Aile Geçmişime Dair Birkaç Not


) Bir Hâfız İçin Ta'lim Dersi Olmazsa Olmazdır



Yüklə 220,88 Kb.
səhifə3/5
tarix25.06.2018
ölçüsü220,88 Kb.
#51307
1   2   3   4   5

19) Bir Hâfız İçin Ta'lim Dersi Olmazsa Olmazdır

Hafızlığını ikmal etmiş bir talebenin öncelikli olarak iyi bir ta'lim eğitiminden geçmesi gerekir. Yerinde bir tabirle bu eğitim hâfız için farz-ı ayndır. Böyle bir tesbitte bulunmamızın önemli sebepleri var tabi. Şöyle ki,


1. Talebenin hâfızlık eğitimi esnasında hızlı okumaktan kaynaklanan dikkatsizliği yahut gafleti neticesinde ilgili sayfada bir harekeyi, harfi veya kelimeyi yanlış okuması ve öylece ezberlemesi pek uzak bir ihtimal değildir. Hâfızlar içinde bu tür hatalı ezberleri olanlar vardır. Fâhiş yahut galat diye tabir olunan bu hataların oluşmasında talebenin dikkatsizliği kadar hocanın gafletinin de payı vardır.
İşte, ta'lim eğitimi bu tür hataların tashîhi için büyük bir fırsattır. Kur'an'ı başından sonuna kadar bir üstadın huzurunda ta'lim üzere okuyan talebe, hâfızlıktan kalma hatalarını (galatlarını) düzeltir ve aynı hataları bir daha tekrar etmez. Böyle bir eğitimi sadece namaz sûreleri veya buna ilave Amme cüzü çerçevesinde almış bir hâfızın sağlam ve köklü bir ta'lim gördüğünü söylemek imkânsız. Zira Kur'an'ın Amme cüzü dışında kalan diğer sûreleri ta'lim üzere okunmadığından bu gibi yerlerde hâfızlıktan kalma muhtemel hatalı okumalar (galatlar) düzeltilmemiş olur ve bunun tabii sonucu olarak bu hatalı okumalar bir ömür boyu sürer. Bu da çok tehlikeli ve vebali ağır olan bir durumdur.
Sormak gerekir, ciddi ölçülerde ta'lim dersi almamış yahut bir hocanın gözetiminde baştan sona tashih çalışması yapmamış bir hâfız, ezberlerinde mevcut galatlarından nasıl kurtulacak ve bu hatalarını nerede ve ne zaman düzeltecektir?
Kendi kendine okuyarak mı, yoksa cemaat huzurunda ve özellikle de ramazanlarda tilavet edeceği mukâbelelerde mi? Bunlara "evet" demek pek kolay olmasa gerek. Zira kendi kendine okumak mevcut yanlışların tekrarından başka bir işleve sahip değildir. Uyaran yok, düzelten yok. Cemaat huzurunda kıraate gelince. Dinleyen cemaatin ne kadarı bu tür hatalar karşısında dikkatli ve gerekli uyarıları yapabilecek seviyededir. Birçok yerde Kur'an'a bakarak mukâbele dinlediği halde hâfızın büyük veya küçük hataları dikkatlerinden kaçan, herhangi bir uyarıda bulunmadan öylesine takip eden nice dinleyenlerimiz var.
2. Kur'an'ı baştan sona ta'lim üzere okuyup bu eğitimini tamamlayan bir hâfız her yerde ve Kur'an'ın her sayfasını yüzüne veya ezberden her yerde tam bir güven içinde ve rahat okur. Hem okurken hem başkasından dinlerken kendisinden emindir. Onun durumu, sermayesi çok, her yerde istediği her şeyi alabilecek konumda olan bir tüccara benzer; hareket alanı geniş, serbest dolaşma imkânı vardır.
3. Ciddi bir ta'lim eğitimi almış hâfız kişinin hocalığı da kolay olur. Kur'an'dan her yeri rahat okur ve okutur, dinlemekte sıkıntı yaşamaz. Bu da kendisinde bir güven duygusu meydana getirir, tecrübe ve itibarını artırır.
Sonuç olarak denilebilir ki, hâfız olmayan Kur'an talebeleri için ta'lim eğitimi gerekli olmakla birlikte bu eğitimin namaz sûreleriyle ilave bir takım sûreler çerçevesinde kalmasında bir beis yoktur. Hâfızlar için ise Kur'an'ı baştan sona ta'lim üzere okuyup bu eğitimden geçmek olmazsa olmazdır, farz-ı ayn, zorunludur.
20) Hâfızlıktan Kalma Galatlar (Hatalı Ezberler) Ta'lim Derslerinde Düzeliyor

Beyazıt Kur'an kursunda derslere devam ettiğim günlerde Abdurrahman hocama ta'lim üzere sayfa dinletiyordum. Her gün gelip birkaç sayfa okuyup gidiyordum. Derslerim çok iyi gidiyordu ve ben hocanın iyi talebeleri arasındaydım. Bununla beraber ta'lim eğitimi esnasında, Kur'ân-ı Kerîm'de dört yerde hâfızlıktan kalma galat ezberim ortaya çıkmıştı. Bunlar içinde hiç unutamadığım ve bütün ayrıntılarıyla hatırladığım Lokman sûresiyle ilgili olanıdır. Diğer derslerimde olduğu gibi bu derste de sûreyi ezber okuyordum. Üçüncü sayfada yanlış okuduğum bir kelime yüzünden hocam beni bayağı azarlamış ve o gün dersimi dinlememişti.


Sûrenin 27. âyetinde geçen 'ebhurin' kelimesini 'ebuhrin' diye okumuştum. Hâfızlıktan kalma dört hatalı (galat) ezberimin16 sonuncusuydu bu. Ders verirken bu kelimeyi 'ebuhrin' diye okuyunca hocam âyeti birkaç kez tekrar ettirmiş, ben de kelimeyi hatalı okumaya devam etmiştim. Hocam çok sinirlenmişti. Gayet sert bir üslup ile demişti ki: 'Bak şu âyete iyice, nasıl okunuyormuş gör bakalım!' Hocanın bu sert tavrı ve sözleri beni çok üzdü ve moralimi alt üst etti. Sanki bütün ışıklar sönmüş, karanlık içinde kalmıştım o gün. Ertesi gün o kelimeyi düzelttim, dersimi dinlettim. Sonuçta bir kelime hatası yüzünden aynı dersi tekrar dinletmiş oldum.


Bu hatırayı hiç unutmam. Lokman sûresini her okuduğumda yaşadıklarımı hatırlar ve hocamı bir kez daha rahmet ile anarım. Düşünüyorum da, o kelime hatası böyle bir îkaz ve usul ile değil de anlık bir düzeltme şeklinde telafi edilseydi acaba bende kalıcı olabilir miydi? Meselâ, hocam yanlış okuduğum kelimeyi o esnada sadece bir kez düzelttirmekle yetinseydi acaba hâfızamda kalıcı olur muydu? Sanmıyorum. Çünkü hâfızlık esnasında yapılan tekrarlarla hâfızaya iyice yerleşmiş olan bir hatalı okuyuşun anlık ve bir kez yapılan uyarıyla düzeltilmesi mümkün değildir. Bu gerçeği çok iyi bilen hocam hatanın tashihi için çok ince ve etkili bir usûl takip etmişti.
Hatalı okuyuşumu fark edince önce birkaç kez âyeti tekrarlatmıştı. Bunu Hatalı okuyuşumun o günkü ders heyecanından veya gafletinden mi yoksa hâfızlıktan kalma bir hatalı ezberden mi kaynaklandığından emin olmak için yapmıştı hiç kuşkusuz. Daha sonra 'Bak âyete, dikkatle oku!' diyerek hatalı okuduğum kelimenin doğrusunun ne olduğunu bana, bizzat görmemi istemiş ve doğrusunu okutmuştu. Hocam bununla yanlış okuduğum kelimenin mushaftaki doğrusunu göstermiş, okunan ile yazılanın aynı olmadığına işaret etmişti. Ve nihayet dersimi kabul etmemiş, ertesi güne bırakmıştı. Mevcut hatayı düzelttikten sonra ikinci gün dersimi almıştı.
İşte bütün bunlar bende derin izler bıraktı. Hayat boyu unutamayacağım izler. Ne güzel ve etkili bir usûl. Başlı başına bir eğitim ve uyarı metodu. Şimdi daha iyi anlıyorum muhterem hocamın yaptıklarının ne derece doğru ve isabetli olduğunu. Ciddi bir ta'lim eğitimi almamış nicelerini bilirim ki hâfızlıktan kalma hatalı (galat) ezberlerini ısrarla sürdürmektedirler. Yıllarca öyle okumaya devam etmekteler ne yazık ki. Hatta şâhit olup da uyardığım arkadaşlardan bir kısmı bütün bunlara rağmen bu hatalı galatlarından kurtulamadıklarını biliyorum.
Her şey zamanında ve usûlünce yapılmalı, demir tavında dövülmeli. Sonradan ve belli bir zaman geçtikten sonra yapılan çalışmalar ve düzeltmeler pek kalıcı olmuyor ne yazık ki. Sağlam bir hâfızlık, ardından iyi bir pekiştirme çalışması ve nihayet ciddi ve tam bir ta'lim eğitimi.
Abdurrahman Gürses hoca gibi bir üstaddan aldığım ta'lim ve kıraat eğitiminin semeresini çok aldım ve bana sağladığı imkânları yaşadım. Kur'an-ı Kerîm'i aşr-ı şerif, mukâbele ve namaz kıraat formu çerçevesinde okurken Rabbimin izniyle hiç sıkıntı çekmedim. Gerek hadır, gerek tedvir ve gerekse tertil üslûbu ile Kur'an'ın her bölümünü rahatça okuma ve okutma imkânını bahşetti Rabbim bana. Ciddi bir ta'lim eğitimi sayesinde hâfızlıktan kalma galatlarımdan kurtuldum, büyük bir güven duygusu içinde okumalarıma devam ettim.
Tabii ki Kur'an mûciz, okuyan âciz. Hatasızlık Allah'a mahsus. Çeşitli okuma platformlarında farklı sebeplerden ötürü zaman zaman yanlış okumalarımız olmamış değildir. Ama bütün bunlar galat türünden hatalar değil, birbirinin benzeri âyetler arasında kaymalar veya kısmen yanlış okumalar şeklinde olmuştur ki bunlar da gereken uyarılarla da düzeltilmiştir. Bu güne kadar kıraatimle ilgili uyarıları saygıyla karşıladığımı ve uyaranlara teşekkür ettiğimi de ifade etmek isterim. Zira bu benim için ahlâkî bir vecibedir.
21) İlm-i Kıraata Başlıyorum

Ta'lim dersleri aldığım yaz aylarında Beyazıt camiinde Cuma namazından önce Abdurrahman hocam bana Kur'an okuturdu. Müezzin mahfelinde yaklaşık yarım saat cemaate Kur'an okurdum, hocam da beni mihrapta dinlerdi. Hocam bunun köklü bir gelenek olduğunu söylerdi bize. Osmanlı döneminden kalma bir gelenek. Cuma namazlarından önce özellikle selâtin câmilerinde o câmiyi yaptıran zâtın vakfiyesindeki istekleri doğrultusunda Kur'an okunur ve hatim duâları yapılırmış. Şimdiki gibi namazdan önce va'z yokmuş. Bu uygulama cumhuriyet döneminde başlamış. Hocam Allah rahmet eylesin, ecdâd yâdigarı geleneklere son derece bağlı bir insandı. Beyazıt'ta görev yaptığı yılların son dönemlerine kadar bu uygulamayı sürdürmüştü. Meselâ, ben kendisinin Cuma günleri câmide va'z ettiğini görmedim. Hoca ya Kur'an okur ya da okuturdu. Hutbeye de kılıçla çıkardı hoca. Osmanlı'dan kalma bir âdet. Kılıçla fethedilen ülkelerde hatipler hutbeye çıkarken elinde kılıç taşırlarmış.



Ta'lim derslerinin ardından ilm-i kıraat meselesi gündeme geldi. 1974 senesi idi. Üniversite imtihanlarına girmiş, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü'nü kazanmıştım. Artık İstanbul'da okuyacak ve hocamla daha çok birlikte olacaktım.
Hocam bana ve rahmetli Mehmet Çevik arkadaşıma ısrarla kıraat okumamızı ve bir an evvel bu derse başlamamızı söylüyordu. Biz o günlerde kıraatin nasıl bir ders olduğunu ve nasıl okuyacağımızı pek bilmediğimiz için kesin karar veremiyorduk. Hocayı her ziyaretimizde bu konu gündeme geliyor, biz de "inşâallah hocam" diye cevap veriyorduk.
Nihayet karar verip hazırlıklara başladım. Bir Cuma günüydü, hiç unutmuyorum. Namazdan önce Beyazıt'ta Kur'an okumuştum. Cemaatin tepkilerinden anlaşılan, güzel de bir okuyuştu. Namazdan sonra hocam beni Beyaz Saray kitapçılar çarşına gönderdi. Bir kitap ismi verdi. Zübdetü'l-irfân fî vücûhi'l-Kur'an diye bir kitap. Çarşıda epey araştırdıktan sonra Dersaâdet adlı kitapçıda buldum. Enstitüdeki arkadaşlarımdan Hüsrev Subaşı'nın babası İbrahim Subaşı beye ait bir kitapçı dükkânı idi burası. Bir taraftan bana bakıyor bir taraftan da kitabı sarıyordu. Merakla sordu: "Evlâdım bu kitabı ne yapacaksın, kime alıyorsun?" Niye böyle bir soru sorduğunu pek anlayamamıştım. Dedim ki: " Kendime alıyorum, Abdurrahman hocadan kıraate başlayacağım inşâallah." Mânalı bir şekilde gülerek: "Bugün cumadan önce Kur'an okuyan genç sen miydin yoksa" dedi. Ben de "evet" dedim. Yanlış hatırlamıyorsam yanında birileri daha vardı. Onlara dönüp şöyle dedi: "Bu Abdurrahman hoca yaman adam azizim, işi biliyor. Bak nasıl da bulmuş talebeyi. Öyle her adamı okutmaz hoca, seçer talebeyi, isti'datlı talebe olsun ister." Tabii ben konuşulanları dinliyor, ama bir şey söylemiyordum. Ne de olsa hocanın câmi cemaatidir, tanıyordur hocayı diye düşünüyordum içimden.
Rahmetli Mehmet Çevik'le birlikte Aşere'ye (on kıraat imamından her birine bağlı iki râviden gelen ihtilâfların bütünü) başladık. Aynı zaman da Yüksek İslâm Enstitüsü'nde yanlış hatırlamıyorsam üçüncü sınıfta okuyorduk. Hoca ikimizi de çok seviyor ve bize göz bebeği gibi muamele ediyordu. Hem enstitüye devam ediyor hem hocadan kıraat okuyorduk. Aşere vecihlerini sûretler halinde yazıp hocaya dinletiyorduk. Hoca bu usûle son derece riâyet eder ve bu hususta bize şöyle derdi: "Oğlum kıraat bir ihtisas işi, her adama lazım gelmez. Talebenin hıfzı kavî, ta'limi sıhhatli, bu işe isti'dadı olmalı. Güzel ses de olmalıdır elbet. Bu meydanda kimi okur, kârilik vasfı öne çıkar; kimi okur mukrîlik yönü ağır basar; kimi de okur hem kârî hem mukrî olur. Tabii ki bu, en güzel olanıdır. Ancak bu evsafta talebe bulmak pek kolay olmaz. Hepsi lazım. İlm-i kıraat şerefli bir ilimdir. Güzel ve ciddi şekilde okunmalı ve okutulmalı. Baştan sona yazılmalı ve yazdırılmalıdır. Eğer yazma işi ihmal edilirse sonradan uçar gider, okuyan okutamaz hale gelir. Kavâid ve usûl hataları yapar, cemiyetlerde rahat okuyamaz, Allah muhâfaza. Kolay bir iş değildir kıraat okumak. Sabır ister, ciddiyet ister, disiplin ister. Selef-i sâlihin böyle yapmış, bize de böyle intikal etmiş. Talebe okuyacaksa adam gibi okumalı. . . "
Derslerimizi kimi zaman Beyazıt câmiinde kimi zaman hocamızın evinde kimi zaman da Nûruosmâniye Kur'an kursunda okurduk. Mehmet Çevik ile birlikte, zaman zaman da Ramazan Pakdil ağabeyi ile Beyazıt câmiinin müştemilatı içindeki bahçede çok ders okuduğumuz olmuştur.
Bu çalışmalarla birlikte Kur'ân'a talebe olmanın ve hoca duasının bir tezâhürü olarak değerlendirdiğim başarılı bir öğrencilik hayatım vardı. Türkiye'deki Yüksek İslâm Enstitüleri içinde pek revaçta ve benim de ilk tercihim olan İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü'nü kazanmıştım. Hocamla beraber olmak ve yarım kalan derslerime devam etmek için burada okumayı çok istemiştim. Rabbim ikram üstüne ikramlarda bulundu. Üniversite sınavlarından yeterli puanı almış, enstitüye mürâcaat etmiştim. O zaman Kur'an ve Arapça seviye imtihanları vardı enstitülerde. Bu imtihanlarda birinci olarak enstitüyü kazandım ve dört yıl sonra yine birinci olarak oradan mezun oldum. Ödül olarak verilen kol saatini hâlâ saklarım. . .
Enstitü bittiğinde ben 1978 senesinin Ekim ayında Bolu Diyânet Eğitim Merkezi'ne Kur'an hocası olarak tayin edildim. Burada iki sene görev yaptım. Her hafta sonu Aşere dersimi okumak üzere Cuma günü öğleden sonra İstanbul'a gelir, Pazar akşamları tekrar Bolu'ya dönerdim. Hocamız dersimizi Nûruosmâniye Kur'an kursunda Cumartesi ve Pazar günleri dinlerdi. Rahmetli İsmail Biçer ağabeyi ile o derslerde tanışmıştık. O da Aşere'ye başlamıştı hocamızdan.
22) Hocamız İsmail Biçer Ağabeyi İle Bana Sözlü İcâzet Veriyor

Nûruosmâniye Kur'an kursunda hafta sonu devam eden Aşere derslerimiz çok zevkli geçiyordu. Hocamız öğleden önce din görevlilerine tashîh-i huruf dersleri veriyor, öğleden sonra da bizi dinliyordu. İmam ve müezzinlere verdiği ders bittikten sonra Aşere okuyan talebelerinden o esnada kim varsa çağırır ve ona Kur'an okuttururdu. Orada bulunan tashîh-i hurûf talebeleri dinlesin, istifâde etsin diye.


Hiç unutmam, bir cumartesi günüydü. Kursa gelmiş ders hazırlığı yapıyordum. Rahmetli İsmail Biçer ağabeyi geldi. Oturduk sohbet ettik, ders müzâkeresi yaptık. Hoca da salonda ders okutuyordu. Genç bir hâfız yanımıza geldi ve hocanın bizi çağırdığını söyledi. İsmail ağabeyi ile birlikte hocamızın yanına gittik, elini öptük ve gösterdiği yere oturduk. Hocamız kısa bir süre daha devam ettikten sonra dersi bitirdi. Pek keyifliydi. Bir bana bir İsmail ağabeyiye baktı. Dedi ki: "Hadi bakalım, okuyun biraz da dinlesinler." Önce ben, sonra İsmail ağabeyi okudu. Güzel olmuştu Rabbimin inâyetiyle.
Fâtihalar'dan sonra hocamız biraz bizden bahsetti talebelere. Talebesi olduğumuzu, görevimizi, kıraat okuduğumuzu ve nasıl gelip gittiğimi anlattı onlara. Sonra dedi ki: " Bakın, bu ikisine iyi bakın ve bunları iyi tanıyın. Sizden biriniz veya bir başkası bunlardan birisinin kapısını çalar, "ben sizden okumak istiyorum" derse ve bunlar da kapılarını kapatır iseler, hakkımı helâl etmem bunlara. İyi duyun, evet hakkımı helâl etmem diyorum. Bu ikisinden okuyacaksınız ve istifade edeceksiniz. Bu kadar. "
Evet, aynıyla böyle oldu ve hocamız bizim omzumuza böyle ağır bir mes'ûliyet yükledi. O günü, o dersi ve o emsalsiz sözleri asla unutmam. Abdurrahman hocamızın dilinden dökülen bu sözler, bir taraftan bize mes'ûliyetli ve şerefli bir hizmet yolunu açarken, diğer taraftan da henüz daha talebe iken Kur'an-ı Kerîm hocalık icâzetini bizâtihi hocamızdan aldığımızın işaretleri oluyordu.
Hocamız bize destûr veriyordu. Duâlı ve bereketli bir destur. Semereleri ortada el-hamdü lillâh.
23) Hocam "Aferin Oğlum!" Diyor

Aşere okuduğum günlerdi. Her zamanki gibi hafta sonu Bolu'dan İstanbul'a gelmiş Nûruosmaniye'de ders okuyorduk. . . Vazifeli arkadaşlar önce okuyup gidiyor, ben en sona kalıyordum. O gün dersimiz uzun sürmüştü. Hoca gâh oturarak gâh ayakta gezinerek dinlemiş ve pek memnun olmuştu dersten. İkindi vakti girmişti, dersimiz bittiğinde. Hoca koltuğuna oturup bir sigara yaktı. Tiryaki değildi hoca, zaman zaman keyfine içerdi. Paket değil, günde bir yahut iki adet. Tuhaf bir şey belki, ama kendim içmediğim halde hocanın sigara içişine özenirdim. Sigarayı tutuşunda ve tüttürüşünde bir edâ ve âhenk vardı. Dikkatle hocayı izler ve dediğim gibi özenirdim hiç içmediğim halde.


Bir süre sükûnet hâkim oldu odaya. Hoca da ben de konuşmuyorduk. Bir ara bana doğru baktı. Bir şeyler söyleyecekti anlaşılan. Yavaş yavaş konuşmaya başladı. Dedi ki: "Bu Mushaflar var ya, hani şu diyânetin tashihinden geçmiş, mühürlü Mushaflar. Bazı yerlerde harf hataları var, zâid yazılmış elifler var. Bunlar nasıl dikkatten kaçmış, hayret." Ben hem şaşırmış hem de açıkçası pek bir şey anlamamıştım. Hoca bana bakıyor, bir şeyler söylememi bekliyordu. . . Ne diyeceğimi, nasıl cevap vereceğimi bilemiyordum. "Hocam" dedim, "Nasıl yani, ne gibi hatalar?", dedi ki: "Aç şu mushafı. Tevbe sûresini bul. Bak bakalım şu âyete." Hoca sûredeki (vele evdaû)17 kelimesine işaret ediyor ve oraya bakmamı istiyordu. Âyette geçen kelimeye baktım; baktım ama yine de neyi kastettiğini anlamamıştım. "Bak" dedi hoca, "Burada bir elif zâid, fazla yazılmış. Lâm-eliften sonra bu elif olmaması lâzım, bir benzeri de Neml sûresinde18. Olmaz böyle bir şey, dikkat etmek lazım bunlara."
Hocanın bu açıklamalarından sonra meseleyi anlamıştım. Kur'an'ın imlâsıyla ilgili benim de sorguladığım, merak ettiğim şeyler vardı o dönemlerde. Bu husustaki merakım hala had safhadadır; Kur'an'ın tecvidine, kıraatine, imlâsına, vakıf ve ibtidâsına ve bütün bunlara taalluk eden mâna ve tefsiriyle ilgili konularda zihnime takılan bir soruyu asla geçiştirmez; sorar, araştırır ve cevabını bulduktan sonra onları not ederim. “Neden böyle yazılmış, bir harf okunmadığı halde niye var Kur'an hattında, falan işaretin mânası nedir?” diye sorardım kendi kendime ve bunları araştırırdım. Bu gibi soruların cevabını tefsir yahut kıraat kitaplarından bulur, öğrenir ve iknâ olurdum. Hocamın işaret ettiği mevzû hakkında da bir araştırma yapmış ve kaynak eserlerden sebeb-i hikmetini öğrenmiştim.
Meseleyi öğrenmiştim öğrenmesine ve buraya kadar her şey normaldi. Ancak hocama bu konuyu nasıl söyleyecektim. "Hocam, ben bu meselenin açıklamasını biliyorum" nasıl diyecektim. Zor bir durumdu benim için. Ama şöyle veya böyle bu konuda hocaya bazı şeyler söylemek gerekiyordu. Kendimi şöyle bir topladım ve dedim ki: "Hocam, müsâde ederseniz bu konuda bir şey söylemek istiyorum. " Hoca mânalı bakışlarla başını sallayıp "Peki, söyle bakalım" deyince rahatladım. "Hocam, ben bu kelimeyle ilgili bir araştırma yapmıştım. Orada bu elifin zâid değil, câhiliye dönemi Arap imlâsından kalma bir özellik ve örnek olduğunu öğrenmiştim. O döneme ait bir imlâ özelliği olarak elifler kimi zaman fetha hareke yerinde kullanılıyormuş ki, âyetlerde bahsettiğiniz elifler de bunun iki örneğini teşkil etmektedir. " diye açıklama yaptım. Hocam dikkatle dinledi ve bir süre hiçbir şey söylemedi. Tekrar bana dönüp: "Bir daha tekrar et bakayım şu dediklerini" dedi. Aynen tekrar ettim. Bunun üzerine cebinden küçük bir kâğıt çıkarıp bana uzattı: "O dediklerini ve kitabın ismini aynen yaz bakayım" dedi. Ben de yazdım ve kendisine verdim. Bir taraftan garip bir utanma duygusu içinde iken diğer taraftan kendime bir güven hissi gelmişti. Rahatlamıştım. Zor bir sorunun en doğru cevabını vermiş bir talebe hâlet-i rûhiyesi içinde idim.
Hocam dedi ki: "Aferin oğlum, aferin Fatih. İşte talebe böyle olmalı, aferin." Dünyalar benim olmuştu artık. O günü ve hocamla aramızda geçen bu meseleyi hiç unutmadım ve asla da unutmayacağım. Zaman zaman talebelerime anlatırım bu konuyu ki bazı şeyler üzerinde iyi düşünüp ders alsınlar diye.
24) Hocamız Takrib Okutmak Üzere Evimize Geliyor

1981-83 yılları arasında Erzurum Yüksek İslâm Enstitüsü ve Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ndeki resmi vazifem sebebiyle daha önce İstanbul'da başladığım Takrib (on kıraat imamından her birine bağlı iki râvi ile bunlara ait iki tarikten gelen ihtilâfların bütünü) derslerine ara vermek mecburiyetinde kalmıştım. Bu derslere benimle hatta benden sonra başlayanlar, kıraat ilmini bitirip icazet almışlardı. Bu durum beni üzüyordu tabii. Bir fırsat olsa da tekrar hocamla buluşup bu dersi tamamlasam diye düşünüyordum. Nihayet Allah lutfetti, 1983 senesinin güz döneminde Marmara İlahiyat'a Kur'an-ı Kerîm öğretim görevlisi olarak naklimiz gerçekleşti ve ailece İstanbul'a yerleştik.


İstanbul’da bir taraftan fakültedeki dersler ve akademik çalışmalarla meşgul olurken, bir taraftan da Kadıköy'de hafta sonları özel olarak gelen talebelere Kur'an dersleri vermeye başladım. Tabir yerinde ise bugünkü Kur'an hizmetlerimin temeli o günlerde atılıyordu. İstanbul'a gelmiş olmama rağmen bütün bu çalışmalardan dolayı hocam ile pek görüşemiyor ve kıraat dersine bir türlü başlayamıyorduk. Hocamız belli etmese de bu durumdan pek memnun değildi. Zaman zaman görüşmelerimizdeki tavırları ve hatırlatmaları bunu açıkça ortaya koyuyordu.
Bir gün öğle namazında Osmanağa câmiine geldi hocamız. Ben oradaydım; namazı kılmış, imam odasında arkadaşlarla sohbet ediyorduk. Hocanın gelişini beklemiyorduk, birden karşımızda hocayı görünce şaşırdık tabii. Odada biraz sohbet ettik. Bana dedi ki: "Hanımına haber ver, eve geleceğimizi söyle." Çok şaşırmış ve bu ziyaretin sebebini pek anlamamıştım. Bir taraftan korkuyor, heyecanlanıyordum; hoca ne için bize geliyordu ve bana ne diyecekti. Bir taraftan da seviniyordum; Abdurrahman hoca gibi bir zât, kimsenin evine fazla gitmeyen hoca efendi, evimizi şereflendiriyordu. Benim için, bizim için büyük bir lütuftu bu, tarihi bir gün ve talihli bir andı. Arabaya bindik ve eve geldik. Başta hanım ve çocuklar pek sevinmişlerdi bu ziyaretten dolayı. Hocamızla birlikte sofraya oturduk; yedik içtik Allah ne verdiyse.
Akşam ezanı yakındı. Hocamız abdest hazırlığı yaparken ben de kendisine yardımcı oluyordum. İkimizde ayakta idik. Dedi ki: "Oğlum sen ne yapıyorsun Allah aşkına, ne olacak senin bu dersin? Ne yapmak istiyorsun, nedir niyetin? Hocamızın ziyaret sebebi artık anlaşılıyordu. Ben de bir nebze rahatlamıştım. Dedim ki: "Hocam, fakültedeki meşguliyetler malûm, hafta sonu da talebelere ders veriyorum. Bir türlü fırsatım olmuyor, ama en kısa zamanda gelip başlayacağım inşallah." Sözlerim hocayı tatmin etmemişti tabii. Bakışları ve hali bunu açıkça belli ediyordu. "Bak oğlum!" dedi. "Ben bugün bu ders meselesini bir şekilde halletmeye geldim buraya, bu ders artık bitecek ve bunun için ne gerekiyorsa onu yapacağız". "Tamam hocam, nasıl takdir ederseniz öyle olsun" dedim. Hoca devam etti: "Sen kendi dersini bitirmeden talebe ile meşgul oluyorsun. Şu işleri bitir, seni göreyim; talebe de okutursun, hizmet de edersin, Allah kerim." Ayaküstü uzun bir konuşma olmuştu bu. En son olarak dedi ki " Bundan böyle her hafta sonu cumartesi ve pazar günleri hiçbir yere söz vermeyeceksin, talebelerinin dersini de bir şekilde ayarlayacaksın. Dersleri evde okuyup bitiririz inşallah."
Aynen dediği gibi oldu. Hoca -Allah kendisinden razı olsun- Cuma günleri akşam evinden kalkıp evimize geliyor, o gece bizde kalıyordu. Ertesi gün akşama kadar ara vermeden ben okuyordum, hoca dinliyordu. Cumartesi günü de bizde yatıya kalıyor ve ertesi gün bıraktığımız yerden derse devam ediyorduk. Pazar günleri ikindi vakti evine gidiyordu.
O yaşta bir insanın Teşvikiye'den kalkıp Moda'ya kadar gelmesi pek kolay bir iş değildi. Üstelik taksiyle gelip yine taksiyle gidiyor, ücretini de kendisi ödüyordu. Çok kere ödemek üzere ısrar ettiğimde asla müsâde etmedi.
Abdurrahman hocanın Kur'an hizmetlerine bakışını, Kur'an talebelerine verdiği önemi gösteren çok çarpıcı bir örnek olarak bu hâdiseyi asla unutmam.
Kimseye minnet etmeyen, hayatı boyunca alan el değil veren el olmayı bir şeref bilen, vakar ve şahsiyetiyle talebelerine ve din adamlarına örnek olan müstesna bir şahsiyet. Kur'an için, Allah kelâmının hatırı için talebesinin evine giden, istirahatinden fedakârlık eden örnek Kur'an üstadı bir insan.
Allah'ın lutfu ve keremi, hocamın gayret ve dualarıyla yarım kalmış Takrib dersini yaklaşık altı ay içinde bitirmek müyesser oldu bana. Yemek ve namaz vakitleri hariç, diğer bütün saatlerde ders okuduk cumartesi ve Pazar günleri akşama hatta gece yarısına kadar. Takrib dersleri böyle bir çalışma ile bitti.
Hocamı bir kere daha rahmetle anıyor, makamı cennet olsun diyorum.
25) Beyazıt Câmii'ndeki Kıraat Cemiyetim

İlm-i kıraatı Aşere ve Takrîb tarikiyle bitirdikten sonra sıra kıraat cemiyetine gelmişti. Hocam bana "Hangi câmide yapalım cemiyetini?" diye sormuş, ben de 'Uygun görürseniz Fatih câmiinde olsun' cevabını vermiştim. Lâkin buna razı olmamıştı. Gelenekçi bir çizgisi vardı hocanın. Geçmişten tevarüs ettiği şeyleri muhâfaza noktasında çok hassas bir insandı hoca. Derslerde yahut sohbetlerde cümlelerinin içinde sık sık: "Selef-i sâlihîn böyleydi, seleften bize öyle intikal etmiştir, " ifadeleriyle geçmişe olan bağlılığını dile getirir, bizi uyarırdı.


Dedi ki: "Cemiyeti Beyazıt'ta yapalım. Beyazıt'ın bizde hakkı vardır, kendi ocağımız burası." Hoca haklıydı; zira 1944 yılından 1979'a kadar vazife yapmıştı orada. Dile kolay, otuz beş sene. Hem imamlık yapmış hem Kur'an hizmeti vermiş. Neredeyse bir ömür Beyazıt câmiine emeği olmuş hocanın.
Hocamın isteği doğrultusunda kararımızı verdik, kıraat cemiyetim Beyazıt câmiinde olacaktı. Yıl 1988, aylardan Ekim. Bir Pazar günü öğle namazını müteâkip Beyazıt câmiinde cemaat toplanmıştı. Yağmurlu bir gün olmasına rağmen cemaat oldukça kalabalıktı. Cemiyetin reîsü'l-kurrâsı kıdem itibariyle merhum Gönenli Mehmed Efendi Hoca olmakla birlikte bütün sevk ve idare Abdurrahman hocanın elinde idi. Başta rahmetli hâfız İsmail Biçer ağabeyi olmak üzere meşhur huffâz cemiyete icabet etmiş ve mihrabın önündeki yerlerini almışlardı. Ben imam odasında son hazırlıklarımı yapıyor, sıramın gelmesini bekliyordum. Son derece heyecanlıydım; zira o kadar hocanın ve meşhur hâfızların önünde yaklaşık kırk dakika sürecek 'hatim/tekbir' vücûhâtını tek başıma okuyacaktım Abdurrahman hocaya. Bunun ne anlama geldiğini ancak ehli bilir.
Bu heyecan içinde sıramı beklerken imam odasının kapısı açıldı birden. Karşımda hocam duruyordu. Onun gördüğümde şaşırdım ve içimi saran heyecanım daha da arttı. Böyle bir şeyi beklemiyordum zira. Okuma sırası geldiğinde bir arkadaş gelip beni mihraba götürecek zannediyordum. . . Hocam gelmişti imam odasının kapısına. "Hadi bakalım oğlum, mihraba geçiyoruz." dedi. İçimden "hoca niye geldi, bir arkadaş gelip götürecekti beni." diyordum kendi kendime. Odadan henüz çıkmıştık ki hoca dönüp bana baktı ve dedi ki "Ben sırf senin için mihraptan kalktım ve odaya kadar geldim, bunu bilesin."
Hayatım boyunca bu sahneyi hiç unutmadım ve asla unutmayacağım. Hocamın benim için geldiğini, hocam önde arkasında ben birlikte cemaatin arasından mihraba yürüyüşümüzü. Bir iftihar tablosuydu bu benim için. Bütün cemaat bu müstesnâ ve muhteşem sahneyi seyrediyor ve bu tarihi hâdiseye şahit oluyordu.
Mihraba geçtik; önce hocamın sonra Gönenli Mehmed Efendi hocanın elini öptüm ve daha sonra benim için hazırlanmış rahlenin önündeki mindere oturdum. O esnada bir Kur'an okunuyordu ki sormayın. Aman Allah'ım, o ne muhteşem bir ses ve ne müstesna bir kıraat. Hâfız İsmail Biçer okuyordu bu Kur'an'ı. Beyazıt câmiinin kubbesi cûş u hurûşa gelmiş yıkılıyor, cemaat rüzgârla bir sağa bir sola savrulan ekin misali eğilip kalkıyor, gözyaşlarını tutamıyordu. O müstesna yetenek, sanki hayatı boyunca okuduğu güzeller güzeli Kur'an'ların bana göre en güzelini benim cemiyetimde okuyor ve o gün bana hiç kimsenin veremeyeceği en güzel ve en anlamlı hediyeyi veriyordu. Nasıl unuturum o Kur'an'ı ve o güzel insanı. Allah rahmet eylesin ve cennetine dâhil etsin. İçimden bir ses diyor ki: "Kıymeti yeterince bilinmedi İsmail Biçer'in ve Allah da onu erkenden yanına aldı. Şimdi cennette okuyordur inşâallah."
Sıra bana geldi. İhlâs sûresinden başladım; Felak, Nâs ve Fâtiha'yı ardından da beş âyet Bakara'dan okudum tekbir vücûhatıyla. Hocam önündeki metinden dinliyor, gerektiğinde uyarılar yapıyordu. Bütün bunlar hocaların ve hâfızların huzurunda oluyor, o kalabalık cemaat de hiçbir yere ayrılmadan baştan sona cemiyeti takip ediyordu.
Nihayet duâ yapıldı ve Aşere-Takrib-Tayyibe icâzet-nâmesini bizzat hocam Abdurrahman Gürses efendinin elinden almak müyesser oldu.
Kıraat cemiyetim muhteşemdi olmuştu. Her yönüyle mânidar ve unutulmazdı. Tarihi bir hâdise ve tarihe düşülen bir not olarak. Unutamayacağım ve talebelerime iftiharla anlatacağım bir tablo olarak. Allah hocamdan ve üzerimde emeği olanlardan râzı olsun.
Yüklə 220,88 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə