*dipnotlar yazıda nerede kullanılmışsa oraya parantez içinde yapıştırılmıştır



Yüklə 1,58 Mb.
səhifə17/24
tarix08.04.2018
ölçüsü1,58 Mb.
#36691
növüYazı
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   24

***

NEP politikası ise bunun tam karşıtıydı. Yani orta ve küçük işletmeleri işçi devletinin denetiminde sosyalizm sürecinde yedire yedire tasfiye etmek. Yani Lenin küçük toprak işletmeciliğini de içeren bir büyük projeyle aslında şunu söylüyordu: Ya kapitalizme tam entegre olarak hem üretim kargaşası hem işsizliği yaşamak, ya da işçi devletinin denetiminde komünist aşamaya yönelen bir sistem içinde kollektiviteye katılmak... NEP uygulamasının nasıl tarihsel bir(192)dönem ve son derece de önemli bir keşif olduğunu geçenlerde bir Japon ekonomisti de yazmıştı bir Fransız meslektaşınızla birlikte... Onlar yalnızca ekonomist olarak, bu müthiş keşfin ekonomiye nasıl ivme kazandırdığını Sovyet toplumunun temellerini, kolonlarını nasıl oluşturduğunu belli bir hayranlık ve saygıyla dile getiriyorlardı. Anlıyorum siz artık, Lenin'i geri kalmış bir topluma politik proje sunan insan olarak nitelendirdiğiniz için kendi gelişmişlik koşullarınızda onu yeniden yeniden okumayı, insanoğlunun mücadelesinde neleri gözden kaçırdığını ya da kaçırtıldığını saptamak gereğini duymuyorsunuz. Yine de size “NEP Perestroyka değildir” incelememi iletmek isterdim. Biliyorum, siz Lenin'i bile artık aştığınıza göre bir üçüncü dünya ülkesi aydınının çalışmalarına hiç gereksinim duymazsınız... Duymayın duymasına da kendi toplumunuza, adınız komünist kaldıkça, sorumlu projeler sunma işlevini yerine getirin. Ne bizi ne kendinizi aldatmayın. Sizin halklarınızı ve devrimci kadrolarınızı aldatmanız biliyoruz burada bizim işimizi de oldukça zorlaştırıyor... O nedenle Autogstion konusundaki eşsiz (?) düşüncelerinizi kamuoyu önünde komünizmin kendisini yenilemesi biçiminde sergilemeden önce ben size yine de Lenin'in Avrupa toplumlarını da içeren sorunların tartışıldığı ve ekonomik politikaların tümüyle marksist dinamiğini yakaladığı “Komünist Enternasyonal'in III.Kongresi”nde yaptığı konuşmayı ve sunduğu raporu okumanızı salık veririm.



Gülünç olmamanız için bay Herzog, gülünç olmamanız için...
Tıpkı “sosyalizm ile demokrasi”den sözederken, “hukuk devletinin tarihi kazanımlarına sırtımızı dayayarak daha ilerisini ve daha değişiğini” gerçekleştirmekten sözederken düştüğünüz acınası gülünçlüğe düşmemeniz için...
Pazar dogmalarının paranın egemenliğini bayraklaştırdığı

metropollerde hukuk devleti kazanımlarından sözedilebilinir mi?
Siz ediyorsunuz. Ben de size katılacağım küçük bir koşulla... Mademki hukuk devletinin tarihsel kazanımlarından sözediyorsunuz, öyleyse bay Herzog, 1793 Anayasasının 35.maddesini de içeriyor demektir bu görüşünüz. Bu madde aynen şöyle der: “Hükümet halkın haklarına karşı geldiğinde ayaklanma (isyan-ihtilal) halkın tümü ya da bir bölümü için hakların en kutsalı, ödevlerin en kaçınılmazıdır”.
Burjuvazinin 1793'ün bakir isyancılarını peşine takarak gerçekleştirdiği ihtilalden sonra bu maddenin hükmünü nasıl 1830, 1848, 1871'de kan içinde boğa boğa geri aldığını içinde yaşadığınız son iki önemli olayda da görmek olası.
Bu yılın Eylül sonlarıyla Ekim başında Paris kentiniz köylülerin isyanıyla dolup taştı. Nation-Bastille-Voltaire-Nation alanlarının 6 kilometrelik üçgenini 200 bini aşkın köylü, inekleriyle, tavukları, domuzları ve omuzlarında tırpanlarıyla yürüyerek günlerce Paris sokaklarında haykırılarını sürdürdüler. Paris caddelerini barikatlarla kapayan, sokaklarında inek ve domuzlarıyla günlerce süren gösterilerde dolaşan, Doğu Blokundan et getiren kamyonların yolunu kesip,(193)kimini ateşleyen, vergi dairelerini taşlayıp, hükümet üyelerinin toplantılarından çıkmalarını, dolaşım özgürlüklerini bile engelleyen bu çağdaş Vendeen”lere(Vendéen: 1793'de Vendéee bölgesinde gelişen ve 300 bin köylünün katıldığı köylü isyanı. 1832'ye dek süren periyodlarla kendini köylü isyanları adı olarak simgeleştirmiştir.)tıpkı 1793'teki gibi Bastil'i basmalarını öneren politik liderler bile vardı. Bu öneriyi faşist partinizin ya da köylülerle yürüyenlerin Chirac, Giscard d'Esaing gibi sağcı parti liderleri olduğunu söyleyerek işin içinden çıkamazsınız bay Herzog. Çünkü bu isyanın diyalektik gerçeği, köylülerin sendika liderleri Philippe Mangin ile Raymond Lacombe'un şu sözlerinde bir nabız gibi atıyordu:
"Doğu Avrupa'da ve (Sovyetlerle) Asya'da aç halklar ayaklanırken biz çok ürettiğimiz için kınanıyoruz. Bizi yönetenlere pek keyifle izledikleri kırsal görünümlerin, üzerinde keyifle adımladıkları yolların kaça çıktığını soruyoruz. Hiçbir şeyden haberleri yok onların. Hiçbir şeyi de doğru dürüst anladıkları yok. O yolları, ağaçları yapan, bakan biz köylüleriz. Ama bugün artık 'hizmet bitmiştir' diyoruz. (...) Ağaçları seviyorsunuz. Haklısınız baylarım. Ama doğayı seyre dalma, onu yaşatanları dinlemesini bilince ancak o zaman anlamlıdır."
"Tüm değerlerini yitirmiş görünen bir dünyada, insanları kendi bireysellikleri içine tutsak eden, toplumsal yaralarını açığa vuran çılgın bir kentleşme dünyasında, bizim köylü toplumumuzda dayanışma ve insanlık kavramlarının sürekli koruyucusu olmamızın önemli bir anlamı vardır. (...) Amerikalıların amaçları çok açık ve basit: Yeni pazarları ele geçirmek ve dünya üzerinde tam bir egemenlik kurabilmek için Avrupalı ziraatçıların damarlarını kesmek. Ne yazık ki Amerikalılar bu hüzün verici işi gerçekleştirmek için, kararsız ve bölünmüş Avrupa'nın bağrında kendi bağlaşıklarını bulabildiler.(Le Monde, 1 Ekim 1991)
“Hukuk devletinin tarihi kazanımlarına sırtını dayıyarak...” hiç de daha “değişiğini” gerçekleştirmek niyetinde olmadığını kanıtlayan Fransız burjuvazisi Paris'teki köylü isyanına, seçkin sözcüsü cumhurbaşkanı sosyal-demokrat Mitterand ağzıyla yanıt verdi. Mitterand “düzeni korumakla görevli ve kararlı güvenlik güçlerine” Thiers alanında toplanmış köylülere hücum etmeleri ve dağıtılmaları buyruğunu verdi. Sınıf savaşımlarının nasıl sürekliliğini izleyerek ve 21. yüzyıla girerken aslında daha da yoğunlaşarak sürdüğünü Thiers alanının kendisi bile size anımsatmıyor mu bay Herzog? 1871 Komününü dağıtan ve gerici cumhuriyeti kuran Thiers'i o zamanın köylüleri desteklemiş ve komünarların yenilgisinde başlıca etkinliği onlar göstermişlerdi. Lenin zaman zaman bu konuya özellikle işçi-köylü bağlaşıklığının işçi devletinin geleceği konusunda oynayacağı etkinliğe hep değinme gereği duymuştur. Şimdi Thiers alanında 120 yıl sonra bir sosyalist başkan barikatlar kurmuş köylüleri darmadağın ediyor, güvenlik güçlerinin kararlı ve tepeden tırnağa savaş aygıtlarıyla donatılmış saldırısı, kanlı sonucu elde ettikten sonra, bence özellikle sizin, yani “bir komünist olarak mutluluk” duyduğunu söyleyen bir ideologun üzerinde durması gereken şu açıklamaları yapıyordu: "Zaman zaman çok üretiliyor, bazı bölümlerde üretim şişti bile. Çünkü bir yanda garanti altına alınmış fiyatlar var, yani ektiğiniz her(194)şey otomatikman satın alınıyor... (...) Eh o zaman da, madem üretilen her şey otomatikman satın alınıyor, ben de daha çok üretirime geliniyor. Ondan sonra da öyle bir durum geliyor ki, ne tüketici var, ne dış tüketici, ne dışsatım alıcıları...O zaman kısır döngü, stoklama başlıyor. Ne ki stoklama çok pahalı bir iş, boşuboşuna satın almak da öyle. Bu konuda aklımızı başımıza biraz toplamamız gerekiyor,"(Le Monde, 23 Ekim 1991)Size Mitterand'ın Avrupa Topluluğu ve bu toplulukta Fransız köylülerinin durumu konusundaki sözlerinden alıntı yapmıyorum. Onları özenle incelediğinizde görmeniz kaçınılmaz olan bir gerçek vardır: Topluluğa entegre olarak Fransız köylülerinin yaşam düzeylerini bugünkü koşullarda tutmak sözkonusu edilirken bugünkü koşullar Fransız köylülüğüne kesinlikle yetmemektedir. Ve bu Fransız burjuvazisinin yıllardır çözemediği köylülük sorununun aşılamaz boyutlarda olduğunu gösteren en belirgin kanıttır da. Bay Mitterand hem dünyaya açılma, serbest pazar ekonomisinin en önde savunuculuğunu yapmakta, hem de “eğer Avrupa Topluluğundan çıkarsak Fransız köylülerinin ürettikleri dünya piyasalarının fiyatları ile karşı karşıya kalır ki bu da bugün ellerine geçenin yarısı demektir. Bu onların önlenemez açlığını ve sefaletini getirir" diyebilmektedir. Bay Herzog özgür pazar ekonomistlerinin içine düştükleri çıkmaz ve hiçbir zaman çözemeyecekleri, aşamayacakları derin uçurum, işte bu ikiyüzlüce gizlenmeye çalışılan derin uçurumda yatmaktadır. Ve dünya burjuvazisi bu uçuruma kesinlikle yuvarlanma durumuyla karşı karşıyadır.
Tüm bunlar bir yana ben asıl üzerinde şunun vurgulanmasını yapmak istiyorum size: FAO'nun son raporuna göre yalnızca Afrika'da 30 milyon insan açlık sorunuyla karşı karşıyayken, dünyamızda milyonlarca insan kötü beslenmeden ve de çocuklar açlıktan ölürken Fransız köylülerinin “biz çok ürettiğimiz için cezalandırılıyoruz” gerçeğine siz o pek ünlü özdeyişle “Kapitalist pazarın kusurları olarak bugüne değin getirdiklerini” dünya halklarına karşı sorumluluğunuzu” unutmadan sahiden nasıl aşarak gerçekleştirebileceksiniz? Nasıl aşacaksınız Doğu Blokundan, örneğin Polonya'da et üreten köylülerle Fransız köylülerini karşı karşıya getiren bir üretim anarşisini gıdasızlıktan Varşova'da, Prag'da, Afrika'da, Asya'da ve Moskova'da milyonlarca insan açlık sınırında bekleşirken, üretim güçlerinin yerini hiç değiştirmeden, yani üreticilerin devlet aygıtını yönetmelerine olanak tanımadan bu karmaşayı nasıl netleştireceksiniz? Siz dünyaya, gezegenimize sorumluluğunuzu unuttunuz mu yoksa? Ama hemen şunu anımsatmamda kaçınılmazlık vardır: Artık dünyamızı, gezegenimizi düşünmeden komünist olmak olanağı da kalmadı. Bay Herzog, Fransız köylülerinin “aç bir dünyada çok ürettiğimiz için cezalandırılıyoruz... Amerika tarım politikasıyla tüm dünyayı egemenliği altına almak istiyor” diye haykıran Fransız köylülerinin isyanına ya en doğru çözümleri getirmek zorundasınızdır, ya da Thiers alanında coplanan köylüler sizin “hukuk devletinin tarihsel kazanımlarından” sözeden komünist formülasyonunuzun hesabını çok ters bir yoldan, örneğin, faşist Le Pen kanalıyla önünüze koyarak sorgulayacaklardır. Başka hiçbir seçeneğinizin olmadığını görmekte ivedi davranmanız belki de çok şeyin gecikmesini hala önleyebilir...(195)
Ne ki Fransız işçilerinin içinde bulunduğu durum Fransız köylülerinin durumundan hiç de ayrıcalıklı değil... Onlar sizin “hukuk devletinin tarihsel kazanımlarından” yola çıkan formülasyonunuzun geçerliliğini nasıl yitirdiğini kendi yaşamlarında yaşaya yaşaya görmektedirler. İşte çözmeniz gereken çetin örneği: 17 gündür, Renault-Cleon fabrikasında direnişte bulunan işçiler, tıpkı Thiers alanında dağıtılan köylüler gibi, 5 Kasım sabahı saat 3.30'da fabrikanın ünlü kapısı P4'ten polis ve güvenlik güçlerinin tepeden tırnağa silahlı saldırısına uğradılar. Çatışma yalnızca iki saat sürdü. Ve bu iki saat sonrasında güvenlik güçleri yeniden zırhlı arabalarına binerken fabrikada ışıklar yeniden yandı ve işçiler yaralı arkadaşlarını toplamaya başladılar. Çalışma bakanınız bayan Martine Aubry o günün sabahı zafer kazanmış bir kumandan edasıyla 200 yıldan beri burjuvazinin yineleye yineleye gittiği sözlerini basına açıkladı: “Renault Cleeon fabrikasında çalışma özgürlüğü yeniden sağlanmıştır"(Le Monde, 6 Kasım 1991)Çalışma özgürlüğünün ne anlama geldiğini “pazar ekonomisinin” “pazarla sosyalizmi birleştirme” şarkılarının en çok söylendiği bir zamanda Renault fabrikasının bir işçisi eline geçirdiği megafonda, güvenlik güçlerinin darmadağın ettiği yaralı arkadaşlarının ortasında tıpkı 200 yıldan beri haykırılan bir biçimde vurguluyordu: "Savaşımız bitmedi. Şimdi işimiz sabah vardiyasına gelecek ekipteki yoldaşlarımızı silahlarını sırtlarına asmadan işe başlamamalarına inandırmak ve eylemimizi dimdik ayakta tutmaktır. Bize dimdik ayakta durmak ve kararlılık yaraşır."(Le Monde, 6 Kasım 1991)
Bu ses “silahlanmadan işe başlamamak” haykırışı “tarihsel kazanımlardan” söz eden bir Fransız komünistine hiç de yabancı değildir. Bu ses 1830 isyancılarının, 1848 ihtilalcilerinin, 1871 komünarlarının, 21.yüzyıla girerken taşıdıkları, Cheabriant alanında “Yaşasın dünya proletaryası” diye yoğunlaşa yoğunlaşa omuzladıkları tarihsel oluşumun sesidir. Bay Herzog, bu ses barikatlar gerisindeki komünarların sesinden bunca ayrı değil, bunca özdeşleşmişken 200 yıldır ne köylülerin, ne işçilerin sorununa gerçekten çözüm getirememiş burjuvalarınızın bundan sonra hiç de “şeytanlaşmayarak” ve de coplanan işçiler ve köylülerle birlikte nasıl barış içinde, eşsiz bir karma ekonomi modelinde yaşayabileceğini işçilerinize ve köylülerinize nasıl söyleyebilmektesiniz? Kendi yaşadığınız gerçeklere bunca mı uzaksınız? Ve siz sahiden nasıl komünistsiniz? Ve siz kendinizi nasıl marksist olarak tanımlarsınız, Marks'ın “benim asıl keşfim proletarya diktatoryasıdır” tümcesine kendi gerçeklerinizde sırt dönerek...?
***
Aslına bakarsanız pazar dogmalarının paranın egemenliğini bayraklaştırdığı, malların, alım-satımın fetişleştirildiği yalnızca Fransa'da değil, tüm Avrupa'da sözkonusu olan “hukuk devletinin tarihsel kazanımları” değil, ırkçılık, despotizm, savaş ve işsizlik ve hortlayan her türden gericiliktir. Mallar, alım-satım, para, insansal değerleri değil, yukarda adını ettiğim ikincileri beraberinde getirir. Yeğlenmiş bir yaşam biçiminin doğal sonucudur bu. Tunuslu filozof Muhammed(196)Allal Sinaceur, Belfort'ta yapılan “Satıcıların Avrupası mı, Yoksa İnsan Haklarının Avrupası mı” toplantısında(Le Monde, 25 Eylül 1991)durumu tam da üçüncü dünya ülke aydınlarının uyanık sorumluluğunda özetliyor: “1789'un idealleriyle hiçbir ilgisi kalmamış bir biçimde yüzüne insan hakları maskesi takmış bir pazar ekonomisi her yeri adım adım ele geçiriyor” diyor. Filistin ve Körfez savaşının sonuçlarına değinen Filistinli hukukçu Abu Sada “Arap-müslüman dünyasının parçalanmasından Avrupa sorumludur” diyor. Avrupa'nın içine düştüğü ideolojik boşluğu ve sonuçlarını felsefe profesörü Dominiçue Lecourt, Sovyet devriminin Fransız devriminin ideallerini aşarak yerine getireceği savı Doğu Avrupa ülkelerinin ve Sovyetler rejiminin yıkılmasıyla, şimdi Avrupa'da katolik restorasyon yolunun açıldığını söyleyerek, bunu gerçekleştirmek için de Papa Jean-Paul II'nin “Aydınlanma felsefesini yeniden yakalamak için” uğraş verdiğini vurgulamasında görmek olası. Ama bence en önemli betimlemeyi İrlandalı tarihçi Hugh Gough yapıyor: “ 1919'un Avrupasındayız baylar” diyor. “Alabildiğine kararlı bir ırkçılık ve milliyetçilik dalgasının yükselmesiyle karşı karşıyayız. Bu Fransız biçimi ulusal kimlik düşüncesine, yani bireyin kendini bütünleştirmek istediği liberal ve bireye açık ulusalcılık kimliğine tümüyle aykırıdır”. Siz tüm bunlara bir komünist olarak kulağınızı tıkıyorsunuz. Siyaset bilimcisi Sami Nair'in salonda çılgınca alkışlanan şu sözlerini de o nedenle duymuyorsunuzdur: “Sosyal, kültürel ve etnik dışlama olayları, yalnızca emirleri seven ve kendi dışındaki tüm başkalarına kan ırkçılığının bariyerlerini ören günümüz Avrupa'sında gitgide yoğunlaşıyor.” Siz tüm bu tehlikeleri görmüyorsunuz bay Herzog... en önce bir komünistin görmesi gerekirken siz görmüyorsunuz. Bir komünist için görmenin yetmediğini, bu korkunç tehlikelerle savaşmak için gerek ideolojik gerek örgütsel temelde savaşım verme zorunluluğunu da gözardı ediyorsunuz. Bu durumunuzla eski dışişleri bakanınız Claud Cheyson'dan bile geri düşüyorsunuz. O hiç olmazsa gerçekçi bir gözümleme yapıyor: “Yeniden XIX.yüzyıla döndük” diyor. Ve Guizot'nun özdeyişindeki konumdayız: “Zenginleşin”.
Avrupa Topluluğu Bilimsel ve Teknoloji Program (FAST) direktörü İtalyan Ricardo Petralla her zamanki gibi gezegenimizin durumunu tam bir sorumlulukla açıklıyor, siz komünistleri aşarak: “Avrupa topluluğunun bağrında oligarşilerin yarışmacı ve hegemonyacı tutumu başka dünya tasarımlarının üstüne çıktıklarında demokrasi büyük bir tehlikeye girecektir. Bu anlamda böylesi bir Birleşik Avrupa, dünyalaşmayı ve insanlık koşullarının çeşitliliğini düşünmeme, gözetmeme riskini taşımakta, bu tutumumuz da Kuzey-Güney bölünmüşlüğünün derinleşerek kendi içine gömülmesini daha da çok gerçekleştirecektir."
Bizim, Güneyli komünistlerin gözünde Avrupa 1919'un da çok gerisinde ve tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar tehlikeler içindedir. 1919'da bolşevikler vardı. Dünyamızı arıtacak ilkelerle örgütlenmeleri tüm güçleriyle sağlanıyorlardı. Lenin o dönemde gerçekleştirdiği ilkelerle daha sonra Alman Nazizmini yenecek, dünyamızı kurtaracak, onun çağlar gerisine yuvarlanıp gitmesini engelleyecek birikimleri sağlıyordu. Dünyamız hiçbir döneminde yalnızca böylesine zenginlerin egemenliğine terk edilmiş değildi. Bolşevikler(197)yenilmiş değildi.
Ve Avrupa'da komünistler enternasyonal uyanıklıkları içinde görevlerini “melekleşmiş patronlarla birlikte yaşamak”, “hukuk devletinin tarihi kazanımları” gibi, “sırtlarını dayamak” gibi aldatıcı düşlerin içinde tıkanıp kalmış değillerdi. Ünlü politik tiyatronun kuramcısı Piscator bile ilkelerini saptarken “İşçi sınıfının bilincinde ikircimlik yaratacak kurgulardan kesinlikle kaçınılmasını” vurguluyordu.
Bay Philippe Herzog, size bu satırları yazdığım sırada Mete Ekşi adlı bir Türk gencinin Alman faşistlerince öldürülen cesedi geldi ülkemize. Mete Ekşi Almanya'da teknik okuldaydı ve Alman-Türk Gençliği Dostluk Cemiyeti'nin etkin bir üyesiydi. Kafası neo-faşistlerin beyzbol sopalarıyla parçalanarak öldürüldü.
Televizyon ekranlarında günboyu Lenin'in parçalanmış yontularının vinçlerle başı gövdesi birbirinden ayrılmış kamyonlara yüklenen görüntüsünü yaşıyoruz. Kaldırılan her yontunun altından ırkçılık, faşizm, yabancı düşmanlığı, haçlar hortluyor. Haçlara gamaların takılması zamanının uzak olmadığını gösteren olaylar yaşanıyor Avrupanızda. Utanç duvarı diye nitelendirilen Berlin duvarının yıkılmasının ikinci yılıyla Hitler'in iktidara gelişini sağlayan ünlü Kristaller gecesinin yıldönümü aynı güne, 9 Kasıma rastladı. Dazlak neo-faşistler sabaha dek ellerinde meşalelerle Kristaller gecesini “Reich Şehitleri”ne dönüştürerek kutladılar. Doğu Almanya'nın Halle ve Vismar kentlerinde tam bir terör estirdiler. Alman polisi izledi yalnızca... sizin izleyişiniz gibi. Göçmen işçilerin ya da sığınmacıların kampları basılır, evleri ateşe verilir, küçük çocukları öldürülürken de bu Alman polisi hep olayı bastırmaya sonradan yetişme yöntemini kullanır oldu. Bir yetkili “Alman polis şeflerinin yeni-nazilere sempatiyle baktıklarını” söylemesini umursamazlıkla mı karşılıyorsunuz...? Ya sizdeki durum bay Herzog... Le Pen'le nasıl başedeceğinizi bilemez duruma düşüşünüzün yarınki sorumluluklarını düşüneceğinize insanlarınıza hangi ninnileri söylüyorsunuz...? Tüm kent dışı mahalleleriniz içten içe gümbürdeyen volkanlar gibi... Harkislerin sorununu daha çözemediniz. Le Pen'in önünü kesebilmek için sağcı liderlerinizden Chirac yabancı işçilerden “pis kokulular”, “domuz gibi çoğalanlar” diye söz ederken D'Estaing yerleşme hakkını daha geri formülasyonlarda “kan hakkında” çözümlemeye çalışıyor. Faşist Le Pen kahkahalarla gülüyor bunlara: “Biliyorum ben” diyor, “Fransızlar bir şeyin aslını kopyasına yeğlerler...” Ve siz düşler içinde “çoğulculuktan” “proletarya diktatoryasının” söz konusu olamayacağını söylerken Fransız burjuvazisi 10 yıl önce kaldırdığı idam cezalarını yeniden canlandırmak için meclise hazırlık dosyaları getiriyor. Bu idam cezalarının bir süre sonra Giscar d'Estaing 'in sözünü ettiği “Fransa'yı istila eden yabancılar”dan kurtarmak için kullanılmayacağının güvencesini kim verebilir? Ooooo... çok mu abarttığımı söylüyorsunuz...? O zaman bana bay Herzog, Avrupa Parlamentosu üyesi de olduğunuzu anımsatarak, 1989 yılında Yeni-Kaledonya'da Fransız jandarmalarının sorgusuz sualsiz bir köşecikte kurşuna dizi verdikleri üç gencin dosyasının ne olduğunu söyleyiniz. Bay Mitterand bu(198)dosyayı inceleyeceğini ve gerekeni yapacağını söylemiştir. İzliyorum ve üç genç köylünün adlarını veriyorum: Weneceslas Levelloi, Alphose Dianou, Waina Amossa. Paris'te bir Cezayirli kurtuluşçunun idamını onaylayan bir zamanların içişleri bakanı bay Mitterand, 1989'un sömürgeciliğinde kendi jandarmalarının cinayetinden hesap soracak bir erdemliliğe ulaştı mı, pek merak ediyorum doğrusu... Ama daha doğrusu adını ettiğiniz “hukuk devletinin tarihi kazanımları” bu hesabı izleyecek güce erişti mi yani?
***
Durum yalnızca sizde vahim değil. Majestelerinin 400 yıllık demokrasisinde durumlar içaçıcı değil. 1985 kelle isyanını zarzor atlatabilmiş Majestelerinin hükümetleri şimdi Birmingham endüstri kentinde olup bitenlerle nasıl baş edeceğini bilemiyor. İngiltere'nin bu en önemli endüstri kentinde etnik çatışmalar almış başını gidiyor. Bura halkının yarısı yoksulluk sınırında, %37'si ise yoksulluk sınırının da altında, %13'ü toplumdan tam anlamıyla kopmuşluk içinde yaşıyor. Bu toplumdan kopma ve marjinalleşme tüm adanın güney bölgesini kötü bir hastalık gibi sarıyor. Bu bölgeler bir papazın dediği gibi “majestelerinin Güney Afrika Cumhuriyetleri...”
Avusturya'da Neo-faşist Parti oylarını 3 kat artırarak Viyana Kent Meclisine 24 üye sokmayı başarıyor. Üzerinde durulması gereken çok önemli çarpıcı yan da şu: Adı özgürlük olan faşist partinin oylarının böylesine patlatmasına neden de, Avusturya hükümetinin Hırvatları desteklemesiyle Yugoslav federal ordusuna yenilen Hırvatların çoğunun, çoluk çocuk Viyana'ya sığınmaları. Onları “domuzlar evlerinize” diye kovan neo-faşist parti hiçbir partiye nasip olmayacak biçimde birdenbire oylarını 3 kat arttırıyor. Avrupa burjuvazisi yönetimin çıkmaz sokağını belki de bu örnek en iyi biçimde sergiliyor. Hem komünistlere karşı savaşım verenleri destekliyor, hem de ondan kaçanları nereye sokacağını bilemiyor, faşizmin güçlenmesini sağlıyor. Bundan, eski bir nazi, Wehrmacht subayı olan bugünün Avusturya Cumhurbaşkanı Kurt Waldheim'ın mutsuz olduğunu söylemeye cesaret edebilir misiniz? Komünist vicdanınızın tedirginliğinde...?
Irkçılık akımları gittikçe örgütlenerek ve kan dökerek yalnızca Fransa'da, İngiltere'de, Avusturya'da değil...Belçika'da yabancı düşmanlığı azgın bir deniz dalgası gibi kabarırken, 212 koltuklu Meclis'e Sosyal Hristiyan Francophone'lar 18, Sosyal Hristiyan Flamand'lar 39 milletvekili sokabilirlerken, aşırı sağcı neo-faşistler 13 milletvekili sokmayı başara biliyorlar ve koalisyon hükümeti Flamanlarla Francophon'ların en gerici bir biçimde birbirlerine düşmeleri nedeniyle çatlıyor. Belçika'nın dağılıp dağılmayacağından bile kuşku duyanların sayısı az değil.(Le Monde, 28 Kasım 1991)
Ancak bunca olumsuzlukların içinde olumlu şeyler de olmuyor değil bay Herzog... Örneğin Avrupa'nın çok ötesinde, bize yakın bir bölgesinde Tacikistan eski komünist devlet başkanı Rahman Nabiev oyların %58'ini alarak İslamcıların ve demokratik güçlerin adayı Nazarov'un %25'lik oyunu çok gerilerde bırakıyor,(199)ayrıldığı devlet başkanlığına yeniden seçiliyor. Ama görüyorum bir süre sonra metropollerinizde bu seçimi küçümseyecek, giderek demokratik olmadığını söyleyecek, belki sizin de içinde yer alacağınız görüşler sık sık ortaya atılacaktır. Tıpkı Doğu Blokunun Batılılarca teslim alınmasından sonra yapılan o pek önemsediğiniz özgür seçimlerde komünistlerin kazanması gibi. Örneğin Arnavutluk'ta... Örneğin Bulgaristan'da... Bir bakıma Romanya ve Azerbeycan ile öteki Doğu Sovyet Cumhuriyetlerinde yapılan seçimleri hep komünistlerin kazanması gibi... Son örneği Tacikistan, Kazakistan ve Ukrayna... Ukrayna'yı tanıyıp tanımamakta kapitalist başkentler sakıncalarını apaçık belirtiyorlar. Çünkü Ukrayna Cumhurbaşkanı hala, siz Batılı komünistlerin Lenin modelinin geçersizliğini deklare etmenize karşın o Lenin'den saygıyla sözaçıyor... “Lenin büyük bir hümanistti her şeyden önce", diyor ve ekliyor "... İnsanın insan tarafından sömürülmesinin de amansız ve yeminli bir düşmanıydı...” Polonya'da bile seçimi komünistler aslında yitirmiş değiller bay Herzog... En sağcısından, en liberaline dek 27 partinin katıldığı Polonya seçimlerinde, Batı tüm desteğini Demokratik Birlik Partisine vermesine karşın, onlar 62 sandalye elde ederlerken, eski komünistlerin oluşturduğu parti 60 sandalye ile siyasal erkin nöbetinde bekliyor. Sizin hangi partiniz, hem de toplumsal yapılanmalarda köklü ve toptancı değişiklikler yapmış olsun da 45 yıl ülkeyi yönettikten sonra seçimlerden yine de burnu kanamadan çıkabilsin, hangi partiniz gerçekten bu gücü gösterebilir yaşadığınız toplumsal nesnellikleri irdelerseniz...
“Türlü hile ve vesiselerle” siyasal erkten uzaklaştırılmış, partileri yasaklanmış komünistler Doğuda direnirlerken Avrupa'da, hem de sizin burnunuzun dibinde, örneğin İtalya'da da seçimleri faşistler kazanıyor.(Le Monde, 28 Kasım 1991)... Lombardia Cephesi'nin kazandığı başarıdan Mussolini geleneğinin canlı anılarını yaşamlarında hala sürdürenler dehşete kapılıyorlar. Lombardia Cephesi faşist eğilimli ama bir parti bile değil... Büyük ölçüde mafya etkinliğindeki bir oluşum... Hristiyan demokratlar 7,6 puan yitiriyorlar, sosyalistler geriliyorlar ve Achille Ocechetto'nun komünist adını silip attığı demokratik sol partisi göçüyor. Brescia'daki sonuçlardan sonra şimdi faşistler ilk hedefleri belediye başkanlığına yöneliyorlar büyük ölçekte örgütlenerek... “Hukuk devletinin kazanımlarının” belki de en tipik örneğini İtalya oluşturuyor bay Herzog, burnunuzun dibindeki İtalya... Dışişleri Bakanı Gianni de Michelis Berlin duvarı çökertilince “sosyal demokrasi komünizmi yendi” diye sevinç çığlıkları atıyordu.(Bkz: Orhan İyiler: Kuzeylilerin Pyrrhus Zaferi Ya da İtalyan Dışişleri Bakanına Açık Mektup, 10 Eylül Dergisi, Şubat 1990)Faşistler Avrupanızda hiçbir zaman siyasal erkten uzağa düşmediler bay Herzog, sizin tüm özgürlük, tüm hukuk devleti kazanımlarından sözetmenize karşın. Onlar yeni kılıklarda Avrupa demokrasilerinin illegal, görünmeyen su altındaki kadrolarını oluşturmayı sürdürdüler. Cumhurbaşkanı Cossiga Nato'nun yeraltı uzantısı Glodia'nın İtalya'daki yasadışı eylemlerinden kendisinin sorumlu olduğunu söylemesi bunun en tipik örneği. Cossiga'nın bu davranışı açık yüreklilikten değil, cumhurbaşkanlığından istifa etmemekle Glodia'nın yeraltı eylemselliklerini bütünüyle gizleyebilmek. Sicilyalı yazar Leonardo Sciascia mafya ile başa çıkabilmek için “Hristiyan Demokrat Partiyi kapatmak gerek” diye yazmıştı.(Le Monde Diplomatique, Mart 1991, Klanların ve Gizli Güçlerin Elindeki İtalya, François Vilran'ı)Bir başka görevli, Umberto(200)Santino açıkça “Mafyanın bir numaralı partisi Hristiyan Demokratlardır” diyordu. Ama Mafia konusunda gerçekten en yetkili yargıç, o nedenle de en yetkin uzman olan Giovanni Falcone bence asıl üstünde durulması gereken özdeyiş biçimindeki şu açıklamasını yapıyordu: “Mafya'dan daha çok devletten korkuyorum.”
Hristiyan demokratların dışişleri bakanı sosyalist de Michelis “sosyalizm komünizmi yendi” diye etekleri zil çalarken sosyal demokrasinin halklara karşı ihanetinin en tipik örneğini vere dursun, bay Cossiga kendisini hesap vermesi için Cumhurbaşkanlığından istifaya çağıran partisinin amblemini bile değiştirmiş, komünist adını atmış Achille Occhetto'yu “utanç verici saldırılarından dolayı” kınıyarak “bu yöntemlerin yıkılan reel sosyalizme nostaljik bağlantıdan, Stalinizm esinlenmelerinden kaynaklandığını” söyleyerek istifa etmeyeceğini açıklıyor.
Komünistler adlarını değiştirse bile kendilerini yeryüzünden silip atıncaya dek savaşımlarını sürdüreceklerin kimler olduğunu görüyor musunuz bay Herzog? Bu örneği, Fransız Komünist Partisi'ni demokratikleştirme adı altında iyice sulandırıp, sosyalistlere teslim girişimlerinde bulunan siz “yeniden temellendiriciler”in de başına gelmemesi için veriyorum.
Hayır bay Herzog, içinde yaşadığınız Avrupa, tarihçi Hugh Gough'un “1919 Avrupasındayız” saptamasından daha da geri. Ben 1919 Avrupasına bile razıyım. Yugoslavya'da oluk oluk kanlar akıyor burnunuzun hemen dibinde... Vukuvar ve Dubrovnik kentleri Hitler Almanyasının Yugoslavya'ya saldırmasındaki yıkıntı görünümleri ve cesetleri taşıyor televizyon ekranlarına... 70 yıldır hiçbir milli gün kutlamamış, ama hep enternasyonalist şöleni kutlamış olan Sovyet cumhuriyetlerini parçalayıp böldükten sonra oralarda şimdi milliyetçilerin birbirlerinin kanını nasıl oluk oluk akıttıklarına değinmeyeceğim ama, Paris'te yere göğe koyamadığınız, her yazdığını hemen çevirip yayınladığınız Çekoslovakya Cumhurbaşkanı yazar Vaclav Havel'in Slovaklarla Çeklerin birbirlerine düşmeleri, cumhuriyetin bir kan gölü içinde boğulup gitmemesi için gösterdiği çabalara “demokrasi” ye “hukuk devletinin tarihi kazanımlarından” sözeden düşlerinizden sıyrılıp yardımcı olmanız, kendisine -gücünüz varsa- el uzatmanız gerektiğini söylemekle yetineceğim.
Ve bay Herzog, kan döke döke faşizme kararlı bir biçimde yürüyen böyle bir Avrupa hergün korkunç biçimde silahlanıyor. NATO yetmiyor kendisine. Batı Avrupa Birliği'ni oluşturuyor. Silahlı güçlerini yeniden düzenliyor. O da yetmiyor. “İvedi Müdahale Gücü” oluşturuyor.Ve bu gücün 100 bine yakın silahlı gücünün bir erdeki savaş gücü NATO standartlarının tam beş katına ulaştırılıyor. Avrupa Topluluğu ayrıca Avrupa savunması için kendi silahlı gücünü oluşturma ilkesini NATO'nun son toplantısında onaylatıyor. Sosyalist başkanınız nükleer silah üretimini yasaklayan kararlara imzasını atarken tam bir ikiyüzlülük örneğiyle Fransa'nın kendi gereksinimi için nükleer bomba üretimini sürdüreceğini açıklıyor. Çağımızın belki de en teknolojik yeniliklerle donatılacak Hades(cehennem) bombardıman uçaklarının yapımından cayılmayacağı hükümetinizce açıklanıyor. Boris Yeltsin'in kendisini “sizi 74 yıldır Kremlin'de görmek için(201)bekledik” dediği sağcı parti lideri ve Paris Belediye Başkanı Jacques Chirac, hükümetinizin askeri bütçeyi arttırmasını destekleyerek daha da ileri gidiyor, bunu yeter görmüyor: “Fransa askeri bütçesine yeni ekler yapmak zorundadır” fetvasını veriyor.(Le Monde, 1 Ekim 1991)İngiltere nükleer başlıklı Trident füzelerinin yapımından caymayacağını, tam karşıtı, projeyi hızlandırdığını açıklıyor. Amerika tüm silah indirimi antlaşmalarına karşı bölgesel savaşları içeren “Çok Seçenekli Caydırıcı” stratejisine kaynak aktarmayı sürdürüyor. Yıldızlar Savaşı projesi kendi kaynaklarından yoksun bırakılmıyor...
Görünürde düşmanın kalmadığı bir dünyada bu azgın silahlanma sayrılığı neden peki bay Herzog? Nedenini düşündünüz mü? Çünkü dünya burjuvazisi kendi içinde müthiş bir entegrasyonun süreçlerini yaşarken teslim aldığı dünyayı yönetemeyeceğini, kendisiyle gezegenimiz arasındaki uçuruma yuvarlanıp gitme tehlikesini önlemek için, her zaman yaptığı gibi silahlarına daha çok sarılıyor... daha çok silahlanıyor kendi faşizminin önünü aça aça... kendi derin humması içinde.
Ama hummanın nöbetleri içinde başka sesler de duyuluyor. Renault fabrikasının işçisi: “savaşımımız bitmedi...” diye haykırıyor fabrikasının kapısı önünde... “Silahlarımızı sırtımıza asarak tüm gücümüzle direnmeliyiz...” Ve Paris sokaklarını dolduran yüzbinlerce köylü haykırıyor: “Aç bir dünyada çok ürettiğimiz için cezalandırılıyoruz”... Ve sizin, kapitalist metropollerdeki demokrasinin tarihi kazanımlarını vurgulayan sözlerinizden çok metropollerin işçisiyle köylüsünün haykırıları üçüncü dünya ülkelerinin devrimci mücadelelerine dahaçok yansıyor, oralarda yankılanıyor gezegenimizin yarınını, insanoğlunun tüm geleceğini belirleyecek olan yeni oluşumlar içinde...
Yüklə 1,58 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   24




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə