*dipnotlar yazıda nerede kullanılmışsa oraya parantez içinde yapıştırılmıştır



Yüklə 1,58 Mb.
səhifə4/24
tarix08.04.2018
ölçüsü1,58 Mb.
#36691
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   24

NEP'ten Çıkış: İkinci Devrim
İçsavaş kazanılarak korunan Sovyet iktidarı, yaşanması zorunlu bir evre olan NEP döneminde kendini az çok sağlamlaştırma olanağı buldu. İşçi-köylü ittifakının yeni bir temel üzerinde onarılması ve güçlendirilmesi, ekonomik çöküntünün giderilmesi, yıkık sanayinin onarılarak eski (1913) düzeyine kavuşturulması, bu sonuncusuna bağlı olarak, ve bu çerçevede olmak üzere iktidarın hem sınıfsal hem iktisadi dayanaklarının güçlendirilmesi, bu sağlamlaşmanın NEP’le elde edilen başlıca maddi koşullarıydı. Ne var ki, aynı zamanda Sovyet iktidarı altında kontrollü bir kapitalist gelişme demek olan NEP, tam da bu özelliği sayesinde, Sovyet iktidarını yeni bir temel üzerinde tehdit eden çelişkileri de olgunlaştırmıştı kendi bağrında. 1928-1929 iktisadi toplumsal buhranı bu çelişkiler temeli üzerinde patlak verdi ve NEP döneminin de sonunu ilan etti.
Sovyet iktidarı 1921 Martı’nda NEP uygulamasına geçerken aslında daha baştan çelişkili bir sürece adım atmış oluyordu. Bu öylesine bir süreçti ki, bir yandan Sovyet iktidarına toparlanıp yerleşmesi ve iktisadi ve kültürel devrim için güç biriktirmesi olanağı sağlarken, öte yandan ise ya onu tehdit edecek (kulaklar ve nepmanlar), ya da en azından yeni devrimci adımlara direnç gösterecek (orta köylülük) toplumsal öğelerin güçlenmesi anlamına geliyordu. Zira NEP, bir yönüyle işçi-köylü ittifakının korunması, ekonominin canlandırılması, sanayinin onarımıydıysa, öteki yönüyle de, toprak dağıtımı ile birlikte iyice güç ve yaygınlık kazanmış küçük-meta üretiminin istikrar kazanması ve kendi içinden sürekli bir biçimde yeni bir kırsal burjuvazi (kulaklar) üretmesi demekti. Aynı süreç kentlerde, küçük sanayide ve ticarette etkin bir burjuvazinin (nepmanlar) gelişmesi anlamına geliyordu. Sovyet iktidarını oturtan süreç, çok geçmeden onu tehdit edecek güçlerin birikmesi süreci olarak da işliyordu. Aynı şekilde, içsavaşın ardından ekonomide yaşanan kaosu gideren önlemler, çok geçmeden yeni bir ekonomik kaosu mayalayacak tarzda da iş görüyordu. Bu bir ve aynı sürecin, NEP’in, çelişkili işleyişiydi. Kuşkusuz süreç bu çelişmeleri daha ilk adımdan itibaren sürekli olarak üretiyordu. Fakat Sovyet iktidarı da, dikkatli politikalarla, bunun zamansız olarak genel ve buhranlı bir çatışma düzeyi kazanmasını engellemeye çalışıyordu. NEP’in zorunlu işlevini tamamlayana kadar sürmesi, bu müdahalenin başarısıyla yakından bağlantılıydı. Bununla birlikte ilerde bu çelişmeli sürecin sonuçlarıyla, bunun beslediği çatışmayla kaçınılmaz bir biçimde karşı karşıya kalınacaktı.
Az-çok yerleşen ve geçmişten devralınan sanayiyi onaran (yaklaşık olarak 1926 yılı) Sovyet iktidarının önünde, o güne dek henüz esas olarak siyasal alanda kalmış devrimi, toplumsal ve kültürel alanda geliştirip derinleştirmek görevi(34)duruyordu. Ayakta kalması ve geleceği tümüyle buna bağlıydı. Bu aynı zamanda Sovyet demokrasisini yeni bir temel üzerinde geliştirmek olanağı demekti. Devrimin toplumsal alana yayılması süreci, aynı anlama gelmek üzere sosyalizmin inşası, iktisadi ve kültürel geriliğin giderilmesiyle olanaklı hale gelebilen, onunla içiçe yürüyen bir süreç olarak yaşanabilirdi ancak. Bu ise, uluslararası konjonktürün de baskısıyla, hızlandırılmış bir sanayileşme ve kırsal ilişkilerde köklü bir dönüşüm gerektiriyordu. Sovyet iktidarı, 1928’de gündeme getirdiği Birinci Beş Yıllık Plan’la bunu amaçlıyordu. Amaçlanan ve umulan aynı zamanda NEP döneminden yumuşak bir çıkıştı da.

Bununla birlikte, partide ve hükümette o dönem henüz oldukça güçlü bir konumda olan Buharin önderliğindeki sağ kanadın da etkisiyle taşınan bu umut, olayların gerçek seyriyle boşa çıktı.


NEP süreci içinde kentte ve kırda güçlenen kapitalist öğeler, özellikle de kırda kulaklar, bir dönemdir sürdüregeldikleri ekonomik direnişlerine (tahıl stoku ve ticari spekülasyon), gelinen aşamada artık siyasal bir nitelik kazandırmışlardı. Sovyet iktidarına direniyor, ona kafa tutuyor, orta köylülüğü etkilemeye, onu da hiç değilse pasif bir ekonomik direnişe yöneltmeye çalışıyor, bunda başarılı da oluyorlardı. Sanayinin mevcut zayıflığı, köylünün talep ettiği tüketim mallarını üretmedeki yetersizlikleri, kulakların orta köylülüğe yönelik bu çabalarının başarısını kolaylaştırıyordu. Tüm bunlar, 1928 yılına gelindiğinde, şehirlerde besin kıtlığına, sanayide kaynak zayıflamasına, genel olarak da bir iktisadi krize yolaçmış bulunmaktaydı. Sovyet hükümetinin 1928 yılı boyunca uyguladığı geçici önlemler ve siyasal ikna çabaları sonuç vermedi. Bu koşullarda, besin kıtlığından ve sanayileşme çabalarının zaafa uğramasından hoşnutsuz kent işçilerinin de dolaysız baskısı altında, çatışma kaçınılmaz oldu. Bu, NEP’in ömrünü doldurduğunun işareti ve beklenmedik bir zamanda ve biçimde sona erişiydi.
NEP sorunu (bu dönemden çıkışın yolu ve hızı), NEP gündeme geldiğinden beri ve yarattığı tehlikelere bağlı olarak, parti içinde sürekli bir tartışma ve iç gruplaşma konusu olmuş temel sorunlardan biriydi. Trotski önderliğindeki sol kanat, hızlı bir sanayileşme ve tarımda buna eşlik eden bir kollektifleştirme yoluyla, daha başlamasının hemen ardından bu dönemi sona erdirecek politikalar savunuyordu. Buharin önderliğindeki sağ kanat ise, NEP’i, sosyalist kuruluşa geçiş için güç toplamanın zorunlu bir ön evresi değil, bizzat bu kuruluşun kendisi olarak alıyor, köylülüğün çıkarlarına hiç bir biçimde zarar vermeyecek düşük bir sanayileşme hızı savunuyordu. Sol kanat, kaçınılmaz olarak aşırı zorlamalar ve idari önlemlerle uygulanabilecek bir politikayla, Sovyet iktidarını zamansız olarak, henüz savaş komünizminin taze anılarıyla dolu geniş orta köylü kitlesi ile karşı karşıya getirecek bir yol önermiş oluyordu. Henüz oturmadığı, sanayinin onarımı ve işçi sınıfının yeniden oluşumuyla gücünü toparlamadığı bir safhada, bu yol, Sovyet iktidarını ya aşırı bir bürokratik aygıta dönüşme, ya da kestirmeden bir yıkılış riskiyle yüzyüze bırakmak demekti. Sağ kanat ise, savunduğu politikayla, uluslararası faktörleri tümüyle gözden kaçırması bir yana, serbest(35)ticaret ve piyasa ilişkileri yoluyla sosyalizme ağır tempolu bir yumuşak geçiş düşlüyor, böylece NEP’in sürekli geliştirdiği kapitalist öğelerin yarattığı toplumsal-siyasal tehditi tümüyle görmezlikten geliyordu. Kapitalist öğelere karşı sınıf mücadelesi bakışından yoksun olan bu yol, bu liberal sosyalizm ütopyası, NEP ortamında boyveren kapitalist öğeleri ve yöntemleri kurumsallaştırmak anlamına geliyordu. Kestirmeden kapitalizme varmaktan ve Sovyet iktidarının yıkılışına zemin hazırlamaktan başka bir sonucu olamazdı.

Partinin Stalin’in kişiliğinde temsil edilen resmi çizgisi ise, bu iki aşırı ucun ifade ettiği tehlikelere karşı az-çok dikkatli bir tutumun ifadesi olmakla birlikte, sürecin karmaşık ve çelişkili yapısından dolayı, belli tutarsızlıkların ve yalpalamaların da ifadesiydi. Nitekim 1928 yılına gelindiğinde umulmadık bir buhranla yüzyüze kalınmış, bu ise NEP’e umulmadık bir zamanda ve önceden düşünülmemiş bir biçimde bütünüyle son vermeyi gerektirmişti. Olayların seyri sert ve kesin bir müdahaleyi ve yön değişikliğini kendiliğinden gündeme getirmişti. Doğal olarak bu, özellikle yaygın kollektifleştirme için, yeterli siyasal ve teknik hazırlıktan yoksun olmak anlamına geliyordu. Bunun her zaman tartışma ve eleştiri konusu olagelen ciddi yan sonuçları oldu. Yine de, bu deneyimden sonuçlar çıkarmak ile, kendi koşullarının büyük güçlükleri ve karmaşası içinde, çıkarları çatışan kuvvetler arasında sert bir sınıf mücadelesi olarak yaşanmış bir tarihsel süreç üzerine kolaycı yargılara varmak, birbirine karıştırılamaz. İşçi sınıfının ve yoksul köylülüğün tam desteğine sahip Sovyet iktidarının, kendini aşan koşulların gündeme getirdiği bu müdahaleyi yapması bir zorunluluktu. Şehirlerdeki kıtlığı gidermek, sanayileşmeyi güvenceye almak, Sovyet iktidarının otoritesini ve ona verilen işçi ve emekçi desteğini korumak, ağırlaşan uluslararası koşullara hazırlanmak, bu müdahalenin o günkü acil nedenleri olarak ortaya çıkıyordu. Fakat aslında sorunun temelinde NEP’le palazlanan kapitalist öğeleri bertaraf ederek sosyalist kuruluşun koşullarını yaratmak temel stratejik amacı vardı. Bu her halükarda yapılacaktı ve Sovyet iktidarı Birinci Beş Yıllık Plan’la zaten bunu amaçlamıştı. Ne var ki bu planın hedefleri, olayların sonradan kazanacağı boyutlarla kıyaslandığında, henüz son derece alçakgönüllüce sayılırdı. Sanayileşmede nispeten düşük bir hız belirlenmişti ve planın sonuçlanacağı 1933’e kadar mevcut köylü çiftliklerinin yalnızca %20’sini kolektifleştirmek hedefleniyordu. Daha önce de belirtildiği gibi, amaç NEP döneminden nispeten yumuşak bir çıkıştı. Henüz kulakların sınıf olarak tasfiyesi değil, fakat tedrici olarak belinin kırılması hedefleniyordu. Ne var ki, ne genel koşullar, ne de kulakların gemi azıya almış karşı-devrimci direnişleri buna imkan vermedi. NEP dönemi önceden kestirilemeyen bir biçimde ve ani olarak son buldu.


Böyle olunca, bu son hiç de basit bir politika değişikliğinden ibaret olamazdı. Yeni bir döneme barışçıl, az-çok sancısız bir geçiş hiç olamazdı. Gerçekte sözkonusu olan, yeni bir sınıf savaşı evresinin, özellikle de kırsal kesimi kapsayan ve Sovyet iktidarı koşullarında kendine özgü bir içsavaş biçiminde yaşanan büyük bir toplumsal çalkantı ve köklü bir toplumsal dönüşüm döneminin başlamasıydı. Ekim Devrimi’nde yeni bir safhaydı bu, ya da bu anlama gelmek(36)üzere bir ikinci büyük devrimdi. İçsavaşın bitimiyle noktalanan devrimin ilk dalgasının (o günkü sınıf ilişkileri içinde ve aşılamaz nesnel güçlüklerden dolayı) üstesinden gelemediği bir dizi toplumsal dönüşümün, devrimin yeni bir dalgasıyla gerçekleştirilmesiydi. Bu dalga, kuşkusuz iktidar olmanın tüm olanaklarıyla, iktidarın tam bir yönlendirmesi altında, ama yine de devrimci sınıf dinamikleri temelinde yaşandı. Bu özelliği ile ilk itilimi “yukarıdan” verirken, fakat “aşağıdan” bir hareketle de birleşen bir “çifte” girişimdi. Kentlerde kendini sayısal güç olarak yeniden bulan işçi sınıfının, kırda devlet çiftliklerinin yanısıra NEP uygulamalarıyla şekillenen tarım işçilerinin ve son olarak yoksul köylülüğün omuzları üzerinde yükseldi. Buna orta köylülüğün sınırlı bir kesiminin desteğini de eklemek gerekir. Bolşevik Partisi yönetimindeki Sovyet iktidarının motor rol oynadığı bu büyük tarihsel dönüşüm için asla yeterli olmayan, fakat yine de ona bir ilk itilimi vermeye yetebilen iktisadi, sosyal ve siyasal kuvvetler, tam da 8 yıllık NEP dönemi içinde biriktirilmişti. NEP yalnızca Sovyet iktidarını tehdit eden güçleri değil, bu tehditi bertaraf edecek güçleri de yaratmıştı. Yeniden şekillenen ve en militan ve bilinçli öğeleri ile partiye yeni bir soluk taşıyan ve artık NEP’e katlanmayı reddeden sanayi işçi sınıfı bu güçlerin en temel öğesi idi. Bu yeni devinimin bir yönü, kentte nepmanların ve özellikle kırda kulak sınıfının tasfiyesiyle sonuçlanan gerçek bir sınıf savaşı, öteki yönü ise, bu büyük kitle hareketlenmesi içinde hedefleri oldukça büyümüş Birinci Beş Yıllık Plan’ın gerçekleştirilmesi seferberliği idi. Birinci Beş Yıllık Plan, bir sanayileşme ve tarımda kollektifleştirme atılımıydı. Özellikle kırdaki geleneksel ilişkilerde köklü bir toplumsal ve kültürel dönüşüm olarak yaşanan bu atılımla, sosyalist kuruluş için bir ağır sanayi temeli yaratılmış, kırsal kesimde geleneksel köylü mülkiyetine (özel mülkiyetin bu son kalesine) son verilerek makinalı kollektif tarıma geçişte muazzam adımlar atılmış, kent ve kır yaşamından kapitalist sınıf öğeleri temizlenmiştir. Tüm bu adımları belli sınırlar içinde kalan bir kültür devrimi tamamlamaktaydı.

1929 Atılımı: Başarılar ve Bedeller
1929 yılında başlayan hızını ancak ‘30’lu yılların ortasında alabilen bu yeni evre, Sovyet tarihinin en önemli ve bu nedenle de çok tartışmalı bir dönemidir. NEP, Sovyet iktidarının varlığı koşullarında, eski düzene dönülemediği, fakat henüz yeni düzenin de kurulamadığı, hala esas olarak bu kuruluşa geçiş için güç biriktirildiği bir ara dönemdi. Bu dönemde rejimin sosyalist niteliği, sosyalist bir iktidarın varlığı ve bu iktidarın sosyalist kuruluşa geçiş niyeti ve hazırlığında ifade buluyordu. Hızını ve esas içeriğini 1929 hareketliliği ile alan Birinci Beş Yıllık Plan, bu niyetin hayata geçirilmesi, sosyalist kuruluşun başlatılmasıdır. Sanayileşme atılımı, bununla kopmaz biçimde bağlı kollektifleştirme hareketi, bunlara eşlik eden kültür devrimi, tüm bunlar bir arada, Rusya’da eksik olan şeyi, sosyalizmin inşası için gerekli iktisadi ve kültürel temeli yaratma çabasının ifadesi idiler. Gündeme geldiği iç ve uluslararası konjonktür, bu çabanın hızını(37)ve biçimini derinden etkiledi.

O güne dek Sovyet tarihinin başlıca evreleri (savaş komünizmi ve NEP), bir yandan kazanımlar, öte yandan bu kazanımlarla sıkı sıkıya bağlı bedeller yaratmak anlamında, çelişkili süreçler olarak yaşanmışlardı. Yeni dönemin bu özelliği çok daha belirgindi. Dahası, bu, genel olarak geçmişten devralınan geri iktisadi ve kültürel mirasın kendi çelişkilerini yoğunlaştırarak ortaya koyduğu, bunları gidermek çabasının ise kendi yan sonuçlarını yaratıp biriktirdiği bir dönem oldu. Gerilikten kaynaklanan bu çelişkilerin bu yeni evrede yoğunlaşarak kendi sonuçlarını yaratması normaldi. Zira bu, devralınan tarihsel mirasla o güne kadar ertelenmiş köklü bir hesaplaşmanın, nihayet bütün kapsamıyla ve dönülmez bir biçimde gündeme alındığı bir zaman dilimiydi. Yalnızca bütün geleneksel direnç öğelerinin açığa çıktığı değil, tarihsel geriliğin kendini dönüştüren çabalara kaçınılmaz bir biçimde kendi rengini de kattığı bir gelişme evresi oldu bu. Sosyalizmin kuruluşu süreci, paradoksal bir biçimde sosyalizmin bozuluşu sürecinin tohumlarını ekerek gelişti. Buradaki paradoks gerçekte yüzeydedir. İşin özünde sözkonusu olan, sosyalizm gibi ileri bir toplum düzeninin, uluslararası yalnızlık bir yana, kapitalizmden bile değil, çok büyük ölçüde kapitalizm öncesinden devralınan geri bir iktisadi ve kültürel mirasın dönüştürülmesi çabası olarak yaşanması, bunun ise beraberinde anlaşılması güç olmayan bedeller yaratmasıdır. Bir kez daha, her bakımdan ve her durumda bir tarihsel kaçınılmazlık olarak değil, fakat nihayetinde yaşanmış bulunan somut bir tarihsel gerçeklik olarak...


Devrimci sürecin uluslararası cephesini ayrı bir yazıda (Komintern Üzerine Değerlendirmeler) ele almak üzere şimdilik bir yana bırakarak, bu çelişkili süreçlere, kazanımlarına ve bunlara eşlik eden bedellere, daha yakından bakalım.
Lenin’in sözleriyle, siyasal öncüllerine sahip olmakla birlikte “doğrudan sosyalizme geçecek kadar” uygar olmayan 1920’lerin Sovyetler ülkesi, yaşamak, dayanmak ve en önemlisi sosyalizm doğrultusunda gelişmek istiyorsa, bu “uygarlık” temellerini yaratmak zorundaydı. NEP dönemi henüz hiç de bu temelleri yaratmamış, yalnızca buna girişilebilecek asgari güçleri biriktirmişti. Uygarlık koşullarından kastedilen, çok somut olarak, geniş çaplı bir sanayi ve onunla kopmaz biçimde bağlı köklü bir kültürel değişimdi. İlk adımda iktidarı ele geçirmenin belirleyici öneminin yanısıra, bunlar olmaksızın bir sosyalist kuruluş sürecini geliştirmek düşünülemezdi. Onuncu Parti Konferansında (Mayıs 1921) Lenin, haklı olarak bu gerçeğin altını çiziyordu: “Geniş çaplı sanayi, kaynaklarımızı çoğaltabileceğimiz ve sosyalist bir toplum kurabileceğimiz tek ve gerçek temeldir. Kapitalizmin yarattığı gibisinden büyük fabrikalar olmaksızın, çok gelişkin geniş çaplı sanayi olmaksızın, sosyalizm hiç bir yerde olanaklı değildir." Bu sözler, hem yerine getirilmesi zorunlu bir temel görevi, ve hem de, normalde kapitalizm tarafından yerine getirilen bir işin (“kapitalizmin yarattığı gibisinden”) sosyalist bir iktidar tarafından gerçekleştirilmesi gerektiği şeklindeki bir “tersliği” (tarihsel sürecin akışından, eşitsiz gelişmenin kendisinden doğan bir terslik) dile getiriyordu. Böyle bir tersliğin kendi ters sonuçlarını(38)yaratmaması düşünülemezdi. Nitekim daha sonraki tarihsel evrelerde sosyalist kuruluşun gündeme geldiği başka bazı geri ülkelerde de, farklı biçimlerde olmakla birlikte öz olarak aynı güçlükten (terslikten) kaynaklanan bir dizi sorun yaşanmıştır.

NEP sürecinin bir bunalımla noktalanması ve büyüyen kulak tehlikesi, Stalin önderliğindeki Sovyet komünistleri için uyarıcı oldu. Yerine getirilmesi tarihsel olarak zorunlu görevi geniş kapsamıyla kendi gündemlerine aldılar. Bu sınıf savaşıyla içiçe yürüyen bir iktisadi seferberlikti. Esas halka, geniş çaplı ve hızlanan uluslararası olayların baskısı altında hızlandırılmış bir sanayileşmeydi. Kırsal kesim de bu gelişmeden beslenen (tarımsal araç-gereç), fakat aynı zamanda bu gelişmeyi besleyen (yeterli yiyecek maddesi, hammadde, işgücü), buna ayak uyduran geniş çaplı bir kollektivizasyon, öteki halkaydı. Her iki gelişme için gerekli eğitilmiş emekçi insanı kitlesel ölçülerde yaratmak üzere girişilen kültürel devrim ise, üçüncü halkaydı. Bu ölçüde geniş çaplı ve aşırı derecede yoğunlaştırılmış hızlı bir toplumsal değişimin, özellikle ilk yıllar içinde ve daha çok da kırsal kesimde yarattığı geçici kargaşa ve kayıplar saklı tutulursa, daha geniş bir zaman dilimi içinde ele alındığında, bu seferberliğin ortaya çıkardığı büyük tarihsel ilerlemeler üzerine geçmişte ve bugün pek az tartışma vardır. Özel mülkiyetin son kalelerine öldürücü darbeyi vurmak, piyasa ilişkilerine son vermek, yığınların muazzam yaratıcı enerjisini planlanmış ekonomik hedefler doğrultusunda seferber etmek, tüm bunlar üretici güçlerin görülmemiş boyutlarda bir özgür gelişmesine, bu temel üzerinde köklü toplumsal ve kültürel dönüşümlere yolu açmıştı.


1929 öncesi Sovyet ülkesi ile 1930’ların sonundaki Sovyet ülkesi, iki ayrı dünyadır artık. Tarıma dayalı geri bir kırsal toplumdan, asgari sınai temele sahip bir kent toplumuna büyük bir sıçrayıştır bu. Buna bağlı olarak köylülüğün nüfus içindeki ezici ağırlığında büyük bir zayıflama, işçi sınıfının toplum içindeki varlığında ise görülmemiş bir büyüme ve güçlenmedir. Eski toplumdan kalan ya da NEP döneminde oluşan sömürücü sınıflar süpürülüp atılmıştır artık. Sürekli kapitalist öğeler yaratan yaygın küçük meta üretiminden ve onunla kopmaz biçimde bağlı sınırlandırılmış bir piyasa ekonomisinden, tarımda devlet mülkiyetinin yanısıra kollektif köylü mülkiyetine dayalı makinalaşmış geniş çaplı bir tarıma, sanayide kamu mülkiyetine, ekonominin tümünde ise planlı yönetime geçiştir. İktisadi gerilikle kopmaz biçimde bağlı kültürel geriliğe ve cehalete son verilerek, eğitimi ve öteki kültür öğelerini çalışan yığınların yaşamına maletmedir. Teknik ve üretim bilgisi, genel olarak bilimsel bilgi üzerindeki küçük bir burjuva uzmanlar azınlığının tekelini parçalayarak, onu milyonlarca işçi ve emekçiye maletmedir. Ve elbetteki, tüm bunlarla içiçe olarak, yığınların iktisadi, sosyal ve kültürel yaşamında göreli bir iyileşmedir.
Kısaca, sosyalist bir iktidar altında, çapı ve hızı bakımından tarihte o güne dek eşi görülmemiş ve daha sonra da görülemeyecek olan büyük bir modernleşme hareketiydi bu. Rusya’nın tarihsel geriliğinin ve cehaletinin altedilmesi, “sosyalizme doğrudan geçiş için” eksik olan “uygarlık” koşullarının yaratılmasıydı.(39)
Peki Stalin’in daha 1930’ların ortasında iddia ettiği gibi, bu, Sovyetler Birliği’nde “sosyalizmin kuruluşu” muydu? Sosyalizm, kapitalizmden komünizme bir geçiş süreci olarak ele alındığında, iktidarın alınmasından beri, toplumsal alanda bu doğrultuda ilk ciddi adımların nihayet atılmış olması anlamında, kuşkusuz evet; ama sözkonusu olan henüz yalnızca bir başlangıç adımıyken, buna bundan öte bir değer atfeden tüm öteki anlamlarda ise, kesinlikle hayır. Stalin’in sözlerinde, Sovyet deneyiminden de öte, yaşanmış hemen tüm öteki sosyalist kuruluş deneylerini de kapsayan temel bir teorik ve tarihsel yanılgı saklıdır.
Bu büyük tarihsel başarılara eşlik eden, bir kısmı bizzat bu başarıları önemli ölçüde kolaylaştıran ve olanaklı kılan, fakat öte yandan ise aynı başarıları daha peşinen zedeleyen, zaman içinde ise zayıflatıp çürüten bedellere gelince, bunlar çok çeşitlidir ve birbirine de sıkısıkıya bağlıdır. Burda ancak başlıcaları üzerinde durulabilir.
Rusya proletaryasının büyük devrimci atılımı içinde doğan Sovyet iktidarının, içsavaşın zorunlulukları içinde ve daha sonra ise proletaryanın yapısal değişimi ve zayıflamasına bağlı olarak, bürokratik çarpıklıklara uğramasına, parti ile iktidar kurumları arasında bir özdeşleşme olgusunun ortaya çıkışına daha önce değinilmişti. NEP dönemi bu bozuklukları ancak artırabilirdi ve nitekim bu dönem boyunca süren “Sovyetleri canlandırma ve Sovyet demokrasisini geliştirme” (Stalin) çabaları anlamlı bir sonuç vermedi.
Bununla birlikte, Ekim Devrimi ideallerinin taşıyıcısı olan parti ve Sovyet iktidarı, yeniden şekilenen işçi sınıfının en iyi öğelerini de sürekli bir biçimde içine alarak (bir kaynağa göre, “1924 ile Birinci Beş Yıllık Planın başlangıcı arasında 147 bin işçi üretimden yönetsel işlere” aktarıldı), proleter sınıf kimliğini ve devrimci idealizmini korudu. NEP Rusyası’ndan geleceğin sosyalist Rusya’sına geçişin esas güvencesi, bu yıllarda, bizzat Sovyet iktidarı ile ona hakim olan Bolşevik Partisiydi. İşçi sınıfının ve genel olarak emekçi kitlelerin politik edilgenliğinde esaslı bir değişim yaşanmış değildi. Sosyalist bir devleti herhangi bir burjuva devletten temelden ayıran “mucize araç” sayılan “devletin yönetilmesi günlük işine emekçilerin çekilmesi” (Lenin) alanında henüz anlamlı bir gelişme yoktu. Bunda başarısız kalındığı ve bu başarısızlık uzadığı ölçüde ise, bu boşluğu dolduran kurumsallaşma ve işleyişte giderek bir kalıcılaşma eğiliminin güçlenmesi kaçınılmazdı. 1929 sıçrayışına ulaşıldığında gerçek durum da aşağı yukarı buydu.
1929 sonrası yıllar kentte ve kısmen kırda büyük bir kitlesel seferberlik olduğu halde, iktidar yapısının bu özellikleri değişmedi. Değişmediği gibi bu hareketlilik içinde iyice pekişip kökleşti. Zira bu yıllarda bir içsavaşla (daha çok kırda) bir iktisadi kuruluş savaşı içiçe yaşandı. Bu her iki savaşta da, oluşmuş yapısı ve işleyişiyle, Sovyet iktidarı en etkili araç olarak iş gördü. İktidarın merkezileşmesi ve merkezde yoğunlaşması en üst noktaya vardı. Bu çapta, bu yoğunlukta ve hızda bir toplumsal altüst oluş, bunu, denebilir ki içsavaştakine benzer biçimde bir ihtiyaç, bir zorunluluk haline getirdi.(40)
Fakat öte yandan, bizzat bu çifte savaşın kendisi, işçi sınıfı ve kırda yoksul köylülük için büyük bir kitlesel hareketlilik anlamına geldiğine ve bu doğal olarak politik bir muhteva taşıdığına göre, bunu geliştirmek, uygun örgütlenme ve ilişki biçimleri içinde kalıcılaştırmak, iktidarın bürokratik yapısını giderecek bir sürekli güvenceye dönüştürmek de olanaklıydı. Bunun yapılamadığı, dahası, tersine, geçmişten devralınmış biçimiyle iktidar yapısı ve işleyişini kalıcılaştırmak çabası gösterildiği bir gerçektir. Bu 1929 sonrası sıçramanın yalnızca eksik kalan kritik bir halkası değil, daha da önemlisi, en büyük çelişkisidir. Zira NEP Rusyası’nın toplumsal ilişkilerini köklü bir biçimde dönüştürmek, sosyalist kuruluşun iktisadi koşullarını geliştirmek, kültürel alanda önemli ilerlemeler sağlamak, tüm bunlar, iktidar aracının etkin kullanımı ne olursa olsun, ancak bir kitle seferberliği ile gerçekleştirilebilir şeyler olduğu gibi; öte yandan, kitlelerin politik etkinlik kapasitesinde önemli bir sıçramanın da maddi-kültürel koşullarını oluşturmak anlamına gelmektedir. Buna rağmen iktidar yapısının sosyalist demokrasinin özüne uygun bir örgütlenme ve işleyişe kavuşturulamaması, üstelik bundan kaçınılması, bir çelişki olarak çıkmaktadır ortaya. Sovyet tarihinin sonraki evrimi bakımından kritik bir öneme sahip bu çelişkiyi doğru anlamak, bu tarihi doğru değerlendirmenin, dolayısıyla ondan isabetli sonuçlar çıkarmanın önemli bir halkasıdır.
Yaşamının son yıllarında Sovyet iktidarının uğradığı bürokratik çarpıklıklara özel bir ilgi gösteren Lenin, “geçmişten bize miras kalan idari aygıtı yeniden kurmak” temel görevini ele alırken, bunun ancak yığınların kültürel düzeyini yükseltmekle olanaklı olabileceğine, bunun ise iktisadi geriliği gidermekle olan sıkı bağına tekrar tekrar işaret etmektedir. İşçilerin geriliği ve eğitilmemişliği koşullarında, siyasal iktidar aygıtını parti ile güvenceye alan Bolşevikler, daha başlangıçta ve hemen tüm NEP dönemi boyunca, idari işlerde ve ekonomide binlerce çarlık bürokratını ve burjuva uzmanı çalıştırmak zorunda kaldılar. “Komünizmi, kapitalizmin döküntüleriyle kurmak zorunluluğu”nun (Lenin) bir boyutu da buydu.("İktidarı, kapitalizmin bize miras bıraktığı unsurlarla kuruyoruz. Eğer aydınların temsil ettikleri kapitalist kültür mirası kullanılmazsa, iktidarı kuramayız.")Proleter devrimin son derece geri bir ülkede yalnız kalmış olması, bu zorunluluğun olumsuz etkisini görülmemiş ölçüde çoğaltıyordu. Eski toplumun kalıntısı bu öğeler ancak bir dizi özel imtiyazla donatılarak işe koşulabiliyorlardı. Bunun toplum ve Sovyet iktidarı üzerindeki bozucu etkisinin daha başından itibaren bilincinde olan Bolşevikler, burjuva uzmanlara bu bağımlılıktan kurtulmak için bilinçli bir çaba gösterdiler. İşçi kadroların eğitimine ve sistematik bir biçimde yönetsel görevlere, özellikle de idari ve ekonomik yönetimin kilit mevkilerine yükseltmeye özel bir önem verdiler. Bütün bir NEP dönemi boyunca sayıları yüzbinleri bulan komünist işçi üretimden yönetsel işlere aktarıldı. Böylece bürokratik öğeler ile ayrıcalıklı uzmanların ağırlığı bir ölçüde sınırlanıp dengelendi.
NEP döneminin bitiminde ise gündeme getirilen kapsamlı toplumsal dönü(41)şüm projelerinin en heyecan verici halkasını oluşturdu bu sorun. Amaç, bilimsel bilgi, teknik beceri, idari yönetim alanlarında, çoğu eski toplumdan kalma ayrıcalıklı bir azınlık uzmanlar kastının tekelini kırmak, bilgi ve tekniği çalışan milyonlara maletmek olarak belirlendi. Sorun toplum yaşamından kapitalizmin kalıntılarını temizlemek genel amacının ayrılmaz bir parçası sayıldı. Yeni toplum artık yalnızca kulaklardan ve nepmanlardan değil, onların ekonomik ve idari işlerde “uzman” uzantılarından da kurtulmalıydı. Stalin önderliği ile sağ muhalefet arasıdaki temel ayrım çizgilerinden biri de, ötekilere kopmaz biçimde bağlı olan bu sorunda odaklaşıyordu.

Bu politika Birinci Beş Yıllık Plan boyunca başarıyla uygulandı. İşçiler ve köylüler içinden yüzbinlerce insan sanayileşmenin ve makinalaşmış kollektif tarımın teknik ve idari ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde eğitilip yetiştirildi. Bu iş de tıpkı ötekiler gibi, bir kitle seferberliği, çalışan yığınların yaratıcı enerjisi ve inisiyatifinin muazzam ölçülerde harekete geçirilmesi olarak yaşandı. Bu sayede günden güne, yıldan yıla, ekonomide ayrıcalıklı burjuva uzmanlar, idari işlerde eskiden kalma ya da sonradan bozulmuş bürokratik öğeler, yerlerini daha çok işçi sınıfından gelmiş yeni bir yöneticiler ve proleter uzmanlar kuşağına bıraktılar.


“Kendi entelijansiyasını yaratamayan bir sınıf egemenliğini sürdüremez”, şeklindeki temel bir fikirden kaynaklanan muazzam önemdeki bu gelişme, fakat hiç de daha az önemli olmayan çelişkilerle içiçe yaşandı. Bir kere, her ne kadar bu yeni işçi-köylü yöneticiler ve uzmanlar kuşağının ortaya çıkışına paralel olarak NEP döneminin bürokratik öğeleri ve burjuva uzmanlar kuşağı tasfiye edildiyse de, bu aynı dönemde oluşmuş ve oturmuş bürokratik sistem, yapılar ve işleyiş aşağı yukarı değişmeden kaldı. Bu, çalışan sınıfların bağrından geliyor olsalar da, bu yeni kadroların uzun vadede aynı çürütücü etkiye açık olmaları demekti. Yaşanan sürecin önemli çelişkilerinden biri buydu.
Bununla bağlantılı bir başka sorun daha vardı. İşçileri uzmanlaştırmak, bilimsel bilgiye ve tekniğe egemen kılmak gibi açıkça sınıfsal, dolayısıyla politik bir perspektife dayalı bu gelişmenin, buna rağmen en temel eksiği, gerçekte yine de politik bir boyuttan yoksunluğu idi. Sözkonusu olan hiç de, işçi ve emekçi yığınları politik yaşama, “devletin yönetilmesi günlük işlerine” katmak üzere hareketlendirme, bu hareketliliğin öne çıkardığı öncü öğeleri ise bizzat kitlelerin iradesi doğrultusunda ve denetimine açık bir şekilde siyasal yönetim kademelerine çekmek değildi. Sözkonusu olan yalnızca, kitlelerden özerkleşmiş iktidar yapısının, hızlı iktisadi gelişmenin gerektirdiği idari ve teknik kadroyu işçi ve emekçiler içinden çıkarıp almasıydı. Parti ve iktidar organları arasındaki özdeşleşme sürüyordu. Daha da kötüsü, giderek normal bir durum olarak meşrulaşıyordu. Bunu gidermek çabası artık terkedildiği gibi, 1920’lerin sloganı olan “Sovyetlerin yeniden canlandırılması” şiarı da bir yana bırakılmıştı. Böylece, bilgiyi, kültürü, tekniği çalışan yığınlara malederek, yığınlar içinden bunu en iyi kavramış öğeleri idari ve ekonomik yönetime çekerek, toplumsal demokratik yönünü bu alanda geliştiren Sovyet iktidarı, öte yandan, önceki dönemde oluşmuş kusurlarını(42)kalıçılaştırarak, sosyalist demokrasinin siyasal alanında gitgide daha çok zaafa uğruyordu.

Sonuç olarak, siyasal, idari, ekonomik ve öteki yönetim işlerinde kadroların toplumsal bileşimi değişse bile, mekanizmanın aynı kalması, yönetim işlerinin hala özel, aşağıdan denetlenemeyen ayrıcalıklı bir alan olarak yaşaması anlamına geliyordu. Yönetim işlerinin hala aşağıdan denetlenemeyen, yalnızca kendi hiyerarşik yapısı içinde yukarıya tabi bir ayrıcalık olarak kalması, başlıbaşına bir bürokratik bozulma öğesi ve zeminiydi. Fakat bu yönetim ayrıcalığı, ona eşlik eden ekonomik ayrıcalıklarla birlikte ele alınmadığı sürece, bozucu etkisinin gücü eksik kavranmış olacaktır. İkisinin birleştiği bir durumda, başlangıçta egemen olan devrimci idealizmin, sosyalist bilincin, sosyalist kuruluş heyecanının gücü ne olursa olsun, bozucu zeminin zaman içinde etkisini göstermesi kaçınılmazdı.


Yöneticilerin gerektiğinde geri alınmak üzere kitleler tarafından seçilmesi ile, yönetim görevinin bir maddi ayrıcalık alanına dönüşmemesi, Paris Komünü’nün bu iki ilkesi, marksistler tarafından sosyalist devletin iki temel ayırdedici özelliği ve bürokratik yozlaşmasının önüne geçmenin iki temel güvencesi olarak düşünülmüştü. Lenin Devlet ve Devrim’de bunlar üzerinde özellikle ve etraflıca durmuştu. Fakat Ekim Devrimi’nin ilk yılları kapsayan pratiği, gerek özel koşulların ortaya çıkardığı zorunluluklar, gerek kitlelerin genel kültürel geriliği, gerekse de devrimci dalganın çekilmesinin ardından kitlelerin inisiyatifinden doğmuş Sovyet örgütlerinde yaşanan işlevsizleşme koşullarında, bu üçünün içiçe geçtiği bir durumda, gerektiğinde geri çağırılmak üzere bizzat seçme ilkesinin uygulamada karşı karşıya kaldığı güçlükleri de ortaya çıkardı. Yine de bu duruma geçici bir olgu olarak yaklaşılıyor, zaman içinde özel koşulların aşılmasına ve kitlelerin politik-kültürel düzeyindeki gelişmeye bağlı olarak, bu ilkenin uygulama gündemine getirileceği umuluyordu. Oysa 1930’ların büyük hareketliliği içinde bundan hepten uzaklaşıldı. Dahası, işyerlerinde kollektif sorumluluktan bireysel sorumluluğa geçiş, işçilerin kendi eğilimlerini ve tepkilerini ortak olarak ortaya koyabilecekleri bazı hakların ortadan kaldırılması, zaten sınırlı bazı araçların iyice işlevsizleşmesi (sendikalar) doğrultusunda, geriye dönük gelişmeler bile yaşandı.
Ekonomik ayrıcalıklara gelince, bunlar başlangıçta zorunluluktan dolayı yalnızca eski düzenden kalma burjuva uzmanlar için vardı. Partililer bu tür ayrıcalıklardan yoksundu. 1930’larda ücret farklılaşması güçlendirilmiş bir politika olarak uygulanınca, bundan en çok yararlanan, işçi sınıfından gelme bu yeni yöneticiler kuşağı oldu. Ya da sınıf içinde bundan en çok yararlanmayı başaranlar, çoğu kere çok geçmeden idari işlerde de önplana çıkanlarla aynı kişiler oldular.
Kulaklara, nepmanlara, eski düzen kalıntısı burjuva uzmanlara karşı devrimci bir sınıf mücadelesinin sürdürüldüğü, sosyalist ideallerin ve sosyalist bir toplum kurma heyecanının parti de, iktidarda ve işçi sınıfında egemen olduğu bir dönem içinde ortaya çıkan bu durum şaşırtıcı görünüyor. Bunda NEP döneminin yozlaştırıcı uygulamalarının yeni döneme etkisi rol oynamış olmakla(43)birlikte, gerçekte bu etki son derece talidir. Yeni dönemin bu uygulamaları ancak yeni dönemin koşulları ve ihtiyaçları ile birlikte bir ölçüde kavranabilir.

Stalin,4 Şubat 1931 günü, Sanayi Kadroları I. Konferansında yaptığı ve tüm Bolşevikleri tekniği öğrenmeye, bilimin efendisi olmaya çağırdığı ünlü konuşmasında şunları söylüyordu. “İleri kapitalist ülkelere göre, biz, elli-yüzyıl geç kalmış durumdayız. Biz, bu arayı on yılda kapatmalıyız. Ya bunu yapacağız, ya da toz olacağız". Bu sözler, tekniği öğrenmek ve bilimin efendisi olmakla, sanayileşmenin muazzam hızı arasında dolaysız bir bağ kuruyordu. Köylü bir ülkede hızlandırılmış bir sanayileşme, kırdan kente yoğun bir işgücü aktarımı işçi sınıfının mevcut yapısında hızlı bir değişme, köylülükten yeni çıkma öğelerle bu safların hızla kalabalıklaşması demekti. Sovyet iktidarı hızlandırılmış bir sanayileşmeyi sosyalizmin toplumsal tabanını hızla büyütmek gibi bir sosyal-siyasal amaç olarak da değerlendirmişti. Ne var ki, köyden kente bu hızlı nüfus akışı işçilerin sayısını hızla çoğaltsa bile, bu hiç de işçi sınıfının gücünde aynı hızda bir artma anlamına gelemezdi. Bu yeni işçiler, çok kullanılan bir tabirle, henüz yalnızca işçi tulumu giymiş mujiklerdi. Sosyalist bir iktidar altında bile olsa, işçi sınıfı saflarına bu denli hızlı ve yığınsal katılma, sınıf bilinci bir yana, hiç de aynı ölçüde kolay ve hızlı bir işçi zihniyeti kazanmak anlamına gelemezdi. Geniş çaplı sanayi içinde işçilerin ancak uzun yıllar içinde kazanabilecekleri çalışma disiplini, kollektif eğilimler,giderek sosyal sorumluluk gibi özelliklerden henüz yoksundu, bu yeni işçi kitlesinin çok büyük bir bölümü. Aynı zamanda, özellikle orta köylü kökenliler, kolektifleştirme hareketinden dolayı şu veya bu ölçüde hoşnutsuz, kente gelişlerinde bile belki gönülsüzdüler.


Safları hızla çoğalan işçi sınıfını, hızlandırılmış bir sanayileşmenin gerektirdiği çalışma şevki, iş disiplini ve teknik beceri elde etme isteğine yöneltmek için, sosyalist propaganda ve eğitim yöntemleri elbetteki en ileri düzeyde kullanılıyordu. Fakat “sosyalist subotnikler” gibi olumlu örneklere rağmen, daha Sovyet iktidarının ilk yıllarında bile bunun kısa dönemde kolay sonuç vermeyeceği görülmüş, parçabaşı ücret gibi kapitalizmin en berbat iş yöntemleri gündeme getirilmişti. Hızlandırılmış bir sanayileşmenin zorunlu ve şaşmaz bir politika haline getirildiği şimdiki yeni koşullarda ise, kırdan fabrikaya sürekli olarak akan köylüleri iş disiplinine alıştırmak ve onlardan sürekli olarak daha çok sayıda teknik yönden eğitilmiş kadro çıkarmak için, bu sistem (parçabaşı ücret sistemi, sözde “bilimsel işyönetimi” olan Taylorizm), en geniş çapta uygulanıyordu. Bu sanayide sürekli artan bir ücret farklılaşması, verimli işçilerin hep daha yüksek kazançlarla ödüllendirilmesi demekti. Denebilir ki, sanayileşme atılımının en olumsuz bedeli bu uygulama oldu. Zira bu, işçi sınıfının kendi içinde sürekli bir tabakalaşma yaşaması anlamına gelmekteydi. Kazançlarıyla orantılı olarak işçi sınıfının dar bir kesimi nispeten daha elverişli yaşam koşullarına kavuşurken, daha geniş kesimleri daha geri yaşam koşulları ile yüzyüze kaldılar. Bu olgu, daha genel ve uzun vadeli çıkarlar temeli üzerinde birleşiyor olsa bile, bu dar temel üzerinde işçi sınıfının bir iç bölünmeye uğraması anlamına gelmekteydi. Sosyalizmin ilk evresinde “burjuva hakkı”nın geçerliliği düşüncesiyle(44)(“Herkesten yeteneğine göre, herekese çalışmasına göre” ilkesi) haklı gösterilmeye çalışılan bu aşırı tabakalaşmaya karşı haklı olarak ortaya çıkan tepkiler ise, çarpıtılmış bir biçimde “küçük-burjuva eşitçiliği” olarak mahkum edildi.

Kuşkusuz Marks sosyalizmin geri ve yalnız bir ülkede gündeme geleceğini düşünmemişti. O, sosyalizmin, ileri düzeyde bir sinai gelişme yaşamış, proletaryası bu gelişme içinde oluşmuş ve bu gelişmenin vereceği her türlü eğitimden geçmiş, iktisadi-toplumsal zenginlikleri sınıfları kolayca yokedecek ölçüde çoğalmış, tüm bu elverişli koşullara birarada sahip bir toplumda gündeme geleceğini düşünüyordu. Dahası, sosyalizm, gelişmiş bir dizi ülkede “eşzamanlı” denebilecek nispeten kısa zaman aralıklarıyla gündeme girebileceği için, dış koşulların baskısı da olmayacaktı. Fakat tüm bunlara rağmen, Marks, kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin ilk evresinde, değer yasasının etkisini sürdüreceğine, ücret ödemelerinin ise bunun temel alanlarından biri olacağına açıklıkla işaret etmişti. Bu ilk evrede, ücret ödemelerinde henüz, “Herkesten yeteneğine göre, herkese çalışmasına göre” formülasyonunda ifadesini bulan burjuva hukukunun geçerli olacağı düşüncesi Marks’ındır.


Böyle olunca, esas ağırlığı ile köylü olan bir toplumda, sosyalizme öncelikle onun sinai temelini yaratarak başlayan, bunu ise yeni işçileşecek, işçi zihniyetinden henüz yoksun köylülerle yapmak zorunda kalan geri ve kuşatılmış bir ülkede, “onyılda yüzyılı” yaşamak zorunda olan bir ülkede, ücret ödemelerinde değer yasasının egemen oluşunda şaşırtıcı bir yan olmamalı. Şaşırtıcı, dolayısıyla tartışmalı olan, bunun “parçabaşı ödeme” türünden kapitalizm koşullarında bile en berbat iş yöntemleri uygulaması içinde gerçekleştirilmesi, bununla da kalınmayarak, bunun geçici bile değil, tersine gitgide daha etkin uygulanan kalıcı bir sistem haline getirilmesidir.
1930’lu yıllarda ve Beş Yıllık Plan hedefleri doğrultusunda işçi sınıfına aşılanan kuruluş heyecanı, muazzam fedakarlık ruhu üzerine pek az tartışma var. Fakat, bu manevi heyecanı maddi teşvikle desteklemek, bunu da parçabaşı sistemle yapmak, kendiliğinden bir biçimde işçi sınıfını kendi içinde paralize ediyordu. İşletme kollektifleri arası sosyalist yarış, aynı işletmenin içinde işçi bireylerin maddi kazançla ödüllendirilen rekabetiyle zaafa uğruyor, sakatlanıyordu. Zaman içinde birincisinin etkisi azaldığı ölçüde, sosyalist idealizm, kuruluş heyecanı durulduğu ölçüde, ikincisinin bozucu sonuçları, işçi sınıfının atomize eden etkisi, daha belirgin olarak ortaya çıkacaktı. Üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti koşullarında, sanayileşme sürecinin başarıları, genel iktisadi, sosyal ve kültürel yaşam koşullarında sürekli bir iyileşme demekti. Bunun sonuçlarından bir bütün olarak, bir sınıf olarak yararlanan işçiler, yine de kişisel kazanç temeli üzerinde bir iç bölünmenin olumsuz etkilerine maruz kaldılar. Sosyalizmin kuruluş sürecini yaşayan bir toplumda, bunun yarattığı ve yaratacağı vahim sonuçlar, yine gerisin geri, sınıfın politik yaşama katılış biçim ve olanaklarıyla, kendi sınıf öncüsü ve devletiyle ilişki biçimiyle birlikte kavranabilir.
Stalin, yukarıda sözü edilen ünlü konuşmasında, Bolşevikleri bilgi ve tekniği ele geçirmeye, onun efendisi olmaya çağırırken, bunu şu ünlü şiarla birleştirmiş(45)ti: “Bolşeviklerin ele geçiremeyeceği kale yoktur”. O güne kadar bu sözün hakkını fazlasıyla vermiş Bolşevikler, bu inancın hakkını bir kere daha vererek bilgiyi ve tekniği de gerçekten ele geçirdiler. Sınıfın öncüleri, siyasal bakımdan en gelişmiş kesimleri olarak, sanayileşme atılımının iktisadi, teknik, kültürel ihtiyaçlarına en iyi onlar yanıt verdiler. Ya da bu yanıtı veren yeni işçiler doğal ve kaçınılmaz olarak ve sürekli bir biçimde Bolşeviklerin saflarına, partiye ve yönetim kademelerine aktılar. Fakat tam da bu yolla, kalifiye eleman haline gelmenin, verimli bir çalışma gerçekleştirmenin, yönetim işlerinde uzmanlaşmanın karşılığı olan fazla kazancı hakedenlerin önemli bir bölümü bizzat partili ekonomi ve iktidar kadroları oldular. Böylece, kendiliğinden bir biçimde, ücret ödemelerine egemen değer yasasının hükmü altında, kendilerini maddi ayrıcalıklarla donatmış oldular. Tıpkı, işçi sınıfı yaratıcılığının ve sosyalist yarışın iyi bir örneği olan Stehanov Hareketi’nin taşıdığı çelişkiye benzer bir biçimde. Stehanovcular da bir yandan teknik yaratıcılığın ve verimli çalışmanın en iyi örneklerini verirlerken, öte yandan tam da bu sayede, ortalamanın çok üstünde bir işçi gelirinin sahipleri haline geliyorlardı. Parti tüm işçi sınıfını kapsamadığı gibi, işçi sınıfının hala da küçük bir azınlığı olmaya devam ediyordu. Sınıfın öncüsü olan bu yönetici azınlık, aynı zamanda sınıfın ayrıcalıklı bir azınlığına, hiç değilse bunun en önemli ve en etkin bölümüne de dönüşmüş olacaktı süreç içinde. Oturmuş ve kurumsallaşmış biçimiyle devlet ve ekonomi yönetimini bir ayrıcalıklı iş haline getirmiş olan Sovyet düzeni, böylece, bu işi bir de “burjuva hukuku”na uygun “hakedilmiş kazanç” kavramı ve ahlakı içinde bir maddi ayrıcalık alanına dönüştürmüş oldu. Bürokratik deformasyon geleceğe yönelik olarak ve bir süreç içinde hep bu zemin üzerinde gelişip olgunlaştı.

Henüz geriliği, yoksulluğu ve cehaleti kırma evresinde ve bu işin ise köylü ağırlıklı bir toplumun insan malzemesiyle yapılmaya çalışıldığı koşullarda, kimse Bolşeviklerden eşitlikçi bir ücret sistemi uygulamalarını bekleyemezdi. Bu ütopik bir beklenti olacağı gibi, iktisadi ve kültürel gelişmeyi de köstekler, böylece yalnızca sosyalizmin maddi koşullarının yaratılmasını geciktirmekle kalmaz, hızlı gelişmeyi bir zorunluluk haline getiren uluslararası gelişmelerin o günkü ölüm-kalım ortamında, Sovyet iktidarının varlığını da tehlikeye düşürürdü. Bu çerçevede ele alındığında, safları köylülükle sürekli şişen işçi sınıfının geri kesimlerini, verimli ve kaliteli çalışmanın fazladan bir kazançla ödüllendirilmesi yoluyla harekete geçirmek olağan karşılanabilirdi. “Küçük-burjuva eşitlikçiliği”ne yöneltilmiş eleştiri bu sınırlar içinde haklı da görülebilirdi. Fakat iki önemli koşulla. Birincisi, parti bunu, geri toplumsal ve kültürel koşulların ve acil ihtiyaçların ortaya çıkardığı ve elbetteki yalnızca sosyalist kuruluşun ilk dönemine özgü bir “zorunlu kötülük” saymalıydı. Böylece bu, hem ölçüsü kaçırılmaması gereken, hem de zaman içinde tasfiye edilmek üzere mücadele edilmesi gereken bir uygulama olurdu. Oysa böyle olmadığını biliyoruz. Bizzat Stalin’in ağzından bu, sosyalizmin olağan bir normu sayılmış, buna aykırı her düşünce ise, o gün ve gelecek için, bir küçük-burjuva anlayışı ilan edilmiştir. Böylece kapitalizmden miras burjuva hakkı, ücret farklılığı alanında(46) kurumsallaştırılmıştır. Bu, bu sınırlar içinde değer yasasının kurumsallaştırılması ile aynı anlama gelir.



Yeterli zenginlikten yoksun ve daha uzun zaman da yoksun kalacak bir toplumda, bu uygulama, sanayi kesiminde işçi sınıfının iç tabakalaşmasını, toplum planında ise genel bir tabakalaşmayı, “hakedilmiş kazançlar” ya da gelir farklılaşması temeli üzerinde meşrulaştırmak demekti. Bu tür bir meşrulaştırma bir geçiş süreci olan sosyalizmin ilerleyişini zaafa uğratmakla kalmaz, onu bozacak, geriye çekecek ve giderek tersine çevirecek öğeleri de biriktirir. Nitekim olayların tarihsel seyri bunun başka türlü olamayacağını göstermiş bulunuyor. Burada şunu da önemle belirtelim ki, kademeli ücret uygulaması gerçekte yalnızca “burjuva hukuku”nun eşit değerlerin değişimi sınırları içinde kalsaydı, ilk evrenin bir “zorunlu kötülüğü” olarak yine de bu kadar tahrip edici olmayabilirdi. Fakat bundan temelleniyor olsa da gerçek uygulamada gelir farklılaşması bu nesnel sınırları altüst etmiş, yönetici gelirleriyle sıradan işçi gelirleri arasında büyük uçurumlar doğabilmiştir.
İkinci koşula gelince; sınıfın öncüsü, sosyalist bilincin ve ideallerin taşıyıcısı olarak, hiç bir özel maddi teşvik dürtüsüne ihtiyaç duymamaları gereken Bolşevikler, kendilerini bilinçli bir politika ile bu “hakedilmiş” fazla kazançtan yoksun bırakabilirlerdi. Yönetim işlerinin bir maddi ayrıcalık alanına dönüşmemesi için katı kurallar uygulayabilirlerdi. Bu olanaklıydı ve bu olanak sosyalist bilinç ve ideallere sadakatten başka bir şey değildi. Nitekim çok daha elverişsiz koşullarda, iktidarın ilk yıllarında ve kısmen NEP döneminde, burjuva uzmanlara önemli maddi imtiyazlar tanınmışken, kendilerini bilinçli bir biçimde bundan yoksun bırakmışlardı. Bu politikayı uygulamak, parti saflarını ve iktidar kademelerini her türlü zayıf ve zararlı öğeden, sahtekarlardan, çıkarcılardan, ayrıcalık peşinde koşanlardan, henüz yoksul bir toplumda rahat yaşam düşkünlerinden korumak olanağı anlamına da gelecekti.
Yeni dönemde bunun sürdürülememesini, Bolşevik Partisinin, iktidar pratiği içinde kendi eski geleneklerinden bir ölçüde uzaklaşması olarak görmek gerekir. Fakat iktidar pratiğinin kendisinden de önemli olan ve bizzat onu da kapsayan daha genel bir etken var. Bu, köylü ağırlıklı bir toplumun sorumluluğunu taşırken ve bu toplumu dönüştürürken, onu dönüştürmek için kullanılan yöntemlerin bozucu etkisi altına girmekten kaçınamamak olarak ifade edilebilir. Devraldıkları miras Bolşevikleri öncelikle, inşa edecekleri toplumsal düzenin maddi-kültürel koşullarını yaratmak zorunda bıraktı. Bu ise kaçınılmaz olarak onların siyasal kimliğinde ve siyasal sistemde bozucu etkilere yolaçtı.
Sosyalizme geçmek için öncelikle sanayileşmek gibi bir zorunluluğu yaşamak, dahası bu sanayileşmeyi yaklaşmakta olan bir savaşa askeri hazırlıkla birleştirmek, geri ve yoksul bir toplum için son derece ağır bir yük demektir. Bu, en asgari bir yaşam düzeyi için bile gerekli mal ve hizmetlerde uzun yıllar için bir kıtlık demektir. Bu kıtlığın kendisi eşitlikçi politikaların etkisini sınırlar ve insanların kendi aralarındaki “yaşama savaşı”nı kışkırtır. 1930’lu yıllarda, Bolşeviklerin uzun vadeli çıkarlar için gündelik meşakketlere katlanma ruhunu(47)yığınlara aşılamakta büyük bir başarı gösterdikleri kuşkusuzdur. Fakat yine de bu başarının belli nesnel sınırları vardır ve bu sınırların ötesinde “yaşama savaşı” için önemli bir alan açılır. Fazla ve kaliteli çalışmanın ödüllendirilmesi, yüzyılların köklü kişisel çıkar anlayışının yanısıra, tam da bu alandan köklenir. Bu zihniyete ve “savaş”a taviz veren parti ve iktidar, çok geçmeden kendini de bunun içinde buldu. Bulduğu ölçüde ise giderek bunu kendi lehine gözetti. Devrimci idealizm zayıfladıkça bu eğilim arttı, bu eğilim arttıkça devrimci idealizm zayıfladı.

İsterse geçmişte en devrimci geleneklerin yaratıcısı ve mirasçısı olsun, eğer sosyalist bir iktidar, bu iktidarın yöneticisi olan parti, egemenliğini başta işçi sınıfı, tüm çalışan yığınların sürekli ve etkin bir politik yaşamı ile birleştiremiyorsa, iktidar olma gücünü bizzat bu kaynaktan almıyorsa, zaman içinde devrimci idealizmini yitirecek, kaçınılmaz bir biçimde bozulup yozlaşacaktır. Tarihsel deneyimin de gösterdiği gibi, edilgen bir politik destek, hiç bir biçimde bu kötü akibete karşı bir güvence oluşturmaz. Proleter ve emekçi yığınların sınırlanmamış, canlı, enerjik, etkin politik yaşamı bunun biricik güvencesidir. Çalışan kitleler buna uygun tüm haklara, olanaklara ve araçlara sahip olabilmelidirler. Kuşkusuz bu tür bir politik yaşamı yaratmanın ve sürekli kılmanın kolay olmadığını da bizzat tarihsel deneyimi göstermiştir. Rusya’da içsavaş sonrası yıllar, devrimin hareketlendirdiği kitlelerde sonradan yaşanan bu tür bir durulmaya tanıklık eder. Fakat sosyalist bir iktidar koşullarında onları yeniden politik yönden etkin kılmanın en geniş olanakları vardır ve bu görev sosyalist bir toplum yaratmanın en temel halkalarından biridir.


Devrimi sürdürmek herşeyden önce politik bir olaydır. 1929 sıçramasıyla proleter yığınları sanayileşme, yoksul köylü yığınlarını kollektifleştirme doğrultusunda muazzam denebilecek bir hareketliliğe yönelten, bunu bilimsel bilgi ve tekniğe egemen olma seferberliği ile birleştiren Sovyet iktidarı, bu aynı çabayı bu aynı yığınları devlet işlerine ve yönetimine egemen kılmak doğrultusunda da gösterebilirdi. Kitleler için canlı, etkin, militan, sınırlanmamış bir politik yaşam yaratmak üzere de bir dizi köklü politika gündeme getirebilirdi. Bu herşeyden önce, yığınların politik inisiyatifine ve etkisine yer açmak üzere, partinin iktidar tekelini zayıflatmak, aynı anlama gelmek üzere parti ile iktidar organları arasındaki özdeşliği, adım adım tasfiye etmeyi gerektirirdi. Parti elbette yine iktidarın yönetici kuvveti olacaktı. Fakat hiç de artık devlet aygıtı ile güvenceye alınmış bir iktidar tekeli sayesinde değil, çok daha emin ve sağlıklı bir biçimde, işçi sınıfının ve emekçilerin etkin politik yaşamından aldığı güç ve destekle. Bu kuşkusuz kolay değildi. Hele de köylülükle henüz büyüyen bir işçi sınıfı gerçeği koşullarında. Ne var ki buradaki güçlük yüzyıllık geriliği on yılda kırmaktan hiç de daha büyük değildi. Bu ikincisini başaran bir güç, birincisinin de üstesinden gelebilirdi. “Bolşeviklerin fethedemeyeceği kale yoktur” sözü burada da geçerlilik kazanabilirdi. Kaldı ki, sınıfın öncüsünün bütün bir tarihsel dönem boyunca en temel ve şaşmaz görevi, sınıfı sürekli bir biçimde kendi düzeyine çıkarmaktır. Sınıfa önderlik fonksiyonunun kendisi, bu amaçla dolaysız bir diyalektik ilişki içindedir.(48)
Bunun yerine bir başka yol tutuldu. Partinin yığınların pasif desteğine fakat iktidar aygıtının etkin kullanımına dayalı iktidarı, bu iktidarı aşan her türlü politik kitle inisiyatifini başarısız kılacak şekilde perçinlendi. Yığınlar yalnızca belirlenmiş kanallar ve hedefler doğrultusunda ve tek taraflı işleyen bir iktidar yönlendirmesi altında hareket edebildiler. Bu tür bir “politik yaşam” ise bir yandan iktidar aygıtını bürokratik bir deformasyona uğratırken, öte yandan ise, sürekli bir biçimde yığınları bir politik atalete ve ilgisizliğe itti. Bu, iktisadi planda ilerleyen sosyalizmin inşası sürecinin, politik planda aynı ilerlemeyi yaşayamadığı, daha da kötüsü, sürecin bu alanda bir bakıma tersine işlediği anlamına gelir.
Devrim dönemi boyunca ve içsavaş sırasında Bolşeviklerin en büyük üstünlüğü, yığınları politik mücadeleninin bu en yoğun anlarında ve olaylarında seferber edebilmek yeteneği idi. Bunu yalnızca doğru çizgiye ve önderlik yeteneğine borçlu idiler. Bu onlara politik iktidarı kazandırmış, fakat Rusya’da yalnız kalmalarının ardından, onları sosyalizmin bu “siyasal öncü”lerinin sosyalizme doğrudan geçiş için hiç de yeterli olmadığı acı gerçeği ile yüzyüze bırakmıştı. Bu olgu doğal olarak dikkatleri sosyalizmin iktisadi ve kültürel koşullarının yaratılmasına yöneltecekti. NEP ara döneminin ardından gündeme gelen büyük kuruluş atılımı ile amaçlanan bu eksiği tamamlamaktı. Fakat bu Bolşeviklere ara dönemin politik kayıplarını unutturmamalıydı. Bu yeni evrede politik sorun, bunun ayrılmaz bir parçası olarak da Sovyetlerin işlevsizleşmesiyle zaafa uğrayan Sovyet demokrasisini geliştirmek, bir kez daha esas halka olmalıydı.
Oysa 1917’de (enternasyonalist bir perspektiften de alınan güçle), iktisadi ve kültürel gerilik etkenine gösterilen doğru ve haklı aldırmazlık, 1929 sonrasında bu kez yanlış ve son derece sakıncalı bir biçimde politik faktöre ilişkin olarak gösteriliyordu. Ne var ki, birinci türden bir aldırmazlık muzaffer Ekim Devrimi ile taçlanırken, bu ikincisi yalnızca Sovyet iktidarının uğradığı bürokratik çarpıklıkların kurumlaşması ile sonuçlandı.
Sosyalist kuruluşu, devlet mülkiyeti ve planlı ekonomi temeli üzerinde bir iktisadi kuruluşun dar sınırları içerisine hapsetmek; sosyalizmde asıl canalıcı sorunun, proleter ve emekçi yığınları sürekli ve etkin bir politik yaşam içinde eğitmek, toplum yaşamının (üretim ve yönetimin) tüm alanlarına bütün bir geçiş süreci boyunca derece derece egemen kılmak olduğu gerçeğini gözden kaçırmak, 1930’ların en trajik çelişkisi oldu. Öylesine ki, “siyasal öncüller”ine sahip olduğu halde “sosyalizme doğrudan geçmek” için gerekli iktisadi ve kültürel koşullardan yoksun olan Sovyet ülkesi, eksik olan bu sonuncuları nihayet az çok elde ettiği bir aşamada, bu kez aynı geçişin “siyasal öncüller”inde zaafa uğramış buldu kendini.
Yüklə 1,58 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   24




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə