1980’lerin başında, National İnstitute o f H ealth’te (Ulusal Sağlık
Enstitüsü) vizyon sahibi biyolog Jesse Roth ve Derek LeRoith liderliğin
deki bir grup bilim insanı, YValsh, Mutt ve Erspamer’in kurbağa, domuz,
köpek vediğer hayvanlardan elde ettikleri sinyal moleküllerinin aynısını
mikroorganizmaların da üretip üretemediğini araştırmak istediğinde,
hikâye beklenmedik bir hâl aldı. Roth ve LeRoith, farklı mikroorganiz
MİKROP SOHBETİ: BAĞIRSAK BEYİN DIYALOĞUNUN TEMEL BİLEŞENİ 83
maları besin içeren bir et suyu besiyerinde büyüttüler, daha sonra bu mik
roorganizmaları et suyundan ayırdılar ve mikroplarda yemek yedikten
sonra şekerden elde edilen enerjiyi depolamak için dokularımıza sinyal
ileten önemli bir hormon olan insülin var mı diye baktılar.
Bu araştırmacılar, hem hücre içinde, hem de et suyunda (besiyerinde)
insan insülinine benzer moleküller buldular; moleküller insüline öylesine
benziyordu ki araştırmacılar bunları laboratuvar ortamında yetiştirilen
sıçanlara verdiklerinde, yağ hücrelerini şekerdeki enerjiyi depolamak
üzere uyarabildiklerini gözlemlediler. Bu etkileyici sonuç, bizlere ilk kez
insülinin biyologların düşündüğü gibi hayvanlardan kaynaklanmadığı
nı, bir milyar yıl önce ortaya çıkmış olan daha ilkel tek hücreli canlılarda
zaten bulunduğunu düşündürdü.
LeRoith ve Roth’un büyüleyici araştırmalarından ilk olarak diğer mik
roplardan elde ettikleri özütleri, bu molekülleri tanımlamak ve miktarını
ölçmek için radyoimmünoassay testlerini kullanan CURE’deki Walsh
laboratuvarına gönderdiklerinde haberim oldu. Bu çalışmalar şaşırtıcı
sonuçlar verdi: Meslektaşlarım insülinin yanı sıra diğermemeli bağırsak
peptidlerine benzer moleküller de buldular. Noradrenalin, endorfinler,
serotonin ve bunların reseptörleri dâhil birçok bağırsak peptidinin ve
hormonunun milyonlarca yıl öncesine ait kadim mikrobiyal versiyonları
o zamandan beri test edilip tanımlanmaktadır.
Roth ve LeRoith, 1982 tarihli
NewEngland Journal ofMedicine'de
[New
England Tıp Dergisi]
yayınlanan bir makalede, endokrin sistemimizin
ve beynimizin iletişim kurmak için kullandıkları sinyal moleküllerinin
muhtemelen mikroplardan kaynaklandığını bildirdiler. Birkaç yıl sonra,
bu gelişmekte olan yeni bilim bende öylesine merak uyandırmıştı ki o
zamanlar California lnstitute ofTechnology’de parlak bir matematikçi
olan arkadaşım Pierre Baldi ile birlikte spekülatif bir makale yazmaya
karar verdim. UCLA’daki önde gelen bir dilbilimi profesörü, lisandan
yalnızca insan iletişimi bağlamında bahsedilebileceğinebeni ikna etme
84
BEYIN-BAĞIRSAK BAĞLANTISI
ye çalıştıysa da “Are Gut PeptidesThe Words of a Universal Language”
[Bağırsak Peptidleri Biyolojik Bir Lisanın Sözcükleri midir?] başlığını
verdiğimiz inceleme 1991’de
American journal ofPhysiology
de
[Amerikan
Fizyolojisi Dergisi
] yayınlandı.
