PİCASSO
345
laşacak olursak, yapıtlarının, ampirik nesnelerden gittikçe uzaklaştığını,
dıştaki herhangi bir yaşantıdan değil de, bilincin ardındaki, ya da, hiç
olmazsa, beş duyunun ötesindeki, evrensel bir algılama organı gibi, bi-
linçdışının ötesindeki şu dış dünyaya yönelik «içten» gelen yaşantıya ait
öğelerle artış eğilimi gösterdiğini farkediyoruz.
Bilincin ardında yatan şey, salt yokluk değildir; bilinci, arkadan değil
de, içerden etkileyen bilinçdışı psişedir; tıpkı dış dünyanın onu ondan ve
dıştan etkilediği gibi. Dolayısıyla, söz konusu öğeler herhangi bir «dışa»
değil de «içe» tekabül eden öğelerdir.
Bu «iç», bilinci en belirgin bir şekilde etkilemesine karşın, gözle
görülemediği, hayal edilemediği için, özellikle «iç» in etkilerinin acısını
çeken hastalarıma, bunları, ellerinden geldiğince resimle ifade etmelerini
öneriyorum. Bu ifade yönteminin amacı, bilinçdışı içerikleri erişilir yap
mak ve hastanın anlayışına daha yakın kılmaktır. Bunun iyileştirici etkisi,
bilinçdışı süreçlerin bilinçten tehlikeli bir şekilde kopmalarını önlemek
olmaktadır. Nesnel veya «bilinçli» tasvirlerin tersine, psişik arka planda
ki süreçlerin ve sonuçların resimle tasvirleri simgesel’ dir. Bunların kaba
ca, yaklaşık olarak, şimdilik bilinmeyen, bir anlama yöneldikleridir.
Dolayısıyla, tek ve soyutlanmış bir örnek üzerinde güvenle herhangi
bir gariplik, bir bulanıklık duygusudur, anlaşılmaz bir karmaşa halidir.
Gerçekte ne denilmek istendiği, ya da neyin tasvir edilmekte olduğu bilin
memektedir. Anlama olanağı, ancak bu gibi resimlerin karşılaştırılmalı
incelemesi sonucu doğabilir. Sanat muhayyilesinden yoksun oldukların
dan, hastaların resimleri, genelde daha açık ve daha basittir, dolayısıyla
çağdaş ressamlardakinden daha kolay anlaşılabilir.
Hastaları nevrotikler ve şizofrenler diye iki gruba ayırabiliriz.
Nevrotiklerin yaptığı resimler daha çok sentetik niteliktedir, kapsamlı ve
duygu yüklü bir bütündür. Bu resimler, tamamiyle soyut olduğunda,
dolayısıyla da duygu öğesinden yoksun bulunduğunda, en azından tam bir
simetri gösterir, ya da anlamı açıktır. Öte yandan, ikinci grup, duyguya
yabancılaşmış olduğu çarpıcı bir şekilde beliren resimler yapar. Kesin
olan bir şey varsa, bunların aktarmak istediği bütün, uyumlu bir duygu
bütünlüğü değil, tersine, çelişkili duygular ya da, tam bir duygu
yokluğudur. Sırf biçimsel görüş açısından, başlıca özelliği, kendini «kırık
346
ANALİTİK PSİKOLOJİ
çizgiler» denen çizgilerle ifade etmesidir; bu bir parçalanmadır, yani
(jeolojik bir ifade ile) resmi başlan başa kaplayan bir dizi psişik
“kusurlardır” . Resim insanda soğukluk duygusu uyandırır, ya da insanı,
çelişki, duygu yokluğu ve acayip bir bilgisizlik havası sarar. Picasso’nun
ait olduğu topluluk da budur. Bu iki topluluktan birine ait olan herhangi
bir kim senin ille de nevroz veya şizofreni hastası olacağını söylemiyorum.
Bu sınıflandırm am ın nedeni şu: topluluklardan biri söz konusu
olduğunda, psişik rahatsızlığın m uhtem elen sıradan nevrotik belirtilerle
o rtay a çıkm ası, ötekindeyse, şizofreni belirtilerinin görünm esidir.
Tartışılan konuda, «şizofreni» deyimi şizofreni denilen akıl hastalığının
tanısı için kullanılm akladır, sadece ciddi psikolojik bir rahatsızlığın
şizofreni doğurabilecek olduğu bir eğilim e atıfta bulunm aktadır.
Dolayısıyla, P icasso’ya ve Joyce’a psikoz hastalığı kondurmuş değilim,
sadece derin bir psişik rahatsızlık karşısında, şizoid bir sendrotn ile tepki
göslereb ilecek olan geniş bir insan topluluğunun bir üyesi gibi
gördüğüm den böyle diyorum.
İki topluluk arasında açıkça belirgin farklara rağmen Ürünlerin ortak
bir yanı vardır:
simgesel içeriktir
bu. H er iki durum da da anlam, kapalı
olarak dile getirilmektedir, nevrotik kişi anlam peşindedir, anlam a tekabül
eden duyguyu arar ve onu seyirciye aktarmaya çalışır. Şizofrenik tipin
böyle bir eğilim i yoktur: öyle ki, sanki anlamının kurbanıdır. Sanki anlam
onu ezm iş, yutuverm iştir. N evıotikin hiç olm azsa egemen olmaya çalış
tığı öğeler içinde eriyip gitmiştir, Joyce için dediklerim, şizofrenik ifade
biçim leri için de geçerlidir: hiçbir şey seyirciye doğru gelmemektedir, her
şey ona sırt çevirm iş durum dadır; arasıra aralanan bir güzellik görUnümü
dahi, gecikm iş olm aktan özür diler gibi geri geri çekilmektedir. Peşinde
koşulan şey çirkin, hasta, acayip, anlaşılm az bayağıdır — biitün bunlar
herhangi bir şeyi ifade elm ek için değildir, sırf karanlığa bürünmek
içindir; ancak bu karanlığın saklayıp gizleyeceği bir şey yoktur, ıssız
bozkırlar üzerine çöken dondurucu bir sis gibidir; bütün bunların hiçbir
anlam ı yoktur, seyircisi olması gerekm eyecek bir görünüm gibidir.
Toplulukların ilkinde, ne ifade etm eye çalıştıklarını anlayabiliriz;
İkincisindeyse neyi ifade edem ediklerini görebiliriz. H er iki durum da da
içerik, gizli anlam larla yüklüdür. İster çizilmiş, ister yazılmış olsun, her
PİCASSO
347
iki cinsten bir dizi imge genelde Nekyia simgesi ile başlar — yani ölülerin
ruhlarının bulunduğu yere doğru yola çıkma ile; bu bilinçdışına inmektir,
üst dünyaya allahaısmarladık demektir. Gün ışığı dünyasının biçimleri ve
figürleri ile ifade edilebilse dahi, sonradan yeralabilecek gizli bir anlama
işaret etmektedir, dolayısıyla, simgesel niteliktedir. Picasso Mavi
Dönem’in henüz nesnel olan resimleri ile başlıyor: gece mavisi, ayışığı,
su mavisi, Eski Mısır dünyasının Tuat mavisi ile. Derken ölüyor ve ruhu
at sırtında ötelere gidiyor. Gün ışığı yaşamı ona sımsıkı tutunmuş, bırak
mak istemiyor, kucağında çocuk, bir kadın ona doğru uyarırcasına dike
liyor. Gün onun için nasıl kadın ise, gece de öyle: psikolojik bir ifade ile
bunlar aydınlık ve karanlık ruh (anima) dur. Karanlık ruh onu bekler;
mavi alacakaranlıkta bekler onu, birtakım hastalıklı önseziler depreştirir
içinde. Rengin değişmesi ile kendimizi yeraltı dünyasında buluruz.
Nesneler dünyası, frengili, veremlidir, genç fahişenin ürkünç başyapıtında
olduğu gibi, ölüm çarpmıştır sanki. Fahişe motifi öteye adım atış ile
başlamaktadır, kendisi göçmüş bir ruh olarak kendi cinsinden birçok kim
selerle karşılaşır. «Kendisi» derken, Picasso’daki yeraltı dünyasının
kaderine katlanan kişilikten söz ediyorum; içindeki gümşığı dünyasına
doğru değil, kaderiymiş gibi kaderin içine doğru yönelen adamdan; be
nimsenmiş bulunan iyilik ve güzellik ideallerini değil, çirkinliğin ve
kötünün şeytansı çekiciliğinin peşinden giden adamdan. Çağdaş insanda
biriken bu dinsiz, şeytanî güçler, onda sonsuza dek mahkûmiyet giymiş
olduğu duygusunu yaratmakta, günün aydın dünyasını yeraltı dünyasının
sisleri ile kaplamakta, ölümün çürütmesine uğramakta, sonunda da,
deprem gibi onu parçalamakta, unufak yapmakta, süprüntü haline
getirmekte, moloz yığınına dönüştürmekte, lime lime etmekte, düzensiz
karmaşalara sokmaktadır.
Nevrotik gruptan bir kişinin başına geldi mi böyle birşey, bilinçdışı
ile genelde «karanlık olan» gibi görür onu, ürkünç mü ürkünç, ilksel
çirkinlikte bir Kundry (Wagner’in Parsifal’indeki, çarmıhını taşıyan
İsa’yla alay ettiğinden sonsuza dek pişmanlığa mahkum edilen mitolojik
bir kadın) gibi, ya da cehennemî güzellikte biri gibi görür onu. Faust’un
dönüşümlerinde Grelchen, Helen, Mary ve soyut «ebedî kadın», gnostik
yeraltı dünyasının dört kadın figürüne, Havva, Helena, Meryem ve
Dostları ilə paylaş: |