A'dan Z'ye Felsefe



Yüklə 1,64 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə63/77
tarix20.01.2022
ölçüsü1,64 Mb.
#83020
1   ...   59   60   61   62   63   64   65   66   ...   77
A\'dan Z\'ye Felsefe - Alexander Moseley ( PDFDrive )

RÖLATİVİZM (GÖRECİLİK)
ROUSSEAU, JEAN-JACQUES (1712-1778)
Jean-Jacques Rousseau felsefenin en renkli kişiliklerinden
biriydi. Bazı durumlarda ancak aykırı olarak anılabilecek bir
tutumu benimseyen Rousseau’yu, etkisi söyleminin geniş
yelpazesinden ve mizah duygusundan kaynaklanan,
görünürde bütünleştirici bir doktrine bağlı olmayan yetenekli
bir denemeci olarak görürsek daha iyi anlayabiliriz. Güçlü
ama meşruluğu pamuk ipliğine bağlı monarşilerin hâkim
olduğu bir dönemde cumhuriyetçi bir risale kaleme almıştır;


aydınlar gittikçe daha çok ateizmi benimserken acaba
Tanrı’ya benden başka inanan kimse kaldı mı diye merak
etmiştir; erkek çocuklar için ideal eğitim konusunda
son derece etkili bir risalenin yazarı olduğu halde, kendi
çocuklarını hayır kurumlarına emanet etmiştir; bireyin kendi
iradesini halkın “genel irade”sine tabi kılması gerektiği fikrini
savunurken, kızdırdığı otoritelerden hayatını korumak için
firar etmiştir. Hiç kuşku yok ki, felsefesi değişik noktalarda
hayatla çatışma içine girmiştir. Bu da ya hayat tarzı ya da
felsefesi hakkında çok şey söylemektedir.
Rousseau Cenevrelidir ama hayatının büyük bölümünü
Fransızlar arasında geçirmiştir. Bir süre boyunca, (gerçek
veya muhayyel) düşmanlarından kaçmak için Britanya’da
sürgün yaşamış ve David Hume ile ahbaplık etmiştir. Ama bu
aşamada zulüm kuruntusu edinmiş olması kendisini Hume ve
başka ev sahipleri açısından itici kılmaya başlamıştı. Baskıcı
otoritelerden uzakta, kırsal bölgede yaşamaktan çok mutlu
oluyordu. Tahmin edilebileceği gibi, birçok insan için asla
kolay bir konuk olmamıştır. İtiraflar kitabında gördüğümüz
gibi, Rousseau kendi kişiliği hakkında tuhaf görüşlere sahipti:
Zaman zaman küstah ve bencil olabiliyor, ama aynı zamanda
çok alçakgönüllü, kendini geri planda tutan bir tavır
takınabiliyordu. Ama yine de kaleminden akan o muhteşem
nesre ve mizaha bugün bile sırt çevirmek güçtür.
Eğitim ve politika hakkındaki çalışmalarında ortak tema,
modasıyla, yapmacık adabımuaşeretiyle kentsel yaşamın
yapay gösterişinin reddi ve daha doğal, bizi tabiatla iç içe
tutan bir varoluş tarzının benimsenmesidir. Emile adlı yapıtı
bize çocuğun kendi eğilimlerine göre gelişmesi ve büyümesi


gerektiğini öğretir: Öğrenmeye hazır olmadığı şeyleri
öğrenmeye zorlanmamalıdır; ama yine de eğitimi ince ince
yönlendirilmelidir ki sanki her ’ şey kendi seçimi imişçesine
öğrenebilsin. Jean-Jacques’ın politikaya bakışı da birçok
bakımdan buna benziyordu: Birbirimizin başında nöbet
beklemezsek ve başkalarının ayağına basmadan kendi
bireyselliğimizi ifade edebilirsek hayat ne kadar daha güzel
olur.
İnsanlar karınca yuvalarında kalabalık halde yığılmamalı-lar.
Yeryüzüne yayılarak toprağı ekmeliler... Bütün yaratıklar
arasmda sürü halinde yaşamaya en az uygun olan insandır.
(Rousseau, Jtmile
y
 26)
Ona göre, kırsal hayat insana çok daha uygundur: İnsanı
olduğu gibi tanımak için felsefeci kentlere bakmamahdır.
Buna bağlı olarak Rousseau bilimsel aydınlanma yoluyla
ilerlemeyi reddediyordu. Tam tersine, ilerleme modern
hayatın reddinden ve “asil vahşi
M
nin yaşam tarzına geri
dönmekten geçiyordu.
Rousseau asil vahşilerin nasıl olması gerektiği konusunda bir
şeyler söyleyen ilk yazar değildi. Bu fikir, Avrupalı kâşiflerin
Kuzey Amerika’nın yerli halklarının yaşam tarzı konusunda
anlattıkları öykülerden beri ortalıkta dolaşıyordu. Bu yaşam
tarzı, kâşiflerin gözüne Avrupa’da kent sakinlerinin veya
feodal zümrelerin yaşadığına göre daha saf bir hayat gibi
görünüyordu. Ancak, Rousseau’nun eleştirisi entelektüel
olarak dikkati üzerine çekti ve bir şeyden suçlu hissedecek
kadar zengin olanların kendisini himayesine almasına yol açtı.
Asil vahşinin doğayla daha iç içe yaşadığı ve modern


dünyanın tuzaklarına düşmediği varsayılır; öyleyse daha
mutlu olmalıdır. Rousseau’nun argümanı bazı bakımlardan
bize maddi ilerlemenin zorunlu olarak insanların daha mutlu
olması anlamına gelmediğini hatırlatması açısından yararlıdır,
lâkin kendisi de, konforlu bir hayat içine doğmuş ve öyle
büyütülmüş insanlar için hiç de uygun olmayan çok zor bir
hayat tarzım romantikleştirme tuzağına düşmektedir. Ama
Rousseaırnun yapmak istediği açısından daha da önemlisi,
doğal insanın bu arketipinin mülkiyeti tanımamasıdır: Bu peri
masalı dünyasında “senin ve benim” yoktur, aile de
yoktur, ortak dil de, toplumsal herhangi bir şey de. Rousseau,
insanı sağda solda dolaşır, kendi işine bakar halde tahayyül
eder. Ta ki biri mülkiyet fikrini ortaya atana kadar. O zaman,
insanlar topraklarım çitle kapatmaya başlayınca ve
mülklerinin üzerinde iradelerini başkalarını dışlayacak
biçimde dayatınca her şey değişir. O andan itibaren
çapulculara ve hırsızlara karşı korunma ihtiyacı doğar ve
devlet gerekli hale gelir — herkesi kırıp geçen savaşlara
kapılmak da kaçınılmaz hale gelir. Rousseau’ya göre, insan en
özgür dönemini uygarlıktan önce, yasaların ve mülkiyetin
ortaya çıkmasından önce yaşamıştır. Bunlar gelince
medeni yaşamın özellikleri olan bütün toplumsal
düzenlemeler başlar: aile, mülkiyet, “binlerce kavganın ve
çatışmanın kaynağı”. Modern insanın her yerde, yani kendisi
için yarattığı uygar yaşamda özgür doğduğu ama zincire
vurulmuş olduğu konusunda Vi-co’ya yankı vererek
söyledikleri ünlüdür.
Modern insan bir barış ve bireysellik Asr-ı Saadetinden
günümüz bataklığına düşmüştür. Buna bağlı olarak Rousseau,
modern çıkmazların yapaylığına ve buna bağlı olarak savaş


ve siyasi çatışmalara karşı aydınlanmanın bir aracı olarak
insanın daha ilkel içgüdülerine ve duygularına, özgül olarak
da başkalarına duygudaşlık gösterme konusundaki doğal
yeteneğine hitap eder. Duygudaşlık ya da merhamet bizi
başkalarının hayatlarının ve zor durumlarının içine çeker ve
böylece bir toplu yaşam ve sevgi duygusu yaratır. Yeni
doğmuş çocuklarına (tabii gerçekten bu çocuklar kendisininse
- Jean-Jacques söz konusu olunca insan hep kuşkuya düşüyor)
bakarken kendi bencil amaçlarını bir kenara bırakamamış
olması ne yazık!
Ona göre merhamet uygarlığın akıl ve felsefeyle boğduğu
bağlayıcı içgüdüsel duygudur (bazı istisnai koşullarda
insanın kendini koruma amacıyla davranması mümkündür).
İnsanın kendi ahlakından uzaklaşması gereğinden fazla akıl
yürütme, gereğinden fazla tartışma ve düşünmenin ürünüdür.
Her şeyi çok fazla rasyonalize ederek kardeşi insandan kopan
aydın tipini yerer Rousseau. Uygarlığın tuzakları insanı
doğuştan içinde taşıdığı başkaları için duyulan merhametten
koparır. Bunun sonucunda, medeni erdemlerin ayak
oyunlarından daha az etkilenmiş olanlar, doğal hale daha
yakınlardır ve daha merhametli insanlardır.
Rousscau’nun ele aldığı ilkel varoluş tarzı “doğa durumu”
olarak bilinir. Bu, Hobbes ve Locke’ta rastladığımız bir
felsefi araçtır. Hobbes doğa durumunun münzevi, yoksul,
nahoş, hayvansı, kısa bir hayatın yaşandığı tatsız bir âlem
olduğuna inanır. Locke ise doğa durumunun hoş bir durum
olacağını, buradaki anarşinin, birkaç kötü tohum olmasa
insanlık için gayet iyi olacağını düşünür. Rousseau, Locke'tan
bir adım öteye giderek yalnız başına yaşayan ve sağda solda


dolaşan asil vahşilerin anarşisinin ideal bir durum olduğuna
inanır. Ancak, mülkiyetin icadından ve alanının
genişlemesinden doğan toplumsal basınç, insanları toplumsal
sözleşme diye bilinen bir akit temelinde bir devlet kurmaya
teşvik eder. Esas olarak Rousseau bu basıncı toplumsal
alışverişte karşılıklılığın yokluğuna bağlar. Geçmişte örneğin
Aristoteles tarafından yayılmış olan bir hatayı kabul ederek,
bir insanın kazanması için bir başkasının
kaybetmesinin gerekli olduğuna inanır. Rousseau bu fikri
Montesquieu*de okumuş olabilir, ama bu, düşünceyi hep zora
sokmuş olan talihsiz bir teoridir: Bunun alternatifi, ticarette
bir insanın kazancının ötekinin yitirmesi anlamına gelmediği,
onun da bir kazancı olduğudur. Aksi takdirde kimse ticaret
yapmazdı. Günümüzde iktisadın yaygın olarak kabul gören bu
ilkesi felsefi çevrelerde kolay kabul görmemiştir. Bugün bile
birçok aydın Rousseau’nun hatasını tekrarlamaktadır.
Rousseau eğer ticaretin ve gönüllü girilen ilişkilerin karşılıklı
olarak iki tarafa da kazandırdığını an-lasaydı, hâlâ devletin
gelişmesi yolundaki görüşünü sürdürür müydü?
Yine de, devlet “barışı korumak için en iyi hesaplanmış ve
insanlığa en çok uyan şeydir” (Discourse, 72). İdeal devletin
oluşumu, devlet aracılığıyla özgürlüklerini güvence altına
almakla kalmayıp manevi haklarını da kullanabileceklerini
fark eden bütün yurttaşların mutabakatı ile olmalıdır. Ne var
ki, yurttaşların hakları (Locke’ın teorisinde olduğu gibi)
vazgeçilmez kalmamaktadır. Tersine, topluluğa
devredilmektedir (Hobbes’un teorisinde ise devlete devredilir
bunlar - aslında Rousseau’nun teorisi popülist bir Leviathan
teorisidir). Etik bakımdan, topluluk içinde birey bir bütün
olarak topluluk için, “genel irade” için en iyi olan neyse onu


ister. Böylelikle toplumsal var oluş için evrensel bir kod
oluşturulmuştur. Genel irade zorunlu olarak bir bütün olarak
halkın iyiliğini ister. Dolayısıyla, birey buna karşı çıkarsa
onun “özgür olmaya zorlanması” gerekir.
Orwell’in 1984’ünün çiftekonuşunu
1
 hatırlatan bu oldukça
paradoksal iddia ayak sürüyenin kendi hakiki çıkarını
bilmediği fikrini içerir, çünkü bu hakiki çıkar aslında öteki
yurttaşların çıkarlarıyla kaynaşmış olmalıdır. Genel irade
devletlerin ulaşmaya çalıştığı bir ideal olmalıdır - bunların en
iyisi İsviçre’nin (Ö2el olarak da Cenevre’nin) yönetildiği
tarzdır. Burada halk büyük kitleler halinde oy vermeye gider
(Rousseau’nun döneminde bu erkeklerle sınırlıydı).
Ne var ki, “insanları özgür olmaya zorlamak” fikri halkın
iradesini güvence alcına almış olduklarını iddia eden, ama
aslında kendi çıkarlarını veya azınlığın ideolojisini temsil
edenlercc tııa-nipüle edilebilir. Öyle anlaşılıyor ki Rousseau
bunun farkındaydı. Devlet bir özgürlük rüyası gibi çıkar
ortaya ama insanı kök* haline getirir: “Herkes özgürlüğünü
güvence alma umuduyla koşa koşa zincirlerine yöneldi.”
(Discourse, 99) Devlet böylece gerilim içinde bir güç yaratır.
Halkın huzur ve özgürlüğünü güvence alma kapasitesi vardır
ama hızla da halka sırtını dönebilir.
Hegel’in savaş halindeki devlet konusundaki teorisinin
öncülünün bir ön biçimlenmesi olarak Rousseau bir devletin
kendisini tanıması için Öteki devletlerle karşılaştırması
gerektiğini belirtir. insan dinlenir, yemek yer veya uyur, ama
devletin sürekli olarak hareket halinde olması gerekir: Ona
göre, “hareketsiz bir devlet ölür” İ^Uetat de guerre”> 192).
Devletler güçlü varlıklar olmak zorundadır; küçük devletler


büyüklerinden daha da çok ihtiyaç duyar buna. Büyük
devletlerin büyümesinin sınırları vardır, çünkü bir süre sonra
kendi ağırlıklarının yükü altında kalır, hastalanır ve yok
olurlar. Ama Rousseau’nun Toplumsal Sözleşmelinden genel
iradenin barışçı bir kurum olduğu sonucunu çıkarsak da,
Savaş Hali çalışmasındaki notları bize başka şey söyler,
çünkü aktif, güçlü, hatta saldırgan devletin yönelişini
belirleyen genel iradenin ta kendisidir. Eğer halkın cesareti ya
da kalbi yoksa, buna mukabil devletin de hayatı olmaz.
Bunun içermesi, devletin evriminin devletler arasında savaşı
teşvik edeceğidir. Rousseau bunun bütünüyle farkındaydı,
ama yine de bir dünya devleti teorisyeni olmadı. Daha önceki
bir düşünür olan L’Abbe Sainr-Pierre’in tek bir devlet
yönetiminde birleşik bir Avrupa vizyonu üzerinde kanaat
belirtirken Rousseau bu fikri saçma ve gerçekleşemez bularak
elinin tersiyle itmiştir.
Rousseau’nun yapıtında huzursuz bir denge mevcuttur: Asil
vahşinin anarşik bireyciliğinin yerini devletin karakteristik
olarak getirdiği bir konformizm almıştır. Birey, devletin
sağladığı barışı elde etmek için özgürlüğün bir yanını terk
etmek zorundadır. Ama uluslararası alanda, Rousseau dünya
devletlerinin veya uluslararası federasyonların amaçlarını
küçümsemiştir. Uluslararası ilişkilerin anarşisinin üstesinden
gelinemez.
Bugünkünden daha basit bir varoluş tarzı üzerine Roussea-
u’nun nispeten daha berrak olan yazıları önemini ve
güncelliğini korumaktadır. Kendisi Fransız Devrimi’nden de
(pek uygun görünmüyor), daha sonraki isyanlardan da (daha
uygun görünüyor) sorumlu tutulmuştur. Son iki yüzyılda,


Rousseau’nun bazı ideallerini izleyen çeşitli hareketler
çıkmıştır ortaya. Bu hareketlerin mensupları, insanın
başarılarını hedef almak, atalarının âdetlerini hatta dillerini
yeniden canlandırmak, insanın bilgili değil bilge olduğu bir
masumiyet ve saflık Altın Çağını yeniden yaratmak arayışı
içinde olmuşlardır. Rousseau’nun bazı damarları aydın veya
sanayi düşmanlığına cevaz verir. Bunlar çevreci ve anti-
kapitalist örgütlerde revaçtadır.
RUH
İnsanın öldüğünü fark ettiğimizde, ölümden sonra bize ne
olacağını merak ederiz. Acaba biz öldükten sonra ebediyen
yaşayacak, Amerikan yerlilerinin inandığı gibi mutlu av
alanlarında ya da Yunan mitologyasında mutluluk bölgesi
olan Elysium’da yaşayacak ya da hayatta yaptıklarımıza göre
yargılanarak ya yukarı, cennete yollanıp saadete kavuşacak
veya aşağıya, cehenneme yollanıp ahlaksızlığımızın bedelini
ödeyecek, ruh adı verilen bir şeye sahip miyiz? Kuşkucular
ölümsüzlük arzusunun bizim iyi dileklerimizden ve bir kez
ölüm geldikten sonra oyunun biteceğini inkârdan başka bir
şey olmadığını ileri sürerler. Tabii, ruhun ölümsüzlüğü ve
hepimizin gideceği bir başka yerin varlığı için herhangi bir
kanıt yoktur. Birini ya da ötekini türetmeye çalışan mantıksal
argümanlar ise su sızdırmalarıyla ya da döngü-sel olmalarıyla
ünlüdür. Bu yüzden birçoğumuz, “öldüğümüzde anlarız”
demekle yetiniriz.
Öte yandan, varlığımızın bir kişilik sürekliliği gösterdiği
açıktır. Birçokları bunu, irademizin, düşüncemizin,
duygularımızın ötesinde olan bir şey olarak ruh diye


tanımlamaktan mutluluk duyar. Bu bize hayat verir.
Genellikle rasyonel ve irrasyonel bileşenlerimiz olduğu
söylenir. Aristoteles ruhu böyle, canlı şeyin (her canlının)
hareket etmesini sağlayan töz ve enerji olarak tanımlar. Ruh
gayri maddidir ama bedenle bitişiktir ve onsuz var olamaz.
Buna karşılık Platon ruhun yalnızca ebedi olduğunu
söylememiştir, ayrıca yeniden doğacağını belirtmiştir.
Bu muhtemelen Doğu’dan (Hindistan’dan) kaynaklanan ve
erken Helen düşünürleri ve Pitagorasçıların benimsediği
mistik bir inançtır. En başta Budistler ve Hindular ruhun
tekrar tekrar doğduğunu {$am$ara)> bedensel disiplin
yoluyla daha yüksek bir aydınlanma biçimi elde edildiğinde
ise ilahi geri dönüşüm programından çekilmesine izin
verildiğini ileri sürerler. Hıristiyanlık recnkarnasyonu
reddeder ama Platon’un ruhun Cennet olarak anılan başka bir
âleme salındığına dair teorisine güçlü biçimde yaslanır.
Dünyevi fiillerimizin cezalandırıldığı Cehennem daha sonraki
bir ilavedir. Denilebilir ki Hıristiyanlara hayat boyu
iyi davranma gerekliliği konusunda bir hatırlatmadır.
Aristoteles’in düşündüğü gibi öteki canlıların da ruhu var
mıdır? Çoğu Hıristiyan düşünür bu anlayışı reddederek,
bitkilerden başlayan, hayvanlardan geçerek ruh sahibi
insanlar yoluyla bedensiz meleklere, oradan da Tanrı’ya, yani
Mutlak Ruh’a bağlanan bir hayat hiyerarşisini
benimsemişlerdir. Ne var ki, Descartcs, hayvanların ve bizim
bedenlerimizin sırf birer makine olduğunu ileri sürerek
epeyce tartışma yaratmıştır. Ruh gayri maddi vc ayrılabilir bir
tözdür; bunun uzantısı ruhun bedenden bedene geçebileceği
ve ebedi bir varlık olmanın keyfini sürebileceğidir.
Hayvanların birer makine olarak sunulması dirimselciliği,


yani bütün canlıların bir şekilde cansız varlıklardan belki de
bir ruhun var olması dolayısıyla farklılaştığı, ama ruh ile
bedenin tek ve ayrılamaz bir bütün oluşturduğu fikrini
savunan düşünceyi yeniden tetikleyen bir tepkiye yol
açacaktı. Pan-ruhçular, ruhların her yerde bulunabileceğini
düşünür. Amipte ve insanda olduğu gibi kayalarda da. Bu tür
düşünürlerin, her şeyin Bir Tek, engin bir gayri maddi ruh
olduğunu ileri süren idealizmi kabul etmeye yatkın oldukları
söylenebilir.
Modern çağın başlangıç evrelerinin filozofları, toplumsal ve
siyasi baskılar veya sırf alışılmış endoktrinasyonun etkisi
yüzünden ruhun varlığına inanma eğilimi gösterirken 19.
yüzyıla gelindiğinde ateistler ve kuşkucular kavramı
paramparça ediyorlardı. Ryle, ruhun yalnızca “makinedeki
hayalet” olduğunu, zihnimizin gerçek hayatta var olmayan
yaratıcı bir ürünü olduğunu ileri sürüyordu.

Yüklə 1,64 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   59   60   61   62   63   64   65   66   ...   77




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə