Uygarlik tariHİ Server Tardlli



Yüklə 1,37 Mb.
səhifə24/46
tarix16.08.2018
ölçüsü1,37 Mb.
#63403
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   46

Böylece, devletin tarımsal temeli ile askerî politikası arasında bir ahenk kurulmuştur. O denli ki, ilerde OsmanlI devletinin çöküşü ile tımar sisteminin çöküşü arasında bir koşutluk olduğu görülecektir.

Artık-ürünü ele geçiren sınıfın niteliği, Osmanlı toplumunda, senyörden hayli farklıdır: Senyörün, aldığı artığı istediği gibi kullanma ve sömürüyü artırma olanakları vardır. Ne var ki, bu olanaklar tımar sahibi sipahi için ba-

his konusu değildir: Önce, sipahinin alacağı vergilerin sayısı ve oranı bellidir ve bunları azaltmak ya da artırmak yetkisine sahip değildir. Sonra, sipahi aldığı artık-ürü- nün kendisinde kalan bölümüne karşılık, merkezî otoritenin istediği harcamaları yapmak zorundaydı. Çünkü, devlete karşı belli yükümlülükleri vardı onun.

Batı feodal toplumu ile klasik Osmanlı toplum yapısı arasındaki benzemezlik, son bir çözümlemede, toprağın mülkiyet biçiminin her iki toplumda farklı oluşuna indirgenebilir. Bu farklılıktır ki, Osmanlı toplumunda kapitalist ilişkilerin doğup gelişmesini engellemiştir. Kapitalist üretime geçişin temel koşullarından biri, "toprakta özel mülkiyetin varlığı"dır çünkü.

Batı'da, 15. ve 16. yüzyıllardaki gelişmelerin genel tablosu şudur: Bir yandan lüksün ve fiyatların yükselmesiyle, gereksinmelerinin çoğalması yüzünden senyörlerin sömürüyü artırmaları, belli bir köylü kitlesinin köylerden kaçmalarına olanak sağlarken; öte yandan, feodal üretim biçiminin iyice kokuştuğu bir anda, senyörler, daha da artan gereksinmelerinin sonucu, büyükçe bir bedel karşılığında köylüyü topraktan uzaklaştırmaya (azat etmeye) başlamışlardır. Senyörler, köylülerin bıraktıkları bu toprakları ya satıyorlar ya da -daha yüksek bir gelir karşılığında- kiraya veriyorlardı. Böylece, bir yandan senyör artan gereksinmeleri karşısında sömürüyü artırıp ve ayrıca artık-ürünü nakit olarak isterken; öte yandan, tüccar ve tefeciler, hem senyörleri hem de doğrudan üreticileri büyük borçlar altına sokmakta idiler. Bütün bunlar, doğrudan üreticileri pazar için üretime zorluyor ve dolayısıyla feodal üretim biçimiyle çelişen burjuva sınıfın gelişmesine olanak sağlıyordu.

Ama, aynı dönemde Osmanlı toplumunda, bu gelişmelerden eser yoktu. Apayrı bir toplum yapısı, kapitalist ilişkilerin toplumda gelişmesine ayakbağı olmaktaydı çünkü.



b) Klasik Osmanlı düzeni ve dış dinamikler

19. yüzyıldan çok önce, dış dinamik de Osmanlı toplununum kapitalist üretime evrilmesine engel olmaya başlar.

Birinci olarak, Batı'nın yeni ticaret yolları bulmasıyla, Doğu ticaret yolu yön değiştirir ve bu durum, OsmanlIların önemli bir gelir kaynağından yoksun kalmalarına neden olur.

İkinci olarak, Amerika'dan talan edilen altın ve gümüşün Avrupa'yı istilası, Avrupa'da fiyatları hızla yükseltir. Hammadde ve besin maddelerine Avrupalı tacirlerin yüksek paralar ödemesi, Osmanlı ekonomisini de altüst etmeye başar.

Akçe hızla değer yitirmeye başlamıştır.

Bövlece ülkede fiyatların hızla artışı yalnız halkın değil, devletin durumunu da olumsuz yönde etkilemektedir. Yerli sanayi, hammadde sıkıntısından çökmek üzeredir. Batılı tacirlerin ödedikleri yüksek bedeli bizde lonca örgütü biçimindeki sanayicinin ödeyebilmesi olanaksızdır. Ama, bir kapıdan altın ülkeye hücum ederken, başka kapıdan daha fazlasıyla çıkıp gitmektedir. Osmanlı ekonomisi, dışarıya hammadde veren ve karşılığından mamul mal alan geri bir ülke durumuna düşmektedir yavaş yavaş.

Gerek akçenin değer yitirmesi, gerekse tarımsal ürünlerde kaçakçılığın artması, yalnız devleti iktisadi bunalım içine sokmakla kalmıyor, öteki askerleri de hoşnutsuz kılıyordu. Fiyat yükselişleriyle sipahilerin gelirleri azalıyor, bu durum sipahi-saray uyuşmazlığını körüklüyordu.

Bu koşullar altında, devlet, varlığını koruyabilmek ya da sürdürebilmek için, yeni maddi kaynaklar bulmak zorundaydı. Ne var ki, o dönemde, topraktan başka el atılabilecek başka bir kaynak da yoktur. Ona el atar. İltizam uygulaması denen yeni bir uygulama başlar: Devlet, toprak gelirini -ihale ile ve belli bir bedel karşılığında- mültezimlere (bir çeşit derebeyi, ayan, eşraf) devretmektedir. Tarımdaki bu yeni uygulama, üretim ilişkilerini de değiştirir: Sipahi-reaya ilişkileri, yerini mültezim-reaya ilişkilerine bırakır. Ne var ki, yeni uygulama, köylü için vahim sonuçlar doğuracaktır.



Devlet için de öyle...

Osnıaıılı düzenin in 19. yüzyıl başlarındaki tablosu

Daha 16. yüzyıl sonlarından başlayarak gitgide çözülen düzenin, 19. yüzyılın başlarındaki tablosu şöyledir:



  • Gerek tarım ve gerek sanayi kesimlerinde üretici güçlerin gerilemesi, giderek yıkılması sonucu olarak, iktisadi yapıdaki çöküntü gözle görülmektedir.

Mülkiyeti aslında devlete ait olan temel üretim aracı toprağa âyan ve derebeyler sahip çıkmıştır. Öyle olunca da, artık-ürünün reayadan alınış biçimi de değişmiştir: Tımar sahibinin dolaylı biçimde aldığı artık-ürünü, toprağın yeni sahipleri dolaysız bir biçimde alır olmuşlardır, hem de miktarını artırarak... Üstelik, derebeyler, tarımdan aldıkları artığın merkezî otoriteye düşen bölümünü de vermez olmuşlardır. Üretim ilişkilerindeki bu değişme, köylünün daha fazla sömürülmesi demekti. Gitgide artan iktisadi baskıya köylünün can ve mal güvenliğini ortadan kaldıran siyasal baskı da eklenince, köylü toprağı bırakmak zorunda kalır.

Bu da, tarımsal üretimin düşmesi demekti.

Yeni oluşan âyan ve derebeylerin egemenliği bir tarihte belgelenir de.

1808 yılında, Anadolu ve Rumeli âyanı ile Padişah arasında imzalanan "Sened-i İttifak" hükümdarın yetkilerini sınırlamaya kalkar. Bazılarının -İngiltere'deki bir örneğe benzeterek- ileri bir hamle, demokratik gelişmenin başlangıcı diye gösterdikleri bu belge, tersine, merkezî otoritenin zayıflamasıyla feodaliteye doğru çözülmenin bir simgesidir.

Tarımdaki çöküntünün yanı sıra, Batı'nın sanayi ürünleri ülkeyi tehdide başlamış, sınai üretim düşmüş, hatta kesin bir yıkılmam eşiğine gelmiştir. Gelmiştir, çünkü OsmanlI toplumunun 17. yüzyıla değin uzanan döneminde, var olan üretim ilişkileri, giderek dış etkenler, toplumun -Batı'da olduğu gibi- "kapitalist üretim"e verilmesine olanak sağlayamamıştır.



