A'dan Z'ye Felsefe


SARTRE, JEAN-PAUL (1905-1980)



Yüklə 1,64 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə65/77
tarix20.01.2022
ölçüsü1,64 Mb.
#83020
1   ...   61   62   63   64   65   66   67   68   ...   77
A\'dan Z\'ye Felsefe - Alexander Moseley ( PDFDrive )

SARTRE, JEAN-PAUL (1905-1980)
Jcan-Paul Sartre eğlenceli biridir. Yer yer onu ciddiye almak
çok zordur, ama hayal gücüyle beslenmiş, fenomenolojiden
etkilenmiş betimlemeleri zaman zaman unutulmaz
niteliktedir. Sartre çok verimli bir yazardı. Kahvesiyle uyarıcı
ilaçlar alıyor olması sorunu büyütüyordu. İnsan bilimlerinde
bilgisi çok geniş bir alana yayılıyordu. Aynı zamanda
romancı, oyun yazarı, edebiyat eleştirmeni olan, bunlara ek
olarak siyasi yazılar da yazan ender görülen bir filozoftu.
Husserl’in fenomenolojisinden etkilenmişti. Raymond Aron
ile birer bardak şarap içerken (Aron felsefenin bir bardak
şarap hakkında da olabileceğini anlatıyordu) bu işi daha da
derinleştirme heyecanı duyan Sartre varoluşçuluğun önde
gelen sözcülerinden biri haline geldi. Direniş
hareketinin hangi kanadını destekleyeceğine karar veremediği
için yazmaya devam etmeyi seçti. 1943’te Varlık ve Hiçlik*i
tamamladı. Savaştan sonra varoluşçuluğu hümanizm ile
birleştirmeye çabaladı. Komünizmle flört ederken kendi
varoluşçuluğunun bireyci vurgusunu popüler komünist
ideoloji ile birleştirebileceğini düşünerek Varoluşçuluk ve
Marksizm’i yazdı.
Sartre başlangıçta fenomenolojiyi (görünüşlerin incelenmesi)
hayal gücüne uygulamak istiyordu. Ancak, hayal gücünü
geleneksel anlamda bir fikirler toplamı olarak değil, daha
radikal bir tarzda yönelimsel bir bilincin ayırıcı bir kipi olarak
görüyordu. Sartre’a göre, bilinci hayal gücü dünyasına
yönelterek özgürlüğümüzü buluruz. Bilinç bu bakımdan
kısıtlamadan özgürdür: Başka bir şey için var olmamak ve bir


nesne için yapılabileceği gibi ampirik olarak doğrulanacak bir
mevcudiyet olmamak bakımından yalnızca kendi-içindir
(pour soi). Bilinç yönelimseldir (Husserl’in terimlerinden
biri). Bu da daima bir şeye doğru yönelmiş olduğu anlamına
gelir. Nane çayının kokusunu bilincimde algılıyorum, ama
aynı zamanda bilincimi içime, hayal gücüme doğru
yönlendirebilirim.
Varlığı neyin tanımladığı konusunda eski bir metafizik sorunu
ele alarak Sartre Varlığın sadece olduğunu ileri sürmüştür.
Varlığı, bilinçli olan kendi-için-Varlık ile bilinçli olmayan
ken-dinde-Varlık olarak ayırmıştır. Ancak, bu ontolojik bir
ikilik değildir, çünkü Varlık kendi-için-Varlık’ı veya bilincin
“hiçliğini destekler. Düşünme sürecinde bilinç, başka
herhangi bir nesneyi algılar gibi kendi nesnesi haline gelmeye
çalışır, ama bunu yaparken bilinç kendisinin bir hiç olduğunu
fark eder: Bir nesne, bir kendinde-şey değildir.
Ama Sartre için bilincin hiçliği kötü bir şey değildir.
Özgürlüğü tam da burada bulur. Onun özgürlük kavramı,
özgürlüğü insanın kendi özünü kendiliğinden bir tarzda ve
başka faktörler veya insanlar tarafından belirlenmeksizin
tanımlaması kapasitesi olarak gören varoluşçu bir
kavramlaştırmadır. Bu, özgür irade konusunda, özgürlüğün
gücünü edimde dile gelen bir tarzda gören dar anlamda
liberter bir görüştür. Bir sonraki davranışım üzerinde tam bir
kontrole sahibim. Böylece özümü tanımlama konusunda tam
bir kontrol sahibiyim. Sartre’ın bununla kastettiği, benim
özümün (insan doğası) önceden tanımlanmamış olduğudur.
Öyle olsaydı, karakterimi tanımlar ve belirlerdi. Pour 50/’nın