Makaleyi VValsh’a gösterdiğimde şakayla karışık şöyle demişti: “Bu spe
külatif makalen yayına kabul edildiği için şanslısın. Bu fikirler zamanın
yaklaşık 30yıl ilerisinde.” (Genellikle güçlü öngörülere sahip biri olarak,
bu tahmini de tutacaktı.) Makalede, bu sinyal moleküllerinin, kullanılan
evrensel bir biyolojik dilin sözcüklerini temsil ettiklerini, sadece bağır
saklar tarafından değil aynı zamanda küçük beyin ve büyük beyin de
dâhil olmak üzere tüm sinir sistemi ve bağışıklık sistemi tarafından da
kullanıldığını ilerisürmüştük. Üstelik bu hücresel iletişim sistemini kul
lanan tek canlı sadece insan değildi: Bilimsel araştırmalar, kurbağaların,
bitkilerin ve hatta bağırsaklarımızda yaşayan mikropların da bu sistemi
kullandığını göstermişti. Bilgi teorisi olarak adlandırılan matematiksel
bir yaklaşımı biyolojik verilere uygulayarak, hormonlardan nörotrans
mitterlere (sinirler arası iletişim moleküllerine) kadar birbirinden farklı
sinyal moleküllerinin farklı hücreler ve organlar arasında ilettikleri bil
ginin miktarı hakkında bile tahminlerde bulunmuştuk.
Ne yazık ki bilim dünyasının geri kalanı açısından, bu erken bulgu
ların etkisini anlamak için vakit henüz erkendi. YValsh’ın öngördüğü
gibi, bağırsak mikroplarının yeniden bilim sahnesine çıkabilmesi için,
beyin-bağırsak etkileşimleri ile ilgili neredeyse otuz yıl süren araştırma
ların yapılması gerekecekti.
Erken Bağırsak Temizliğinin Dezavantajı
Dahlia siyah giysileri ve koyu güneş gözlüğü ile kliniğime girdiğinde
sanki bir cenaze törenine gidiyormuş gibiydi. Böyle pek çok hasta gör
MİKROP SOHBETİ BAĞIRSAK-BEYIN DİYALOGUNUN TEMEL BİLEŞENİ 85
düğüm için onun dış görünümüne pek şaşırmadım. Koyu renkli gözlü
ğü, çoğunlukla migrenle ilişkili olan ışığa karşı aşırı duyarlılıktan dola
yı takmış olabilirdi. Belki bu kıyafet, 45 yaşında bir kadın olan Dahlia
için hissettiği derin iç sıkıntısını gizlemeye çalıştığı bir örtüden ibaretti.
Dahlia, tedaviye bir türlü yanıt vermeyen kabızlığına çare bulmak için
randevu almıştı, ancak tıbbi problemleri sadece bağırsak hareketleriyle
sınırlı değildi. Diğer belirtiler arasında vücudunun her yerinde hissettiği
kronik ağrı, halsizlik ve migren türü baş ağrısı da vardı. Onunla yaptı
ğım konuşmalar sırasında, Dahlia’nın aynı zamanda kronik depresyon
da olduğu da ortaya çıktı ve kendisi bu durum u sadece mide-bağırsak
sorunlarına bağlamaktaydı. Normal bağırsak hareketleriyle ilgili çektiği
güçlüğün bebeklik dönemine dayandığını, annesinin o zamanlar pek çok
annenin çocuklarının her gün kaka yapmasını sağlamak amacıyla sıklık
la yaptığı gibi kendisine düzenli olarak lavman ilaçları verdiğini anlattı.
Ne yazık ki Dahlia’nın düzenli bağırsak hareketlerini sağlamasının
tek yolu günlük lavman ilaçlarını alması ve haftada bir kez de yüksek te
mizleyici lavman (sıcak suyun kalın bağırsakların üst kısımlarına enjekte
edilmesiyle uygulanan daha geniş bir lavman türü) yapmaktı. Günlük
lavman olmadan, haftalarca büyük tuvaletini yapamadığını söylüyordu.
Dahlia, kalın bağırsağının 'öldüğünü” ve oraya ulaşan yiyeceklerin hiç
birini taşıyamadığını ısrarla iddia ediyordu ve günlük bağırsak hareketini
başlatmazsa dayanılmaz rahatsızlık duyacağından dolayı dehşete kapılı
yordu. Kabızlığın verdiği rahatsızlık korkusu ile birlikte bu anlattıkları,
lavman uygulamalarını hiçbir zaman sonlandıramayacağına dair güçlü
inancını daha da pekiştiriyordu.
Dahlia önceden pek çok tedavi yöntemi denemiş, ancak bunlar hep
başarısız olmuştu, depresyonu için çeşitli ilaçlar aldığında ise kabızlı
ğında sadece geçici bir süre düzelme görülüyordu. Sanki bilinmeyen bir
mekanizma, bağırsak-beyin eksenini daima arızalı bir iletişim biçimi
ne geri döndürüyordu. Bir dizi tanısal tetkik istedim, sonuçların hiçbiri
86 BEYİN-BAĞIRSAK BAĞLANTISI
kabızlığını açıklayamıyordu. Fn ilginç olanı da, kolonik geçiş incelemesi
olarak adlandırılan özel bir tetkik, kalın bağırsağında sindirim atığının
taşınması için geçen sürenin tamamen normal olduğunu göstermişti.
Dahlia kaygı, depresyon, hâlsizlik ve kronik ağrı belirtilerinin, toksik
atık ürünlerinin bağırsak yolunda fermente olmasından kaynaklandı
ğına ve bu atık ürünlerinden kurtulamamasının genel sağlığı üzerinde
büyük bir etkisi olduğuna kendini inandırmıştı. Çok sayıda belirtileri
ve tuhaf öyküsü olan böyle bir hastayla karşılaşan birçok doktor, kolo-
noskopi yaparak, en yeni müshil ilacını reçete ettikten sonra da hastayı
bir psikiyatriste sevk eder. Bugün, böyle bir stratejinin hastanın belirti
lerine neden olan bazı önemli biyolojik faktörleri görmezden geleceğini
biliyoruz. Dahlia küçük bir çocukken yapılan lavmanların bağırsakla
rındaki normal mikrobiyal yapının gelişimine kötü etki etmiş olması
ve bunun da bağırsak mikroplarının sinir sistemi ile iletişim biçiminde
uzun süreli değişimlere yol açmış olması muhtemeldir. Dahlia’da görü
lenler gibi belirtileri ortaya çıkaran bağırsaklardaki bu erken mikrobi
yal değişikliklerin tam olarak ne olduğunu anlayabilecek bilgiye henüz
sahip değiliz. Ancak Dahlia’nın hikâyesi sağlıklı bir bağırsak mikrobi-
yomunun normal gelişimindeki sapmaların hastaları psikiyatrik belir
tiler gösterme, aynı zamanda bağırsaklarla beyin arasında yaşam boyu
süren bir iletişim bozukluğu oluşma riskiyle karşı karşıya bıraktığını
akla getirmekte. Gelecekte, bağırsak-beyin ekseninde oluşanlar gibi
erken programlama hatalarını tersine çevirecek tedavi yöntemlerine
sahip olacağımıza inanıyorum. O zamana kadar, psikiyatrik belirtiler
le baş etmek farmakolojik ve davranışsal tedavilerin kombinasyonunu,
bağırsak mikroplarının çeşitliliğini artırm ak için probiyotik ve liften
zengin bitki esaslı bir beslenme uygulaması ve bağırsaklardan sıvı sal
gılanmasını artırmak için bitkisel laksatif kullanımını içeren bütüncül
bir tedavi yaklaşımı yararlı olacaktır. Böyle bir yaklaşım, hastanın çek
tiği rahatsızlığı ve yaşadıklarını anladığımızı göstermede de yardımcı
MİKROP SOHBETİ: BAĞIRSAK BEYİN DİYALOĞUNUN TEMEL BİLEŞENİ
87
olacaktır. Dahlia’nın durumunda, bu yaklaşım sadece sindirim sistemi
ile ilgili belirtilerini giderek iyileştirmekle kalmadı, aynı zamanda kaygı
ve depresyon belirtilerini de azalttı.
Yıllar geçtikçe, karmaşık vegörünüşte açıklanması müm kün olma
yan belirtilere sahip birçok hastayla karşılaştım ve bu konuda öğrendi
ğim önemli derslerden biri, ne kadar tu h af ve günüm üzdeki bilimsel
inanışa uymuyor olsalar da hastaların hikâyelerini tarafsız bir şekilde
dinlemektir. Tıp öğrencilerine bu tü r hastalara nasıl tanı koyulacağı
öğretilmez, bu nedenle tecrübeli bir gastroenterolog için bile Dahlia’nın
yanlış yönlendirilmiş varsayımlarını, kendine özgü özelliklere sahip bir
psikolojik sapma olarak görüp önemsememek, böylece asıl tanıyı atlamak
kolay olacaktır. Ancak ben, bağırsak mikrobiyotası ile beyin iletişiminin
gelişimindeki değişikliğe ek olarak, Dahlia’nın izlediği rutinin, kalın ba
ğırsakta biriken toksik atık ürünlerin hem fiziksel, hem de psikolojik her
türlü hastalıkta rol oynadığına ve bunun esas çaresinin kalın bağırsağı
temizlemek olduğuna dair eski ve payidar bir inancın kalıntısı olduğu
nu da düşünmekteyim. Bağırsak çürümesi veya ototoksikasyon olarak
adlandırılan bu inanış neredeyse papirüs kadar eskidir ve tedavisi d ü n
yanın her köşesinde eski şifa geleneklerinin bir parçasıdır.
Bağırsak Kuşkuları
Eski Mısır ve Mezopotamya’da insanlar, bağırsaklarda çürüyen gıda
ların toksinler oluşturduğuna, bunların da daha sonra dolaşım sistemi
aracılığıyla tüm vücuda yayıldığına veateşli hastalıklara neden olduğuna
inanırlardı. Bu tür hastalıkları iyileştirmek için, M.Ö. 14. yüzyılda yazıl
mış bir Mısır tıbbi metni olan Ebers Papyrus, 20’den fazla tür mide ve
bağırsak sorununu “dışkıları defetme” yoluyla tedavi etmek için lavman
kullanımına yönelik talimatlar içermekteydi. Eski Mısırlılar, hastalığı
88 BEYIN-BAĞIRSAK BAĞLANTISI
önlemek için Thot adlı tanrının onlara otointoksinasyonu ve bağırsakla
rın arındırılmasını öğrettiğini iddia ediyorlardı. Tüm bunlar Firavunun
saltanat lavmanı ile ilgili işleri yönetmesi için bir memur atayarak ona
tarihin ilk pis mesleklerinden biri olan “rektumun bekçisi” ünvanını
vermesine yol açmıştı.
Eski Mezopotamya’da Kızıl Deniz in karşısında, bilinen en eski in
san medeniyetinin üyeleri olan Sümerlerde hastalıktan kurtulmak için
lavman uyguluyorlardı. M.Ö. 600 gibi erken bir dönemde yazdıkları
tabletlerde Antik Babiller ve Asurlular da lavman kullanımından bah
setmişlerdir. Hint cerrahisinin babası sayılan Susruta, Sanskritçe tıbbi
metinlerde şırınga, fitil ve rektal bir spekulumun nasıl kullanılacağını
açıklayan detaylı önerilerde bulunmaktaydı. Bu gelenek Ayurveda uy
gulayıcıları ile devam etti: Detoksifiye edici ve arındırıcı beş Ayurvedik
tedavinin en önemlisi alt sindirim sistemini temizlemek için kullanılan
lavmandı. Ayurvedik şifacılar da artrit, sırt ağrısı, kabızlık, irritabl ba-
ğırsaksendromu, nörolojik bozukluklar veobezite gibi çeşitli rahatsız
lıkları tedavi etmek için ilaçlı bir lavman olan
Dostları ilə paylaş: |