  • İktisadi yapıdaki bu çöküntü toplumun tüm üstyapı kurumlarını da etkilemiştir. Tımarların bozulmasıyla başta ordu çökmüş. Osmanlı devleti askerî yönden de Batı karşısındaki üstün durumunu yitirmiştir. Ordunun zayıflamasının yanı sıra, Osmanlı devletindeki çeşitli halkların ulusal bilince vararak bağımsızlıklarım kazanmak istemeleri ve bunun için de silaha sarılmaları, imparatorluğa toprak kaybettirmektedir.

Bütün bunlar, başka birtakım nedenlerle beraber, bir yandan devletin gereksinmelerini artıran, öte yandan da gelirlerini eksilten nedenler olmaktadır. Artık, devletin giderleri gelirlerinden kat kat yüksektir.

19. yüzyılın başlarında Osmanlı toplununum tablosu işte budur.

Ne yapmak gerekiyordu?

Başlarda iki görüş ağır basar.

Bir görüş -Osmanlı devletinin geleneksel anayasasını oluşturan- şeriat hükümlerine dönülmesi ve bu hükümlerin tam uygulanmasını ileri sürer.

Bir ikinci görüş, Batı'yı taklit ederek, ordudan başlayan bir reform hareketiyle kalkınmaya çalışılmasını savunur.

Batılılaşmayı kimler istemektedir?

Yönetici kadronun belli bir kesimi ile birkaç iyi niyetli aydın, Batı kurumlan topluma aktarılınca geriliğin üstesinden gelinebileceğine ve böylece çökmekte olan imparatorluğun kurtarılabileceğine inanmışlardı. Ama Batılılaşma hareketinin asıl itici gücünü, Osmanlı egemen güçleri ile Batı kapitalizminin kendisi oluşturmaktaydı.



Başta sivil-asker bürokrasi, artık-üründen aldıkları paylarla biriktirilen servetlerini ve canlarını güven altına almak istiyordu. Batılılaşmanın ilk ve en ateşli savunucuları bunlar olmuştur, ikinci olarak, temel üretim aracı olan toprağın yeni sahipleri, eşraf, ayan ve derebeyler, fiilî olarak el koydukları toprağın hukuksal olarak mülkiyetini de ister olmuşlardı. Batı'mn özel mülkiyete ilişkin hukuk kuralları bunu sağlayacaktı kendilerine. Üçüncü olarak, ticaret ve maliye kesimlerine egemen işbirlikçi azınlıklarla, yabancı uyruklu tacirler (levantenler) toplumda liberal ekonominin tüm gereklerinin yerine getirilmesini iste-

mekte ve Batılılaşmadan bunu anlamaktaydılar.

Batılılaşmanın bir büyük desteği de bizzat Batı'nın kendisidir. Çünkü sanayi kapitalizmini bütün temelleriyle kurmuş olan Batı, bir yandan sanayi ürünlerini satabilecek, öte yandan da sanayi üretimi için ucuz hammadde sağlayacak dış pazarlara gereksinme duymaktaydı. Bu nedenle, gümrük duvarlarının kaldırılması, ticaret ve mülkiyet haklarının yabancı uyruklulara da tanınması ve yabancıların can ve mala ilişkin haklarının güven altına alınmasında çıkarı vardır Batı'nın.

İşte bütün bu olanakların kapısını açacaktı Batılılaşma.

Böylece, Osmanlı toplumunda artık-ürünü ele geçiren kesimle Batı'nın istekleri bu dönemde birbirine uygun düşüyordu. Öyle olunca da, -hiç çekinilmeden- tam bir "liberal uygulama"ya geçildi.



Bağımsız imparatorluktan yarı-sömürgeleşmeye

1838 yılında İngilizlerle imzalanan bir ticaret antlaşması, Türkiye'nin Batı'nın açık pazarı haline gelmesine neden olacak çığırı açar.

Bu antlaşmayla, Osmanlı İmparatorluğu'nda, ticarete -vaktiyle- konmuş olan kayıtlar (yed-i vâhid-tekel usulü) kaldırılır; İngilizlerin iç ticarete girmelerine izin verilir. İngiliz tacirlerinin -Osmanlı tacirlerinden çok daha avantajlı biçimde- iç ve dış ticareti yapabilmesi olanağı sağlanır. 1838'de İngilizlerle yapılan bu antlaşmanın benzerleri daha sonraki yıllarda öteki Batı devletleriyle de yapılır.

Sonuç, çok geçmeden eldeki yerli sanayinin çökmesi olur. Atölyeler ve tezgâhlar birbiri ardından kapanırken, işsizler ordusu da yeni eklemelerle büyür.

Osmanlı ekonomisinin sömürgeleşme süreci başlamıştır.

Aslında, gelişen Batı kapitalizminin etkisiyle zaten gerileyen Osmanlı üretici güçlerinin kesin tasfiyesine engel olmak için, Batı'nın sanayi ürünlerine gümrük duvarları çekmek ya da var olan gümrük duvarlarını daha da yükseltmek gerekirdi. Ne var ki, bunun tam tersi yapılıyordu;

gerçekte yetersiz olan gümrük engelleri de kaldırılıyor ve tam bir liberalizmin uygulanmasına razı olunuyordu. Ama aynı dönemde, dünyanın en gelişmiş ve sanayileşmiş ülkesi olan ve liberalizmin şampiyonluğunu yapan İngiltere, başka ülkelerin sanayi mallarına kendi gümrük kapılarını kapıyordu.

Batı kapitalizminin Osmanlı İmparatorluğu içindeki köprübaşları olan azınlıklardan oluşan işbirlikçi burjuvazinin güvenliğini sağlayıcı -yine Batı'dan gelen- istek ve öneriler, “reform" diye, 1839 Gülhane Hatt-ı Hümayu- nu'nda, 1856 Islahat Fermam'nda, 1859 Arazi Kanunnamesinde bürokrasice karşılanmaya çalışılır.

Bu arada, ticaret antlaşmalarıyla başlayan sömürgeleşme çığırı, Osmanlı devletini, mâliyesi bakımından tam bir iflasa sürükler. Dış borçların hızla artmasına karşılık, ülkenin ve devletin gelir kaynakları artmıyor ve gün geçtikçe yabancıların eline geçiyordu. Ve gün gelir, devlet, elindeki parayla dış borçların yıllık faizlerini bile tam olarak ödeyemez duruma düşer. Bu iflasın kesin belgesi, 1881'de "Düyun-ı Umumiye" (Genel Borçlar) yönetiminin kurulması olacaktır.

Düyun-ı Umumiye Meclisi, Osmanlı devletinin alacaklarının temsilcilerinden oluşan bir kuruldu. Görevi, borçlara karşılık gösterilen vergileri toplamak ve alacaklılara dağıtmaktı. Yalnız bununla da yetinmiyor, aynı zamanda işletmecilik de yapıyordu: Tuz ve tütün tekeli (imalatı ve ticareti) bu kuruluşa verilmişti. Görülüyor ki, Düvun-ı Umumiye, bir ülkenin iktisadi ve mali bağımsızlığını kesin olarak ortadan kaldıran bir kurumdu ve emperyalizmin Türkiye'deki beşinci kolu durumundaydı.

Türkiye, artık emperyalizmin boyunduruğunda sömürge tipi, yarı-feodal-yarı kapitalist bir ekonomidir. Bu arada, ülke, gitgide "Batılılaşmakta"dır. Ama -ne hikmetse- Batılılaştıkça da "sömürgeleşmekte"dir. Bunun gibi, Batı'ya benzemek için Batı kanun ve kurumlarını aktarmak, "halka karşın" yapılmıştı. Bütün bu çabalar, hep halktan kopuk, giderek halkın zararına ve tepeden inme bir nitelik taşıyınca, Batıcılar halka ters düşecek ve toplum, iki yüzyıla yakın bir süredir devam eden bir "ikileşmenin" içine itilecekti.



Devleti o günün Batı modeline uyarak kurtarmak isteyenler de ikiye ayrılıyor zamanla.

Bir görüş, reformların yukarıdan aşağıya ve devlet eliyle yapılmasını öneriyor. Ahmet Rıza Bey ile Ziya Gö- kalp savunuyor bu görüşü. Başka bir görüşe göre, burjuva yetişebilmesi için, yani "teşebbüs-i şahsi"nin gelişebilmesi için, merkezî devletin zayıflaması, "adem-i merkeziyet" gerekiyor. Bu görüşü de Prens Sabahattin Bey savunuyor. Türkiye'de uzun süre etkinliğini sürdürecek iki siyasal akımın temelleri atılmış oluyor böylece.

Birinci görüşün en önemli temsilcileri, İttihat ve Terakki ile -1960'ların sonuna değin- CHP'dir. 27 Mayıs Hare- keti'ni de bu doğrultuda değerlendirmek gerekiyor. Hürriyet ve İtilaf, Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka, Demokrat Parti ve Adalet Partisi de ikinci akımın temsilcileridir.

İmparatorluğun yarı sömürge haline gelişi, özellikle İstanbul ve İzmir gibi liman kentlerinin nüfus yapısında açıkça görülüyordu. Bu kentlerde, yabancı sermayeyle işbirliği yapan bir komprador burjuvazi doğmuştur. Saray ve büyük paşalar da, bu emperyalist sömürü düzeninden pay alan zümrelerdir.

İstanbul'un bu işbirlikçi ve çoğu da Rum, Ermeni olan burjuvazisinin imparatorluk ekonomisinde kurduğu tekelci sömürü sisteminden yararlanamayan ticaret burjuvazisi ise, Rumeli'nde, özellikle Selanik'te üstlenmiştir. Bunlar, İstanbul'da gerçekleşen bir iktidar değişikliğinin kendilerine, bu tekelci sistemi yıkmak fırsatını vereceğini umuyorlardı.

Bu arada meşruti ve liberal bir rejim yanlısı Jön Türk aydınları da gizli olarak örgütlenir ve İstanbul'a karşı harekete geçerler. 1908 İkinci Meşrutiyet hareketi ve onun İttihat ve Terakki iktidarı -Balkanların milliyetçi ideolojik havasından etkilenen- ilerici asker-sivil aydınlarla, Rumeli ticaret burjuvazisinin özlemlerini temsil edecektir.



'Milli iktisat" görüş ve denemeleri

İttihat ve Terakki iktidarı, İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı "milli iktisat" denemesine girişir: 1914'te kapitülasyonları kaldırır. İmparatorluğun para çıkarma yetkisi, Osmanlı Bankası'nın elinden alınır. Tarımı ve sanayiyi özendirecek yeni bir gümrük sistemi kurar.

Daha da ilginç olanı, devlet eliyle "milli tüccar" yaratma politikası gütmeye başlar.

Ancak, başarı sağlayamaz bütün bu denemeler. Yarı- sömürge toplum yapısı değişmeden, olduğu gibi kalır. Fransız ve İngiliz emperyalizmine karşı çıkan İttihat ve Terakki kadroları, sonuçta, imparatorluğu Alman emperyalizmi ve militarizminin kucağına tutup atacaklardır.



Milli Kurtuluş Hareketi, asker-sivil aydın kadroların, Anadolu eşrafıyla birlikte yürütüp gerçekleştirdikleri bir orta sınıf hareketidir. Bu hareket, sonuç olarak, emperyalizmin Türkiye'deki nüfuzuna darbe vuran "millici", "an- ti-emperyalist" bir hareket olmuştur. Devrimci milliyetçi kadrolar, bir yandan padişah, saltanat, hilafet gibi, emperyalizmin bağlaşığı bazı siyasal organ ve kurumlan ortadan kaldırırken ve giderek cumhuriyeti ilan ederken; öte yandan, emperyalizme karşı verilecek asıl mücadelenin "iktisadi bir mücadele" olacağını da biliyorlardı. Ancak, bu mücadelenin yollarının neler olacağı konusunda berrak bir düşünceleri yoktu. Daha doğrusu, o günkü koşullarda, kapitalizmden başka bir sistemin uygulanmasına olanak olmadığına göre soru şöyle ortaya konabilirdi:

Nasıl bir kapitalizm uygulanacaktı?



Liberal mi, yoksa devlet müdahaleciliğine açık bir kapitalizm mi?

1923 yılında, İzmir'de, Türkiye'nin iktisadi geleceğini kararlaştırmakla görevli bir kongre toplanır: İzmir İktisat Kongresi.



İzmir İktisat Kongresi, iki yönden tarihsel bir anlam taşır.

Birincisi, kongrenin tarihiyle ilgilidir. Gerçekten Kongre, Lozan görüşmelerinin yarıda kesildiği bir dönemde toplanır. Lozan'a giden yol açılmış, savaş alanları geride kalmış, yeni Türkiye'nin uluslararası alanda her yönden benimsenmesi kalmıştır. İşte bu sırada toplanır Kongre.

Kongre'nin ikinci önemi, orada alman kararlarda kendini gösterir: 1930'ların başına değin uygulanacak ekonomik politikanın temelleri burada atılır. Aslında dışarıyla bütünleşen ve Kurtuluş Hareketi'ne karşı çıkmış olan İstanbul'un öncülüğündeki sermaye çevreleri, Kongre'nin havasına egemen olurlar ve "liberalizm" lehine kararların çıkarılmasını sağlarlar.

İstanbul'un İzmir İktisat Kongresi'nde yer alması, siyasal doğurganlığını ilerde gösterecek, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka denemeleri kaynağını gerçekte İzmir İktisat Kongresi'nde yatan "çelişkili birlik" te bulacaktır.I

Ne var ki, özel girişim öncülüğünde kalkınma politikasının başarı sağlamadığı ve sağlayamayacağı çok geçmeden görülür. 1929 yılında kapitalizmin büyük bunalımlarından birinin patlak vermesi de, "devletçi" bir politikaya gidilmesini zorunlu kılar. 1923-1931 yılları arasında girişilen "milli müteşebbis" yaratma çabası, sonuçta, yabancı iş çevreleriyle uzlaşmaya yatkın "işbirlikçi bir sınıfın" gelişmesine yol açmıştı. 1932'de başlayan ve 1950'ye değin sürecek olan dönem, artık devletçilik yılları olacaktır. Devlet, ekonomik yaşamda, doğrudan doğruya girişimci rolünü oynayacak, yalnız-demiryolları gibi-birtakım altyapı yatırımlarını yapıp, bunları özel girişimin yararına sunmakla kalmayacaktı.

Ancak, Türkiye'de devletçilik, kapitalizmin zıttı olan bir sistem olarak düşünülmemiş; tersine, kapitalizmi ve kapitalistleri geliştirici bir "yedek güç" olarak ele alınmıştır. "Devlet kapitalizmi" sözü de bunu belirtmektedir. Türkiye'de devletçilik, en sorumlu mevkide olanlarca bile, "özel girişimin yapabildiğini ona bırakmak, yapamadıklarını yapmak ve gerektiğinde yine ona devretmek" biçiminde anlaşılmış ve uygulanmıştır. Devletçiliğin nıılaşı lış ve uygulanış biçimi bu olunca da, sonuçta bu uygulamadan halkın değil, doğrudan doğruya -özel girişim adı altında- bir azınlığın yararlanacağı açıktı.

Nitekim öyle oldu.

Ama, öyle de olsa, devletçilik politikası, ülke ekonomisinin temel yapısının kurulması, iktisadi bağımsızlığın sağlanması yolunda önemli kazançlar sağlamıştır. Bunların başında, özellikle 1933'ten sonra yabancı ortaklıkların millileştirilmesine hız verilmesi, 1933-1938 yılları arasında ilk 5 yıllık kalkınma planının uygulanması gelir. Ayrıca, özel sermayenin kârlı bulmadığı için kurmaya girişmediği bazı modern kuruluşlar, fabrikalar yine devlet eliyle kurulmuştur. Bu arada OsmanlIlardan kalma dış borçların da ödenmesine devam olunmuştur.

Devletçilik politikası, bütün yanlış tutumlarına karşın, -dış yardım ve borçlanmalar olmaksızın- bir ülkenin kendi kaynaklarıyla kalkınabileceğini, sanayileşebileceğini ta- nıtlamıştır. Bu politika sayesindedir ki, genç Cumhuriyet, emperyalist devletlerin nüfuz alanı olmaktan büyük çapta kurtulmaya başlamış, "ulusal iktisat, ulusal sanayi" hedefine -bir ölçüde- yaklaşmayı başarmıştır. Böylece, 1931-1945 yılları arasında uygulanan devletçilik politikası, Türkiye'nin son 150 yıllık yarı sömürgeleşme tarihinde, emperyalizme karşı yürüttüğü en ciddi ve tutarlı başka I- dırış olmuştur. Ne var ki, Türkiye'de emperyalizme yarayışlı ortam kökünden silinip ahlamamış; emperyalizmin yerli ortakları ortadan kaldırılmamış; ulusal ve bağımsız bir ekonomi tastamam gerçekleştirilememiştir. Bu durum, 11. Dünya Savaşı ertesinde, iktisadi, sosyal ve giderek siyasal planda bambaşka bir gelişmeye kapıları açacaktır.

II. Dünya Savaşı ve ertesi, dünya tarihinde olduğu gibi, Türkiye tarihinde de gerçekten bir dönüm noktasıdır.

Yeniden bağtmlı ekonomiı/e

II. Dünya Savaşı ertesinde, Türkiye'nin iktisadi ve sosyal tablosu hayli ilginçtir. Siyasal iktidar, Cumhuriyet'in ilk yıllarından beri asker-sivil bürokrat kadroların elindedir. Ne var ki, o yıllardan bu yana -bir ölçüde- burjuvalaşmış olan bu kadrolar, toplumda çeşitli sınıf ve zümrelerin muhalefeti ile karşı karşıyadır.



  • Başta, özellikle II. Dünya Savaşı sırasında daha da palazlanan ticaret ve maliye burjuvazisi (dışalım ve satımcılar, bankerler ve tefeciler...) muhalefet etmektedir. Ay- dm-bürokrat kadroların hâlâ iktidarda söz sahibi oluşu, onların daha büyük kâr hayallerini köstekleyen bir engeldir. Oysa bu kadroların iktidardan indirilmesi, yabancı sermayeyle ortaklıklar kurma, giderek “emperyalizmle bütünleşme" yolunu daha da açacak, yeni ve daha büyük sömürü alanları doğurabilecektir.

  • Esnaf ve toprak ağaları muhalefet etmektedir. Bir "toprak reformu" yapmamış bile olsa, "Köy Enstitüleri" gibi kuruluşlarla köylü kitlelere -bir ölçüde- ışık götürmeyi başarabilmiş aydın bürokrasisinin, bir gün, köylü kitlelerin uyanışından daha da başka önlemlere başvurmasından kaygı duymaktadır. Hele, büyük toprak çıkarlarını sarsacak Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu'nun -1945 yılında- kabul edilmesiyle, tarım kesimindeki egemen zümrelerin hoşnutsuzluğu büsbütün artmıştır. Bütün bunlara son vermek için, onlar da iktidarda söz sahibi olmak istemektedir böylece.

  • Daha önemlisi, küçük memuru, işçisi ve fakir köylüsü ile büyük halk yığınları memnun değildir. Özellikle II. Dünya Savaşı sırasında -biraz da bürokrasinin beceriksizliklerinin doğurduğu- sıkıntılar küçük memur ve işçileri iktidardan soğutmuş, yoksul köylüler ise -başta toprak reformunun yapılmamış olması yüzünden- Cumhuriyet'in nimetlerinden faydalanamamıştır.

  • Bu tepkilere, II. Dünya Savaşı sonlarında totaliter rejimlerin yıkılışı ve demokrasinin üstünlüğü de eklenmiştir.

Böylece iç ve dış zorunluluklar, tek partili dönemden çok partili döneme gelişi gerektirmektedir. Ve "ideolojik" bir engel de yoktur buna. Asker-sivil bürokrasinin bir siyaset felsefesi olarak kabul ettiği, devlet-toplum ilişkilerinde de uyguladığı "Kemalizm" bu geçişe engel değil.

Demokrat Parti, işte böyle bir ortamda doğar (7 Ocak

1946) ve kısa zamanda gelişir. Halk yığınlarının geniş ilgi ve desteğini görmesine karşın, özünde "halka karşı" bir harekettir. Çünkü, çıkarları geniş halk kitlelerinin çıkarlarıyla zıtlaşan sınıf ve zümrelerin sözcüsüdür. Demokrat Parti'yi, Terakkiperver Fırka ve Serbest Fırka ile aynı çizgide saymak olasıdır.



Yüklə 1,37 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   46




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə