi yıl 3, iki yıl sonra 1878'de 3, bir yıl sonra 1879'da 4 grev hareketine girişmiştir. Hele 1908 İkinci Meşrutiyet döneminde işçilerin ekonomik mücadeleleri, siyasal izler de taşımış ve işçi sınıfının bilincine erenler kendi ideolojilerinin yaygınlaşması için örgütlenmeye geçmişlerdir.

Sendikalar kurarak haklarını aramada birleşen işçiler, bu haklarını aralıksız kullanmayı sağlayamamışlardır. Cumhuriyet'in ilanından sonra, işçi sınıfının, ne ekonomik alanda ne de politik alanda kendi gücünü göstermesine olanak verilmiştir. Hatta uzun yıllar "sınıfsız toplum" edebiyatı ile vakit geçirilmiş, işçiler aldatılmış, daha kötüsü, işçi sınıfından söz etmek, grevi savunmak, işçi haklarını gözetmek ağır cezaları gerektiren suçlardan sayılmıştır. 1946'da, Türkiye'nin çok partili ve demokratik bir düzene doğru geçişi zorunlu olunca, işçi sendikalarının ve sınıf esasına dayanan partiler kurmanın kanunsal olanakları hazırlanmıştır. Ne var ki, kısa bir süre sonra, iktidar, işçileri, giriştikleri parti kurma, sendika kurma yolunda duraklatmış ve cezalandırmıştır. Ancak bir yıl sonra göstermelik sendikalar kurulması için yeni bir kanun çıkarılmıştır.

İşçi sınıfı, 1947-1960 dönemini, sıkıntılar ve baskılar altında geçirdikten sonra, 1961 Anayasası ile doğal haklarına kavuşmuştur.

1961 Anayasası'yla açılan yeni dönemde, Türk işçi hareketi, yalnız iktisadi mücadele ile yetinmeyerek, yeniden siyasal iktidara adaylığını koyar ve "Türkiye İşçi Parti- si"ni (TİP) kurar (13 Şubat 1961).

Bu yeni dönem, Türk sendikacılığında da bir aşamadır. 1962 yılında kurulan ve "Türk-İş" diye adlandırılan hareket, aslında Amerikan tipi bir sendikacılık anlayışını temsil etmektedir. "Partiler üstü" bir sendikacılık anlayışıdır bu.

Bu anlayış aslında şöyle özetlenebilir: "Türk işçisi, sağa da sola da karşıdır. Bütün siyasal partilere uzaktır. Siyasal iktidara, ister sermaye sınıfından, ister işçi sınıfından yana bir parti gelsin, sendikacı için fark etmez. Sendikanın kapısından particilik girmemeli. Fabrikaya siyaset sokulmamalı. Partiler üstü kalmalı sendikacılık. Sendikacı olarak biz ücretimize bakarız. Ekmek partisinden yanayız. Giden ağam, gelen paşamdır!"

Uzun yıllar, bu anlayış geçerli kalır. Yarım milyon işçiyi kapsayan, Türkiye'nin en büyük işçi örgütü (TÜRK-İŞ) bunu savunur. Ne var ki, bu tür sendikacılığın temelde işçi kitlelerini uyutmaktan başka bir şey olmadığı zamanla ortaya çıkar. Emekçi yığınların siyasal iktidarda söz sahibi olmadıkça ezileceği, sömürüleceği gerçeği kendisini belli eder. Bu bilinçlenme, sendikacılık hareketi içinde yeni bir kuruluşa yol açar ve işçiler, kısaca DİSK diye anılan "Devrimci İşçi Sendikaları KonfederasyomT'nun çatısı altında toplanmaya başlar.

DİSK'i kuranların bir kısmı, daha önce TİP'i de kuranlardır.

1960-1970 yılları, Türk işçi hareketinin ideoloji ve eylem planında "altın yılları"dır. İşçi sınıfı, nicel ve nitel planda büyük gelişmeler kaydeder. Ama, aynı yıllar, egemen sınıfların gelişen hareket karşısında büyük korkuya kapıldıkları yıllardır da. Bu korku ve egemen sınıfların düştükleri bunalım, onları -kendi açılarından- bir çözüme götürür: "12 Mart faşizmi" böyle doğar. 1970 yılında, Sendikalar Kanunu'nun bazı hükümleri, sürekli büyüme halindeki DİSK'in gelişmesini engelleyici yönde değiştirilir ve 12 Mart Muhtırası'nm hemen arkasından, kanun dışı hiçbir eylemi görülmediği halde -"bölücülük yaptığı" bahanesiyle- Türkiye İşçi Partisi kapatılır. Ve işçi sınıfı ve onun ideolojisine (yani Marksizme) karşı yoğun bir baskıya geçilir.

İşçi sınıfı için en kahırlı yıllardır o yıllar.

Türkiye işçi hareketinin bugünkü tablosu

Türk işçi hareketinin günümüzdeki tablosu şudur:



  • 1970'ler Türkiye'sinde işçi sınıfı, toplam nüfus içindeki yeri bakımından da önemli bir ağırlık oluşturmaktadır. Toplam ücretliler içerisinde sigortalı işçi ve emekçi oranı, 1972 yılında % 54,4'e yükselmiştir.

Yapılan tahminlere göre, 1972'de 14,3 milyon dolaylarında olan işgücü arzının 8,8 milyonunun tarım, 1,5 milyonunun sanayi, 3,2 milyonunun hizmet kesiminde istihdam edildiği ve 750 bin kişinin de kentsel yörelerde, verimliliği çok düşük işlerde çalıştığı ya da işsiz olduğu söylenebilir. Bunun yanı sıra, -çoğunluğu Federal Almanya'da olmak üzere- 1 milyon dolaylarında Türk işçisinin de yurtdışm- da çalıştığı göz önüne alınmalıdır. Üstelik bu kesimin önemli bir bölümü, nitelikli işçilerden oluşmaktadır.

İstihdam alanının günden güne artan işgücü arzı karşısında gitgide yetersiz hale geldiği ve işgücü ihracının bir donma noktasına vardığı Türkiye'de, nesnel koşullar, Türk işçi hareketini, sendikal mücadele alamnda olsun, siyasal mücadele alanında olsun gitgide artan bir hızla etkilemektedir.



  • 1967 yılında, Türk-İş'in Amerikan tipi partiler üstü sendikacılık anlayışının bir aldatmaca olduğu gerçeği karşısında, DİSK çatısı altında örgütlenen Türkiye işçi sınıfı, iktidarın ve işverenlerin bütün baskıcı engellemelerine karşın bu örgüte doğru akmaktadır. Günümüzde, sözü geçen örgüte üye sayısı yüz binlerle ölçülmektedir. Takvim artık DİSK için çalışmaktadır. Öte yandan Türk-İş'in bünyesinde baş gösteren çözülmeler, günden güne bu örgütü zaafa uğratmakta, örgüt içindeki sosyal demokrat muhalefet gitgide gücünü artırırken, DİSK'e doğru kaymalar çoğalmaktadır. Ekonomik yapı ve uluslararası ticari ve ekonomik ilişkiler bakımından Amerika ile taban tabana zıt bir durumda bulunan Türkiye'de, Amerikan tipi sendikacılığın uzun ömürlü olması bir hayli zor görünmektedir. 1967'de gerçekleştirilen DİSK hareketi, 1971'de beliren "sosyal demokrat" sendikacılık hareketi, "Amerikan tipi" sendikacılıktan ayrılış hareketleridir.

Bugün için, sendikalı işçi kitlesinin önemli bir kesimi,

CHP bünyesinde, küçük burjuvazinin ilerici kanatlarıyla bir- leşerek, tekelci burjuvaziye karşı kurduğu bağlaşıklık içinde siyasal potansiyelini kanalize etmek olanağını bulmuştur. Ancak, bugüne değin, gücünü -geniş ölçüde- burjuvaziyi temsil eden siyasal partilerin desteğinde siyasal mücadele alanına aktarmış bulunan işçi sınıfım, nesnel koşullar, siyasal mücadele düzeyinde -TİP denemesinin de verdiği bir olgunlukla- daha etkili bir örgütlenmeye zorlayacaktır.

Demokrasinin yurdumuzda yerleşmesi ve kökleşmesi için gereklidir de bu...

DAHA ÇOK BİLGİ



Nermin Abadan, Batı Almanya'daki Türk İşçileri ve Sorunları, Ankara, 1964.

Lütfi Erişçi, Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi, İstanbul, 1951.



Kurthan Fişek, Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi ve İşçi Sınıfı, Ankara, 1969.

Dimitir Şişmanov, Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi (çev. A. R. Zarakolu), İstanbul, 1978.

OKUMA

NASIL BİR SENDİKACILIK?

Türkiye'de sendikacılık, hiçbir zaman yapısal gereklere uygun ve özgür bir gelişme gösterememiş, hep güdümlenmiştir. Uzun yasakçılık yıllarında, "işbirlikçi" bir modele göre düzenlenmek istenen Türk sendikacılığı, ülke siyasetinde burjuva demokrasisi ilkelerinin benimsenmesinden bu yana "tutucu" bir Amerikan modeline göre kalıplanmakta. Oysa, Türkiye gibi "gelişen" bir ülkenin sendikacılığı, ABD gibi "süper kapitalist" bir ülke sendikacılığına benzeyemez. Nitekim, son birkaç yıl içinde patlak veren DİSK ve sosyal demokrat hareketleri Türk-İş'in temsil ettiği bu zoraki kalıbın başarısızlığını ortaya koymaktadır. Türkiye'de sendikacılık devrimci bir nitelik taşımak zorundadır: Ancak, bu devrimcilik... Burjuva demokrasisinin sağladığı imkânları reddeden "Anarşist" bir çizgide değil, demokratik yollardan sonuna kadar yararlanan ve işçi sınıfının temel hakları



(Mete Tuncay, Alpaslan Işıklı'nın Sendikacılık ve Siyaset

adlı eserinin tanıtına yazısı)

SORULAR


  1. Türkiye'de, emekçi kitleler içinde, en başta gelen ve en önemli sınıf hangisidir? Niçin?

  2. Türkiye'de işçi sınıfı, ne zaman ve nasıl doğar ve gelişir? Bu gelişimin aşamaları ve sendikal plandaki özellikleri nelerdir? 1960-1970 yıllarının bu bakımdan önemi nedir?

  3. Türk işçi hareketinin günümüzdeki tablosu, nicelik ve nitelik bakımından ne gibi özellikler taşımaktadır? Özellikle sendikacılık hareketi içinde ne gibi eğilimler çatışmaktadır? Niçin?

  4. Türkiye'de sendikacılık, nasıl bir çizgi izlemelidir sizce? (Okuma parçasını okuyunuz.)

KÖYLÜLÜK

Türkiye'de, tarım kesimindeki sınıfsal bölünme ya da köylülük-topraktaki üretim ilişkilerine göre- dört bölümde incelenebilir: 1) Tarım işçileri, 2) Küçük üreticiler, 3) Orta köylülük, 4) Büyük toprak sahipleri. Bunlardan tarım işçileri ve büyük toprak sahipleri (kapitalist çiftçiler) temel sınıfları, ötekiler de ara tabakaları oluşturur.



Tarım işçileri, küçük üreticiler ve orta köylülük

- Türkiye'de, hiç toprağı olmayanlardan bir milyon dolayında aile tarım işçiliği yapmaktadır. Kapitalist üretim koşulları altında genellikle büyük ve orta çiftçilerce sömürülen bu kesim, örgütlü olmadığı gibi, hemen hemen hiçbir sosyal güvenlik hakları da yoktur. Çoğu kez, ücret belirlenmesinde bile söz sahibi olmadıklarından yoğun bir sömürünün boyunduruğu altındadırlar...



Bu durumu doğuran nedenler birden fazladır: Önce, tarımda işgücü gereksinmesi hem çok düşük ve hem de

mevsimliktir. Tarım kesiminde büyük bir işgücü, gizli ve açık bir biçimde işsiz olunca, ücretlerin çok düşük bir noktada oluşması doğaldır. Ayrıca, tarım işçiliğinin sürekli bir nitelik taşımaması, tarım işçilerini belli mevsimlerde çalışmak için kentlere sürüklemektedir.

Bütün bunlar, tarım proletaryasının örgütlenmesini ve sınıf bilincine kavuşmasını güçleştiren önemli etkenler.

- Küçük üreticiler, Türk tarımında tarım işçileriyle birlikte en büyük kitleyi oluştururlar. İki milyondan daha fazla çiftçi ailesinden oluşan küçük üreticilerin, "yarı proleter" bir niteliği vardır. Sınırlı toprağa sahip olmaktan dolayı, ikili bir sömürü yöntemiyle varlıklı sınıfların baskısı altındadırlar: Bir yandan, sahip oldukları toprakların büyüklüğü ailelerinin gereksinmelerini karşılamakta yeterli olmadığından, tarım işçiliği yapmak zorunda kalmaktadırlar. Bu durum, küçük üreticilerin kapitalist üretim koşullan altında genellikle büyük ve orta çiftçilerce sömürülmesi demektir. Öte yandan, gerek tüketim harcamaları, gerekse üretim giderleri için gerekli olan nakit para sıkıntısı içindedirler. Sürekli olarak tarımda izlenen bu gerçek, küçük üreticiyi bir de tüccar ve tefeci sermayesinin sömürüsü altına sokar. Çoğu kez küçük üretici, ürününü ya daha hasat etmeden borçlandığı tüccara devreder ya da tefeciden ipotek karşılığı yüksek bir faizle borç alarak, sonunda elindeki toprağından da olur.

Üretilen ürünlerin niteliğine bağlı olarak, küçük üreticilerin belli bir bölümü ücretli işçi kullanmaktadır. Örneğin, pamuk ve tütün gibi bazı teknik bitkilerin üretimi, 10 dönüm büyüklükten sonra ücretli işçiliği -süreksiz de olsa- kullanmak zorundadır.

Burada bir soru sorulabilir: Ücretli işçilik kullanıldığına göre, bu tip işletmelerin kapitalist işletme sayılması gerekmez mi?

Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse, 20 dönüm toprağa sahip bir tütün ekicisi, üretimin niteliği gereği ücretli işçi kullanmaktadır. Türkiye'de tütünün dönüm başına verimi 47 kg'dır. 20 dönümlük bir tütün işletmesinin, yılda üretebileceği tütün miktarı bir ton ve bunun satışından elde edeceği para da 100 bin lira dolayındadır. Üretim giderleri çıktıktan sonra elde kalan paranın, çiftçi ailesini ancak geçindirecek büyüklükte olduğu ve ayrıca bu küçük üreticinin bizzat kendisinin de sömürü altında olduğu düşünülürse, bu tür işletmelerin kapitalist nitelik taşıdığını söylemek olası değildir.

- Gene kırsal kesim için orta köylülük diyebileceğimiz bir tabaka, yeterince toprağı olduğu gibi, özellikle iyi hasat mevsimlerinde yanında birkaç tarım emekçisi çalıştırmak olanağını da bulur. Bu köylüler, toprağa iyice bağlı ve "zenginleşme umudu" içinde olduklarından küçük burjuva nitelikleri daha belirgindir.

Bir yandan tefeci bezirgânlığın sömürüsü altında olmasının, öte yandan gelişen tarım kapitalizminin etkisiyle, egemen sömürü bağışıklığı ile çelişki halinde olan bu köylü tabakasının, gerek toprak mülkiyeti koşullanması, gerekse öteki yoğun üstyapı koşullanmaları nedeniyle, ilerici bir tutum göstermesi için hayli sabırlı çalışma gereklidir.

Büyük toprak sahipleri (kapitalist çiftçiler)

Türkiye'de, bugün kapitalist üretim koşulları altında üretimde bulunan 150 bin dolayında tarımsal işletme vardır. Bunların çiftçi aileleri içindeki payı % 4 dolayında küçük bir oran olmasına karşılık, toprakların % 40'mı ve toplam tarımsal üretimin yarısına yakınım denetleyebilmektedirler.

Türkiye'de, büyük toprak sahiplerinin kapitalistleşmele- ri, Cumhuriyet'in kuruluşundan epeyce önce başlamıştır.

Osmanlı İmparatorluğu'nda, tarımda kapitalizmden söz edildiği dönem, genellikle 19. yüzyılın son çeyreğini kapsar. Özellikle sanayi bitkilerinin ekim alanlarının genişletilmesi, Cumhuriyet öncesi Türkiye'sinde -küçümsenemeyecek ölçüde- bir tarım kapitalizminin oluşmasına yol açmıştır. Kurtuluş Savaşı'nı izleyen yıllarda Batı Anadolu ve Trakya'da Rumlardan, Orta ve Kuzeydoğu Anadolu'da ise Ermenilerden boşalan topraklar, pazar için üretim yapan tarım işletmeciliğini ve buna koşut olarak büyük toprak mülkiyetini geliştirmişti.

Tarım üretimi -geniş ölçüde- geleneksel ilkel araçlarla yapılıyordu; ama feodal ilişkilerin kalıntıları da günden güne gerileyerek, yerini kapitalist mülkiyet ilişkilerine bırakmaya devam etmekteydi. 1929 dünya ekonomik bunalımıyla tarım ürünleri fiyatlarındaki önemli düşüşler ve kötü ürün yılları, Cumhuriyet yönetimini büyük tarım üreticilerini koruma önlemlerine yöneltmiş, bu alanda kooperatifçilik denemelerine girişilmişti.

Bu önlemler de, tarım kapitalizminin gelişmesine ayrıca yardımcı olmuştur.

II. Dünya Savaşı yıllarında tarım ürünleri fiyatlarındaki hızlı yükselişler, büyük toprak sahiplerini büsbütün güçlendirecektir. Öyle ki, savaşın bitiminden hemen sonra, bürokratların yönetimindeki CHP'den rahatsızlık duymaya başlayan büyük toprak sahipleri, 1946 yılında -ticaret burjuvazisinin bağlaşıklığıyla- DP'yi kuracak ve bu parti aracılığıyla 1950 yılında da siyasal iktidarın ortaklarından biri haline gelecektir.

Birleşik Amerika'nın Marshall yardımı çerçevesinde sağladığı tarım donanımı, "makinalı tarımın" geniş ölçüde yaygınlaşmasına ve büyük toprak sahiplerinin iktidardaki durumlarımı! güçlenmesine yardım ettiği gibi, karşılık olarak, büyük toprak sahiplerinin emperyalizmle bağlaşıklığını da güçlendirmiştir. Büyük toprak sahiplerinin ellerinde biriken kazançlar ise, sürekli olarak kentlere doğru akmaktadır. Önemli bir birikim olan bu kazançlar, ticarethanelerin, bankaların ve sanayi işletmelerinin sermayesi haline gelecektir.

DP iktidarına son veren 27 Mayıs hareketi, büyük toprak sahiplerinin ekonomi ve politika yaşamındaki önemlerinin -görece- azalması sürecinde önemli bir dönemeçtir. Bu tarihten sonra büyük toprak sahipleri, politik alanda ön plandaki yerlerini yitirmiş ve gerilemişlerdir. Bu gerilemede, bunların bağlaşıkları durumundaki ticaret burjuvazisinin de arka plana itilmiş olmasının, 1960'tan sonra politikada birdenbire ön plana yükselen bürokratlar ve sanayicilerle çıkar zıtlığı içinde bulunmalarının, köylü kitleler üzerindeki ideolojik denetimlerinin -görece- zayıflamasının ve son olarak Türkiye'de kent dünyasmdakilerin çok daha ağır basmasının payı büyüktür.

Büyük toprak sahipleri, günümüzde, büyük bir savunma savaşı vermekte, sanayi burjuvazisi ve bürokrasice ayrı ayrı planlanan toprak reformundan -en az zayiatla- sıyrılmaya çabalamaktadırlar. Büyük kapitalist tarım işletmeciliğinin verimliliğini savunarak, toprak reformunun uygulama alanını -hâlâ feodal kalıntıları barındıran- Doğu Anadolu'ya ve -siyasal gerekçelerle- Güneydoğu Anadolu'ya kaydırmaya can atmaktadırlar.

Ne var ki, ekonomi ve politika dünyasının Türkiye'deki yeni temsilcileri, büyük tarım gelirlerinin vergilendirilmesi yoluyla sanayileşme için yeni fonlar yaratılmasını, kent emekçilerinin ücret istemlerinin frenlenebilmesi için tarım ürünlerinin fiyatlarının -bir ölçüde- düşürülmesini, köylü kitlelerin satın alma gücünün, ulusal sanayi mamullerinin sürümünü artıracak biçimde yükseltilmesini planlayadu- rurken, büyük toprak sahiplerinin toprak reformundan az zayiatla kurtulmaları bile büyük bir önem taşımamaktadır.

Günümüzde büyük toprak sahipleri, kendi sosyal ortamlarında önemlerini bir ölçüde korumakla birlikte, ulusal ekonomi ve siyasal yaşamda rolü gitgide azalan bir sosyal tabaka görünümündedir. Geleneksel sömürücü nitelikleri, kapitalist düzenin yeni temsilcilerinden amansız darbeler yemelerine karşın, onları daima baskıcı ve gerici politikaların bağlaşığı ve destekçisi, demokratik ve ilerici politikaların ise düşmanı durumunda tutmaktadır.

Feodal kalıntılar sorunu

Türk tarım kesiminde kapitalizm öncesi üretim ilişkileri var mıdır?

Varsa bu kalıntıların ağırlığı ne kadardır?

Belli bir üretim biçimi söz konusu edildiğinde, genellikle o üretim biçimi eski üretim ilişkilerinden tüm arınmış bir durum göstermez. Örneğin kapitalist üretim biçiminin egemen olduğu bir toplumda, feodal üretim ilişkilerinin kalıntıları bulunabileceği gibi, bu kalıntılar toplumda uzunca bir süre daha tutunabilir.

Feodal ilişki koşulları altında üretimde bulunan köylü, artık-ürünü, derebeyi ya da toprak ağasına, genellikle aynî ve angarya olarak öderdi. Artık-üriinün ödenme biçimi ve niceliğine derebeyleri karar verirdi. Doğrudan üretici, toprağı terk edemeyeceği gibi, hiçbir özgürlüğe de sahip değildi. Bu zorlayıcı güç, derebeyin sahip olduğu askerî bir güç olabileceği gibi, bir çeşit yargı düzeniyle desteklenen bir gelenekten ya da hukuktan gelebiliyordu.

Türkiye'de böyle bir sömürü biçiminin olmadığını söylemek olasıdır. Fakat buna karşın, ülkede feodalitenin çözülme çağındakine benzeyen ilişkilere -az da olsa- rastlanabil- mektedir. Yöresel bazı araştırmalar, aşiret reisliği, şeyhlik ve tarikat reisliği gibi geleneksel ve dinsel etkenlerle köylünün, tipik feodal ilişkilerle sömürüldüğünü göstermektedir.



Yüklə 1,37 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   46




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə