bilig, Bahar / 2009, sayı 49
206
Togan, bunları Türkmenlerin Teke Kabilesi’nin ismiyle birleştiren S. Martin’in
fikrini benimsemektedir (Togan 1981: 426).
Şehrin ilk kuruluşuyla ilgili tarih kaynaklarında çeşitli görüşlere rastlanır. Ya-
kut, “Onun Abdullah b. Tahir tarafından bina edildiği
söylenirse de bu doğru
değildir” der. Ancak, burayı kimin kurduğuna dair bilgi vermez (Yakut 1979-
86: 492). Şehir, İran’a dair Pehlevi diliyle yazılmış ‘şehirler cedvelinde’
Arşaklar’dan ‘Narsahe’ adında birisi tarafından (Marquart
1901: 73),
Nuzhât
al Kulûb (s.166)’e göre ise, Sasaniler’den Kubad b. Firuz tarafından kurul-
muştur (Minorsky 1979: 160).
Tarihi kaynaklara göre, V. yüzyıldan beri bölgede ve şehirde Şul (Sul) sülalesi
idaresinde Türklerin görüldüğü bilinmektedir (Marquart 1901: 72-73,
Hudud’ul-
‘alam 1937: 60, 193, 311, 386) ki, bundan Dehistan’ın Horasan’da en eski
Türk yerleşim merkezlerinden biri olduğu tespit edilmektedir. Tarihçi Belâzürî,
Emevi halifesi Abdülmelik zamanında (VII. yüzyıl) Yezid kumandasındaki Arap
ordularının Dehistan’ı kuşattığını, Sul et-Türki liderliğindeki Dehistan halkının
şehirden çıkışlar yaparak Müslümanlarla savaştığını; fakat sonunda, Türklerin
çaresiz teslim olmak zorunda kaldıklarını ve Yezid’in
Türklerden on dört bin
kişiyi öldürerek yerine bir vekil bıraktığını yazar ki, bu da daha o dönemde bura-
sının büyük bir Türk şehri olduğunu göstermektedir.
Daha sonraları şehrin işgal ve yağmalardan büyük zarar gördüğü tahmin
edilmektedir. X. yüzyılda İbn Havkal Dehistan’ı, “Abâskun’dan 50 fersah
uzaklıkta köy gibi bir yer” olarak nitelendirir (İbn Havkal: 329). İstâhrî de
aynı mesafeyi verir; fakat Dehistan’ı, Hazar Denizi kıyısında girinti yapan ve
deniz dalgalandığı zaman gemilerin sığındığı bir yer olarak nitelendirir
(
Mesaliku’l-Memâlik 1927: 219). (Bugün Dehistan bölge olarak Hazar Deni-
zi’ne kıyı olmakla
birlikte, eski yerleşim merkezi ondan oldukça içeridedir.)
Makdisî ise, buranın ribât oluşundan ve surunun sultan tarafından tahrip
edildiğinden söz ederek, kent hakkında “Sur üç kapılıdır. Şehir mâmur, zarif,
güzel mescitleri, parlak çarşıları, hoş evleri, tatlı yemekleri bulunan bir yerdir.
Camisi yoktur. Eski mescidinde ağaçtan direkler bulunur” demektedir
(Makdisî 1877: 358-359).
Dandanakan Savaşı (1040)’nın ardından Selçuklular’ın hakim olduğu şehir,
bundan böyle uzun bir süre onların atadığı valilerce yönetilmiştir.
Daha son-
ra Hârizmşah İl Arslan, Dehistan’ı eline geçirerek, burada kendi hakimini
bırakmıştır. Şehirdeki Cuma Camisi’nin kalıntıları o devirden günümüze
ulaşabilen yegane eserdir.
XI-XIII. yüzyıl Selçuklu ve Hârizmşahlı dönemlerinde kentin parlak bir devir
yaşadığı sanılmaktadır. O devirlerde önemli ticaret yolları üzerinde yer alma-
sı, bu gelişmesinin en büyük sebebi olmalıdır. Burada tespit edilen ve bir
kısmı kazılarla ortaya çıkarılan
üç büyük kervansaray, Dehistan’ın Orta-
çağ’daki ticari önemine ayrıca işaret etmektedir.
Türkmen,
Mehmed Emin Efendi’nin Seyahatnamesi’ne Göre Eski Bir Türk Şehri: Dehistan
207
Şehrin 1221’de Moğol istilasına maruz kaldığı tahmin edilmektedir. Söz konusu
işgale ait tarihi bir kayıt yoksa da, yapılan kazılarda Moğol tahribinin izlerine
rastlanmıştır (Atagarriev 1973: 22-23). Burada hayat, o tarihten sonra da de-
vam etmiş ve Timurlu döneminde Şahruh, Dehistan'ı oğlu Baysunkara’nın ida-
resine vermiş; ancak kuraklık
başta olmak üzere, çeşitli sebeplerle, XV. yüzyılın
sonlarında eski önemini yitiren kent tamamıyla terk edilmiştir.
Bundan sonra, Dehistan’da iskân faaliyeti görülmemektedir. 1877’de, İstan-
bul’dan Orta Asya’ya seyahat eden Mehmed Emin Efendi, Meşhed-i
Mısrıyan (Dehistan)’da konakladığını belirterek o tarihlerde de “burada üç-
dört tane evliya mezarı ile biraz da Türkmen mezarından başka bir şey ol-
madığı”nı kaydeder. Ancak Türkmenlerin bu mezarlara büyük saygı göster-
diğini, hatta büyük kümbetin içindeki büyük bir taşın vaktiyle Mekke’den
nakledilmiş olduğuna inandıklarını yazmaktadır (Mehmed Emin Efendi
1986: 69 vd.).
Seyyah ve yazar olan Mehmed Emin hakkında maalesef fazla bilgimiz bu-
lunmamaktadır. “İstanbul’dan Asya-yı Vusta’ya Seyahat” adıyla yazdığı
kitabından (1986: 69) öğrendiğimize göre, aslen Türkistanlı olup tanınmış bir
ailesi vardır. İstanbul’a tahsil için gönderilmiş, iyi bir tahsil almış,
askeri bir
görev istemiş olmasına rağmen bedenen uygun olmadığı için katiplik etmeye
başlamış, ancak iki büklüm çalışmaktan sıkılmış, kendi ifadesiyle “İki büklüm
olarak katiplik etmek için gerekli sabır, tahammül ve güç bende hiç mi hiç
yoktu. Üstelik böyle sıkıcı şeylere karşı gönlümde nedense hep bir isteksizlik
vardı. Huzursuzluğumu dünyayı gezip dolaşarak, zihnimi dağdan dağa, ova-
dan ovaya gezdirmekle yenebileceğime kanaat getirince, önceleri başımdan
sarığı, belimden kılıcı çıkardığım gibi, bu kez
de elimden kalemi atarak, nasi-
bimin elime sunduğu âsâyı sevinçle kabul edip, dünyayı görmeye çıkmıştım.”
demektedir.
Avrupa’da pek çok ülkeyi gezmiş, batı medeniyetinin iç yüzünü, bu yüksek
medeniyetin nurlarının geri kalmış İslam alemine yayılmasını arzu etmiş ol-
duğunu, yine bu eserinin girişinden öğreniyoruz.
Mehmed Emin Efendi’nin eserinin bir başka önemli yönü de 1878’de basılan
nüshasına Ahmet Mithat Efendi’nin yazmış olduğu önsözdür.
Bütün ömrünü Türklerin kültür seviyesini yükseltmeye, görüş ufkunu geniş-
letmeye, okuma şevkini arttırmaya çalışmış olan Ahmet Mithat Efendi, önsö-
zünde şöyle demektedir: “Cihan bilir ki Osmanlılar
menşe olarak
Ortaasyalıdır. Ancak Osmanlılar henüz Ortaasya’yı bilmemektedir. Fransızla-
rın ‘Mon Patrie’ yani ‘Anavatan’ dedikleri asıl vatan bizim için Ortaasya
olup, şimdi elimizde bulunan Osmanlı toprakları Ortaasya’nın âdeta bir ma-
nevi uzantısıdır. Daha sonra da;
(…) Babalarımız, kardeşlerimiz olan Türkmenlerin geçmiş tarihleri insanî
faziletler, yücelikler, şerefler, şanlar ve askerî bakımdan üstün meziyetler