hiçliği o nihai özgürlüğü güvence altına alır, çünkü saf Varlık
dışında fiziksel hiçbir şeye bağlı değildir.
İnsanlar “özgür olmaya mahkûm” olmaktan hoşlanmazlar. Bu
insana haddinden fazla sorumluluk yükler. Bu da
kimilerini ürküttüğü için, bunlar determinizm konusunda
inançlara sarılırlar: Yani, kendilerinin gerçekte özgür
olmadığı, karakterlerini belirleyenin toplum, Tanrı veya doğa
olduğu düşüncesine sıkı sıkıya sarılırlar. Sartre böyle insanları
küçümser. “Kötü niyet” (;mauvaise foi) içinde yaşadıkları için
“alçak”tır bunlar. Kurtuluş, insanın kendini tanımlama
özgürlüğünün (ve metafizik sorumluluğunun) bilincine
varmasından kaynaklanır. Bunun güçlü sonucu, “Özgürüm,
ben seçiyorum”dur.
Kendi özgürlüğümü tanımlarken şeyler dünyası ile bir ilişki
kurmak zorundayımdır. Daha önceki bütün
davranışlarımla olan bağlantıyı da içeren bu ilişkiye Sartre
olgusallık (facticite) adını vermiştir. Eğer çevremizdeki başka
şeylerin bıraktığı algıların dolaysız matrisi (algıladığımız
fenomenler) ile zaman-me-kânda beni şu tikel momente
getiren eylem ve olaylar birlikte düşünülürse, bu yararlı bir
terimdir. Ancak, başka insanlar benim ve benim şeylerimin
(bunlar benim şeylerimdir, çünkü onları ben algılarım,
dolayısıyla metafizik bir anlamda onların sahi-biyimdir) saf
dünyamızı bozarlar. Bir kez başka biri sahneye çıktı mı benim
özgürlüğüm engellenmiş olur, çünkü o benim gördüklerimi
algılamaktadır; ben de onun bir başka bilinç olduğunu teslim
ettiğim için onun da kendi çevresindeki şeyleri belirlemekte
olduğunu fark ederim. Ama bunlar bir dakika öncesine kadar
benim sahibi olduğum şeylerle aynı şeylerdir. Öyleyse,


bu Öteki (metafizik önemi ortaya çıksın diye büyük harfle
yazıyoruz) tarafından parçalanan rahatım bozulur, dünyam
paramparça olur.
İki bilinç arasındaki ilişki bir savaş ilişkisidir. Sartre bir ilişki
içine girdiğimizde birbirimize hâkim olmak için neler
yaptığımızın ele alınmasında HegePin efendi-köle tezini
süslemiştir. Benim kendimi tanımlama özgürlüğüm bu Öteki
tarafından her an tehdit edilir; ancak Öteki’nin
dışlanmasıyladır ki, özgürlüğüm gerçek anlamda muhafaza
edilebilir.
Öteki, “kendim ile ben arasında bir arabulucu” haline gelir;
bu durumda ben “Öteki’ne göründüğüm biçim altında
kendimden utanırım” (Being and Nothingness (Varlık ve
Hiçlik), 222). İşte başkalarının bizden bekledikleri
doğrultusunda yaşama tehlikesi buradan doğar. Bu “kötü
niyete” giden yoldur. Bir kafede-ki garson sadece başkaları
için davranır; davranışlarını oynarken başkalarının
kendisinden bekleyeceği şeyleri bir şova dönüştürür. Öteki,
Bakış’ı getirir, bu benim dünyamda bir kargaşa yaratır, çünkü
o beni metafizik anlamda çıplak olarak görebilir, böylece beni
yalnızca bir nesne konumuna tenzil edebilir. Dolayısıyla, ben
de kendinde-şey olarak kalmamalı, yeniden bir po-ur-soı
statüsüne tırmanmaya çalışmalıyım: işte bilinçler arasındaki
kaçınılmaz mücadele. Bu tür ilişkiler Sartre’ın yapıtına
tat katar.
Daha geç dönem yazılarında Sartre varoluşçuluğu (o
zamanlar moda olan) Marksizm ile birleştirmeye çalışmıştır.
Ama ahlak felsefesinin zaman zaman radikal görünen haline
ve içermelerine rağmen, kendisi başkalarına iyi davranarak


onların da size iyi davranmasını sağlamak gibi sade bir etiğe
dönme eğilimi göstermiştir.
SAVAŞ
Savaş insanlık tarihinde görüldüğü kadarıyla hiç eksik
olmamış bir değişmezdir. Yarattığı gürültü, şiddet ve etkileri
dolayısıyla da medyanın ilgisine mazhar olur. Sık sık
yaşanması dolayısıyla bazı filozoflar savaşın kaçınılmaz
olduğu düşüncesine kapılmıştır. Kimileri ise böyle düşünmez
ve savaşın sorumluluğunun ya kontrol altına alınabilecek ya
da etkileri bakımından hafifletile-bilecek belirli nedensel
faktörlere atfedilebileceğini belirtir. Hiç kuşku yok ki savaş
felsefi bir sorundur. Tarihçilerin veya strate-jistlerin tekeline
bırakılamaz. Çünkü felsefeci, savaşın doğası konusunda çok
ilginç bazı soruları gündeme getirebilir.
Savaş nedir? Tanımlanabilir mi? Tanımlanabilirse nasıl?
Savaşa ne yol açar? İnsan doğası ile savaş arasındaki ilişki
nedir? İnsan doğası savaşı zorunlu mu kılar, yoksa yalnızca
insanın belirli sosyolojik ve çevresel koşullara tepkisi mi
savaşa yol açar? Savaşın suçu insan doğasına (günümüzde
genlere), öteki insanları hâkimiyet altına alma veya kontrol
etme yönündeki içkin eğilimimize, ekonomik koşullara, siyasi
oluşum türlerine veya ideolojik alanda dine, milliyetçiliğe,
totalitarizm biçimlerine yüklenmiştir.
Etik ve politikaya baktığımızda, savaşın herhangi bir durumda
haklı görülüp görülemeyeceğini, görülebilecekse hangi
temelde görülebileceğini sorabiliriz. Savaşı kim ilan
etmelidir? Kendisine saldırıda bulunulan birey mi, yoksa


savaşın kolektif doğası onu politik olarak egemen gücün
meşrulaştırmasını mı gerektirir? Ve eğer savaş ahlaki
bakımdan haklı görülebilirse, savaş içinde belirli fiiller temel
insan standartlarını ve haklarını ihlal ettiği için kabul
edilemez olarak görülmeli midir? Ahlak savaşın alanına
adımını bile atabilir mi? Haklı savaş teorisyenleri
bunun mümkün olduğu kanısındadır. Yüzyıllar boyunca
karşılıklı olarak üzerinde anlaşılabilecek bir dizi kriter
temelinde savaşın kapsamını ve şiddetini sınırlayacak çeşitli
geleneklerin gelişmiş olduğunu belirtirler. Kimileri ise savaşta
centilmence veya şerefli davranışa yalnızca kültürel olarak
benzer gruplar arasında yapılan savaşlarda uyulduğu itirazını
yaparlar. Ayrıca askeri liderlere uyduğu zaman bundan daha
moda bir şey olmadığını söylerler. Savaşın amaçları,
kullanılan araçları haklı kılar mı? Birçok saldırgan açısından,
bir haçlı seferi ideolojisinin kutsadığı bir atmosferde bu
yaklaşım geçerli olmuştur. Oysa felsefi açıdan bir ideolojinin
bir başka ideoloji üzerinde üstünlüğünü haklı göstermek
inanılmaz derecede güç bir iştir. Neyin değer
olduğu sorusunun yanısıra bir grup insanın bir başka grup
insana kendi hayat tarzını dayatması türünden çok daha aşikâr
bir sorunu gündeme getirir.
Pasifizm savaşın herhangi bir gerekçeyle haklı gösterilmesini
reddeder. Ama öteki yanağını dönmeyi tercih edenlere
şiddeti dayatmanın mazeretlerini bulan güçlere karşı ne
yapılması gerektiği sorusu karşısında bizi ortada bırakır.
Realizm pasifizmi olmayacak kadar idealist bularak reddeder,
işgalcilere karşı kendini korumak ya da bunu düşünmeye dahi
cesaret edebileceklerin caydırılması için hazırlanan bir ülkeye
destek verilmesini savunurlar. Hatta barışı güvence altına


almak için önleyici savaşı veya saldırı savaşını dahi kabul
edebilirler. Bu ikisinin arasında savaşı şu ya da bu ölçüde
haklı gösterme konusunda bir sürü çeşitleme mevcuttur.
Burada ne tür bir savaşın söz konusu olduğu da (silahlar,
taktikler, amaçlar) işin içine girer.

Yüklə 1,64 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   61   62   63   64   65   66   67   68   ...   77




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə