111
Jevons, sermayenin de emekle birlikte üretime katkıda bulunduğunu, bu yüzden
üründen aldığı payın haklı olduğunu, emek-sermaye sözde çatışmasının bir
kuruntudan ibaret olduğunu iddia etti.
Menger, mülkiyetin keyfi bir buluş değil, malların mevcut miktarlarının onlarla
ilgili gerekliliklerden az olması probleminin mümkün ve akılcı tek çözümü olduğunu,
herhangi bir sosyal reformla malların farklı dağılımının ya da mülkiyet kurumunun
ilgasının söz konusu olamayacağını söyledi. Rant ve faizin etik ya da ahlaki olup
olmadığı tartışmalarına, bu tartışmaların bilimin kapsamı dışında olduğunu söyleyerek
cevap verdi, fakat ardından bu gelir kategorilerin ahlaka aykırı olmadığını söylemeyi
ihmal etmedi.
Walras da, ahlak ve etik tartışmalarını bilimin alanı dışında görmesine rağmen,
mülkiyet savunusu için bu görüşünü esnetti: Hangi tahsis biçiminin iyi ve adil olduğu
sorusuna, “[b]u, mülkiyetle ilgili bir sorundur. Mülkiyet, adil ve makul tahsisattır,
meşru tahsisattır” (Walras, 2014: 35) cevabını verdi.
32
Walras’nın, babası Auguste
Walras’tan aldığı bir mektuptaki ilginç detay da, konumuz açısından aydınlatıcı
olacaktır:
Çalışma planınla ilgili en tatmin edici bulduğum ve tamamen aynı fikirde olduğum şey,
mülk sahiplerine karşı en zararsız sınırları koruma kararındır. Bu, akıllıca ve uygulanması
kolay bir karar. Kişi, kendini politik iktisadı akustik ya da mekanik bilimi olarak ele
almaya adamalı (Aktaran, Screpanti ve Zamagni, 2005: 173).
Blaug’un, kapitalizmin savunusuna hemen hemen hiçbir şeyin ücret-nüfus
yasasından ya da Bastiat’nın teorilerinden daha iyi hizmet edemeyeceği görüşü de
32
Menger ve Walras’ın bu tutarsızlıkları, Hunt (2009: 236)’ın, bir düşünürün sınıf eğiliminin, mantığından
genellikle daha tutarlı olduğu düşüncesiyle açıklanabilir.
112
tartışmaya açıktır. Malthus ve Ricardo, nüfus yasaları gereğince, ücretlerin, uzun süre
geçimlik düzeyden yüksek seyredemeyeceğini öne sürmüşlerdi. Fakat Polanyi’nin
“ücretlerin çelik yasası” olarak tanımladığı bu teorinin “kurtarıcı bir maddesi”
(Polanyi, 2011: 186) vardı: Emekçilerin geçimlerini sağlama konusundaki
alışkanlıkları. Emekçilerin durumunun iyileşmesi, sadece bu alışkanlıkların emekçiler
lehine değişmesine, yani yükseltilmesine bağlıydı ve Ricardo da, Malthus da bunun
gerçekleşmesini istenilir buluyorlardı. Marjinalizmde ise, işçiler üründen hâlihazırda
hakettikleri payı alıyorlardı ve durumları ile ilgili herhangi bir tartışma, bu yüzden
konu dışıdır.
Bastiat, mülkiyet kurumunu ve kârı, eşitlikçi taleplere karşı hararetle savundu.
Mülk sahibi sınıfın eline geçen her şeyin “zihinsel ve fiziksel çabanın, dökülen terin
ve harcanan emeğin, karşılaşılan güçlüklerin, katkı sağlayan becerilerin, yapılan
fedakârlıkların, katlanılan acıların, sunulan ve alınan hizmetlerin bedeli” (Bastiat,
1964: 200) olduğunu söyledi.
Bastiat, ayrıca mülkiyetin insan doğasının kaçınılmaz sonucu olduğunu iddia
etti. Aynı şey, miras için de geçerliydi: “Hiçbir kuram, hiçbir hitabet, babaları
çocuklarını sevmekten alıkoymayı başaramaz” (ibid, s. 29).
Fakat, Bastiat, bu ikna edici mülkiyet savunularına rağmen, tutarlı bir değer
kuramı geliştiremediği için, klasik emek değer teorisinin hakimiyetini sarsacak bir
etkiye sahip olamazdı. “Böyle bir kuram, Marx’ın radikal emek değer kuramı
yorumunun geniş etki bıraktığı 1870’lere kadar da geliştirilemeyecekti” (Hunt, 2009:
237).
SONUÇ
Klasik politik iktisattan marjinalizme geçiş, iktisat biliminde bir paradigma
kaymasını ifade eder. İnsan, klasik politik iktisadi analizde toplumsal bir özne olarak
ele alınıp iktisadın problemi insan toplumlarının maddi zenginliği olarak ortaya
konulmuşken; marjinalizmde insan toplumsal özelliklerinden soyutlanmış, doğal ve
evrensel, haz azamileştirici rasyonel birey olarak tanımlanmıştır. İktisadın problemi
de kıt kaynaklar ve sonsuz isteklerin varlığı veriyken, kıt kaynakların etkin kullanımı
amacıyla alternatif kullanımlar arasında en optimal tercihi bulmaya evrilmiştir.
Marjinalizmle birlikte iktisadi analiz, toplumsal sınıfların ve sınıfsal sömürü
ilişkilerinin görünür olduğu üretim alanından, bütün bireylerin eşitler olarak
göründüğü piyasa alanına kaymıştır; değer de böylece, klasiklerde malların üretim
koşullarınca belirlenirken, marjinalistlerde piyasada öznel değerlendirmelerle
belirlenmiştir. Marjinalist değer teorisi, bölüşüm teorisi için de geçerlidir: Üretim
araçları sahiplerinin geliri, üretilmelerine katkı sağladıkları ürünün değerine bağlıdır.
Klasik politik iktisatta insanlar, toplumsal üretim ilişkilerinin özneleridir ve
bölüşümden aldıkları pay, toplumsal üretimdeki rolleriyle belirlenir. Çalışan sınıfın
ücretinin en önemli belirleyeni, geçimdir. Marjinalizmde ise çalışanlar, diğer “üretici
hizmetler” ya da “yüksek sıra mallar”dan biridir ve ücret, diğer mallar ve üretim
araçlarının fiyatıyla aynı şekilde, sadece piyasaya başvuruyla belirlenir.
Ücret düşüncesinin dönüşümünü Antik Çağ’dan başlayarak kısaca inceleyelim.
Antik Çağ düşünürleri için insan toplumsal, yani politik bir özneydi. “Aristo, yalnızca
tanrılarla hayvanların toplum dışında yaşayabileceklerini, insanın da ne tanrı ne
hayvan olduğunu öğretmişti” (Polanyi, 2011: 172). İnsana ilişkin idealler, kaynağını,
Dostları ilə paylaş: |