Stephen King Kara Kule Cilt2 üçün Çizgileri



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə19/33
tarix16.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#63306
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   33

3
Eddie tekerlekli sandalyede oturan zenci kadının yaşlı ya da genç güzel yüzüne bakıp başını Roland'a çevirdi, "Nasıl olur da kadın bunları bilemez?" diye sordu.

"Bilemem. Sanırım şoke olmuş."

"Şok durumu onu Macy'e gitmeden önce bulunduğu evinin oturma odasında etkisi altına almış olmalı, öyle değil mi? Son anımsadığı şeyin orada sabahlığıyla oturup haberleri izlemek olduğunu söylemişti, değil mi?"

Roland yanıt vermeden genç adama baktı. Onun bakışlarında Eddie kolayca şu yanıtı okuyabiliyordu: Görmüyor musun, kadın şoke olmuş durumda?

Eddie de konuşmayıp düşündü: Ne demek istediğini biliyorum, eski dostum, Roland. Ama bu, bir noktaya dek getiriyor beni. Kafama gelip oturduğunda, ben de şoke olmuştum. Ancak, durum benim bellek bankamdaki kayıtları silip yok etmemişti.

Şoktan söz edildiğine göre, kadın kapıdan geçip Roland'ın dünyasına geldiğinde Eddie'nin de büyük bir sarsıntı geçirdiğinden söz edilmesi gerekir. O sırada genç adam Roland'ın yerde yatan hareketsiz bedeninin üzerine eğilmiş, elindeki bıçağı adamın boğazında, duyarlı tenine dayamıştı... Ancak, gerçek şu ki, genç adam hiçbir zaman bıçağı kullanamayacaktı. Eddie ipnotize edilmiş gibi giriş kapısına açılan Macy'nin tezgahlar arası geçidine bakıyor ve bir kez daha Parıltı adlı filmi anımsıyordu filmdeki küçük oğlan büyülü otelin koridorlarında üç tekerlekli bisikletiyle dolaşıyor ve koridorlardan birinde ölü ikizleri görü yordu. Burada, tezgahlar arası geçidin ucu çok sıradan biçimde bir beyaz kapıyla sona eriyordu. Kapının üzerinde saygılı ve tedbirli bir ifadeyle yazılmış sözler, BİR DEFADA YALNIZCA İKİ ÇAMAŞIRI DENEYİNİZ, LÜTFEN bulunuyordu. Evet, tamam, burası Macy mağazası idi. Gerçekten Macy idi.

Bir siyah el uzanıp beyaz kapıyı çarparak açarken bir erkek sesi duyuldu. (Eddie bunun bir polis sesi olduğunu biliyordu çünkü yaşamında pek çok kez polisini sesini duymuştu.) Ses kadına vazgeç, oranın çıkışı yok, kendini daha güç duruma sokuyorsun gibi bir şeyler söylüyordu. Ve Eddie, bir an zenci kadının yüzünün soldaki aynaya yansıyışını gördü. Genç adam şöyle düşündü: Tanrı'm! Roland bu kadını da ele geçirdi. Tamam. Oysa kadın durumdan ötürü pek mutlu görünmüyor.

Sonra görüntü döndü. Bu kez Eddie kendi kendisine bakıyordu. Görüntü ona bakana doğru koşar gibi hızlanıp yaklaştı ve Eddie bıçağı tutan elini kaldırıp gözlerini korumak istedi. Çünkü bir anda, gözlükten bakar gibi duyumsaması ona pek aşırı, çılgınca gelmişti. Eğer görüntüyü kapatmazsa kendini çıldırtabilirdi. Ancak, her şey çok hızla gerçekleşmiş, Eddie olanları durdurmaya zaman bulamamıştı.

Şimdi tekerlekli sandalye Kapı'yı geçip geliyordu. Ama, her iki tarafından Kapı pervazlarına sürtünmüştü. Bu nedenle genç adam tekerleklerin Kapı'dan geçerken sürtünmeyle çıkardığı gıcırtı seslerini işitti. Aynı anda başka bir ses, bir yırtılışın sesini duyar gibi oldu ve bu ses ona bir sözcüğü anımsattı.

Bu sözcük; Plasenta idi.

Eddie plasentanın ne olduğunu tam olarak düşünmedi. Çünkü, onun ne olduğunu bilmiyordu. Ve sonra, kadını tekerlekli sandalyesinde çakıllı sert kumların üzerinde kayarak kendisine doğru gelirken gördü. Kadın artık hiç de çılgın biri gibi değildi: ve yüzü Eddie'nin prova odasının aynasında gördüğü yansımasına hiç benzemiyordu. Ancak Eddie durumu hiç de şaşırtıcı bulmadı. Siz de Macy büyük mağazasının prova odasından birdenbire Tanrı'nın bile unuttuğu ıstakozlarının İskoç çoban köpeği büyüklüğünde olduğu ve bu dev yaratıkların dışında hiçbir canlının görülmediği, bomboş bir deniz kıyısından oluşan yepyeni bir dünyaya geçerseniz, kafanızı biraz dumanlanmış gibi duyumsardınız. Bu konuda Eddie Dean kendisini tanıklıkta bulunacak kadar yeterli görüyordu.

Tekerlekli sandalye bir buçuk metre yakınlarına kadar gelip kayarak durmuştu. Çünkü bulundukları yerde hafif bir eğim ve kaba çakıllı kumlar vardı. Kadının elleri artık sandalyenin tekerleklerini hareketlendirmiyordu (Eddie şöyle düşündü: Yarın sabah acıyan omuzlarla uyandığınızda bu yüzden Sör Roland'ı kınayabilirsiniz, hanımefendi.) Bunun yerine kadın iki adamı selamlarken elleri sandalyenin kollarını sıkıca tutuyordu.

Tekerlekli sandalyenin geçtiği Kapı girişi şimdiden gözden kaybolmuştu. Ancak bu söz tam doğru olamazdı. Bir film parçasının geriye sarışı gibi Kapı kendi üzerine katlanmıştı. Şu anda film hareketsiz bir fotoğraf haline giriyordu.

Tekerlekli sandalyede oturan kadın neredeyse yalvarır gibi konuştu, "İçinizden birisi lütfen nerede olduğumu ve buraya nasıl geldiğimi bana açıklamayacak mı?"

Roland'ın konuşmadığını gören Eddie, "İyi. Sana bir şey söyleyeceğim, Dorothy! Artık Kansas'ta değilsin" dedi.

Kadının gözleri yaşlarla dolmuştu. Eddie, kadının gözyaşlarını durdurmaya çalıştığını ama elinden bir şey gelmediğini görüyordu.

Eddie öfkeyle ve kendisinden iğrenen bir tavırla Roland'a dönüp bakınca onun ayağa kalkmak üzere çabaladığını gördü.

Sonunda ayağa kalkan Roland yürüdü. Ama ağlayan kadına doğru değil, bıçağını almak üzere ilerliyordu.

"Kadına olanları anlat!" diyen bağıran Eddie sözlerini sürdürdü; "Onu buraya sen getirdin. Şu halde kadına bunları Sen anlatmalısın, be adam!" Ve sonra sesini alçaltarak ekledi, "Ayrıca, kadının kim olduğunu nasıl anımsamadığını da bana anlat."
4
Roland bu sözlere yanıt vermedi. Ağzını açmadı. Eğildi, sağ elinde kalan iki parmağıyla yerdeki bıçağın sapını tutup onu aldı. Bıçağı dikkatle sol eline aktarıp sonra belindeki kemere asılı kına özenle sokarak yerleştirdi. Kadının aklındayken duyumsadığı şeylerle şimdi de savaşında bulunmayı istiyordu. Eddie'nin tersine ilk kez öne çıktığında kadın kendisiyle uğraşmış, küçük giysi prova odası kapısının önünde bir kedi gibi boğuşmuştu. Kadın, Roland'ı kafasında ilk duyumsadığında dövüşmeye ve savaşmaya başlamıştı. Arada bir an bile boş zaman geçmemişti. Çünkü, kadında herhangi bir şaşkınlık olayı gerçekleşmemiş; kadın, kafasını işgal eden yabancı güç karşısında şaşkınlık göstermemiş, kısa bir an duyduğu korkudan sonra verdiği savaşımla Roland'ı sarsmaya başlamıştı. Neredeyse uğraşında başarıya erişiyordu. (Aslında kesinlikle başarılı olamazdı. Roland kendinden emindi.) Ama, kadın olanca gücüyle savaşıyordu. Roland, kadının duyumsadığı korku, öfke ve nefretle çılgınca savaşımda bulunduğunu görmüştü.

Roland, ayrıca ondaki karanlık yönü duyumsamıştı. Kadının aklı karanlık bir mağaraya gömülmüş gibiydi.

Eddie'ye yanıt verip hemen konuşsa Roland bunları söyleyecekti. Ama, konuşmuyordu. Çünkü şu anda karşılarında bulunan kadın biraz önce kendisinin davranıp aklına girdiği kadın değildi. Roland için Eddie'nin aklına girmek çok sinir bozucu, terletici dar bir odaya girmek gibiydi. Oysa, biraz önce aklının içinde bulunduğu kadınla birlikte olmak üzerinize zehirli yılanlar saldırırken karanlık ve derin bir çukurda bulunmaya benziyordu.

Evet, kadın değişmişti.

Ve bir şey daha, Roland'ın dirimsel önemde bulunduğu bir şey daha değişmişti. Ancak Silahşor bunu tam olarak anlayamıyor ya da ne olduğunu anımsayamıyordu. Şöyle bir şeydi bu:

(bir bakışta görülen şey)

Yalnızca kadının aklındayken Kapı'nın görünüşü gibi.

(orada özel bir şeyi kırıp parçalamıştı.)

Ve Roland birdenbire olanları anladı. Tüm yaşadıklarını aklında geçirdiğinde olanı anladı. Ama, gene de konuşmadı.

Silahşor susunca Eddie ondan tiksinir gibi söylendi, "Tanrı cezanı versin! Sen, kahrolası bir ölüm makinesinden başka bir şey değilsin!"

Genç adam birkaç adım atıp Roland'ın yanından geçerek kadının yanına vardı. Yere, tekerlekli sandalyenin yanına diz çöktü ve kadın boğulmakta olan bir yüzücü gibi korkuyla kendisine sanlınca Eddie geriye çekilmedi. Kollarını kadına dolayıp onu kucakladı.

Genç adam, "Tamam" diyerek açıkladı, "Demek istiyorum ki her şey muazzam değil ama tamam."

"Neredeyiz biz?" diye sorarken kadın hıçkırıyordu, "Ben evde oturmuş, arkadaşlarımın Oxford kentinden sağ salim kurtulduklarını öğrenmek üzere haberleri izliyordum. Ve şimdi bir anda buraya geldim. ANCAK, BURANIN NERESİ OLDUĞUNU BİLEMİYORUM"

"İyi. Ben de nerede olduğumuzu bilmiyorum" diyen genç adam kadını sımsıkı tutup hafif hafif sallamaya başlamıştı. Sözünü şöyle sürdürdü, "Sanırım aynı yazgıyı paylaşıyoruz. Ben de senin geldiğin yerden geldim. Emektar New York kentinde doğmuşum. Bizler küçük farklarla birbirimize benziyoruz, ve çok iyi olacağız..." Biraz düşündükten sonra ekledi, "Kuşkusuz sen ıstakoz yemeyi seviyorsan?"

Kadın genç adama sarılıp ağlarken Eddie onu tutup hafif sallıyor ve bu durumu gören Roland şöyle düşünüyordu: Eddie şimdi iyileşecek. Ağabeyi öldü ama şimdi özen gösterebilecek birisini buldu. Böylece, şu anda başlayarak Eddie iyi olacak...

Ama, o anda Roland yüreğinde düşkırıklığı yaratan bir şeyi duyumsadı: Kendisi (asıl kullandığı eli olmadığı halde) sol eliyle ateş edebiliyor, adam öldürebiliyor, acımasız yollara ve yıllara şimdi de dayanabiliyordu. Her ölçekte bu böyleydi. Belli ki olay Kule'ye kadar sürecekti. Roland bu uğurda sağ kalabiliyor, bazen can bile kurtarabiliyordu. İstasyon yolunda Jake'i ölümden ve dağların eteğindeki Oracle'da onu cinsel tükenişten kurtarmıştı. Ama sonunda, Jake'in ölmesine izin vermişti. Bu ölüm bir kaza sonucu olmamış, çocuk bilinçli bir biçimde intihar etmişti.

Roland onların ikisini izler, Eddie'nin kadını kucaklayıp ona .güven vererek her şeyin düzeleceğini söyleyişini dinlerken şimdi yüreğinde sinsi bir korkuyu duyuyor ve.... şöyle düşünüyordu: Roland, evladım, Kule adına kalbinden vazgeçersen, sen şimdiden her şeyini yitirmiş olacaksın. Kalpsiz bir insan sevgisiz insan demektir. Sevgisiz insan ise, bir hayvandır. Hayvan olmaya belki dayanılabilir ama böyle bir insan sonunda bedelini ağır biçimde öder. Ama sen, hedefine varırsan ne olacak? Kalpsiz olarak Kara Kule'ye varır ve onu kazanırsan ne olacak? Kalbinde yalnızca karanlık varsa, dejenere olmuş bir hayvandan ne bekleyebilirsin? Bir hayvan olarak hedefe varmak çok görkemli bir bardağı verip onun bardakla su içmesini beklemeye benzer. Ancak, böyle bir hedefe varış bir canavarlık olabilir.

Evet, kazanmak için korkunç bedeli ödemek bir şey..Ama, bu bedeli vererek hedefe varmayı gerçekten istiyor musun?

Silahşor, Allie'yi, bir zamanlar kendisini pencerede bekleyen kızı düşündü. Sonra Cuthbert'in cansız bedeni karşısında döktüğü gözyaşlarını aklına getirdi. Oh, şu halde kendisi de bazı insanları sevmişti. Evet, sevmişti.

Roland, Ben de sevmeyi istiyorum! diyerek ağladı. O anda Eddie de tekerlekli sandalyedeki kadınla birlikte hafif sesle ağlamasına karşın, Silahşor’un gözleri şu güneşsiz denize varmak için aştığı koca çöller kadar kuruydu.

Eddie'nin sorularına Roland daha sonra yanıt verecekti. Evet. Bunu yapacaktı; çünkü, Eddie'nin koruma görevini iyi başaracağına inanıyordu. Kadını geçmişini anımsamama nedeni ; basitti, yalındı. Kadın, olanları anımsayamıyordu. Çünkü o tek bir kadın değil, iki kadındı.

Ve bu kadınlardan biri, çok tehlikeli bir insandı.

Genç adam, Roland'la birlikte olduğundan beri başına gelenleri, bardaki korkunç vuruşma olayı dışında, gerçeğe uyarak bir bir kadına anlattı.

Anlattıkları bitince kadın bir süre ağzını bile açmadan sessiz kaldı. Elleri kucağında birbirilerine kenetlenmişti sanki.

Çevrede alçalan ve doğu yönüne doğru tümüyle ortadan kalkan dağlarda küçük derecikler vardı. Roland ile Eddie kuzey yönüne doğru yol alırken içme sularını bu dereciklerden alıyorlardı. Başlangıçta Roland pek zayıf olduğu için içme suyunu hep Eddie taşımıştı. Sonra nöbetleşe su almaya gitmiş, her seferinde suyu almadan önce biraz daha uzun yürüyüş yaparak çevreyi araştırmışlardı. Dağların eğimi azaldıkça derelerin giderek zayıflamalarına karşın, oradan aldıkları su kendilerini hasta etmemişti.

Şu ana değin böyle olmuştu.

Eddie'nin sırası olduğu halde bir gün önce su almaya Roland gitmişti. Bugün de görevi gene o üstlenmiş, deri tulumla sırtlanarak bir şey demeden yola çıkmıştı. Eddie onun davranışını tuhaf ama saygılı buluyordu. Ancak bundan ötürü duygulanmış gibi görünmeyi istemiyordu. (Hatta Roland'ın hiçbir davranışından ötürü etkilenmiş gibi görünmek işine gelmiyordu.)

Kadın hiç konuşmadan gözlerini Eddie'nin üzerinde sabitleştirerek genç adamın anlattıklarını dinlemişti. Oysa şimdi daha ötelere, akşam olurken kıyıda kırılan dalgalara ve özellikle dalgalarla birlikte gelen, tuhaf sorular soran ıstakoza benzer yaratıklara bakıyordu Eddie bu hayvanları anlatırken özellikle dikkatli olmuştu. Hayvanlar ortaya çıktığında kadının biraz korkarak davranması daha iyiydi. Özellikle, Roland'ın parmaklarını ve bacağından bir parçayı yediklerini duyduktan sonra kadın ıstakozları yemek istemeyecekti. Ancak, sonuçta açlık, did-e-çem ve dam-a-çam'lara yengi sağlamıştı.

Kadının gözleri uzaklardaydı ve bakışları ilgisizleşmişti.

Böylece belki de beş dakikalık bir süre geçtikten sonra Eddie, "Odetta, ne var?" dedi. Kadın ona adını söylemişti: Odetta Holmes. Genç adam bu adı pek göz kamaştırıcı buluyordu.

Kadın, genç adama baktı ve duyumsadığı saygıdan ötürü şaşırdı. Gülümsedi ve tek bir sözcükle yanıt verdi

"Hayır."


Bu söz üzerine Eddie yalnızca kadına baktı ve "Hayır"ın uygun bir yanıt olmadığını düşündü. Şu ana değin, basit bir olumsuz yanıtın ne denli sınırsız anlamı kapsayabileceğini aklına getirmemişti.

Sonunda konuştu, "Anlamıyorum. Neye 'Hayır' diyorsun?"

Odetta bir koluyla tüm çevreyi göstererek, "Bütün bunlara.." dedi. Genç adam onun pek düzgün ve güçlü kolları olduğuna dikkat etmişti. Kadın koluyla gökyüzünü, deniz kıyısını ve büyük bir olasılıkla şimdi Silahşor’un su aradığı (ve belki de başka türden bir canavara lokma olduğu) dağları, kısaca kadın tüm dünyayı göstermişti.

"Ne duyumsadığın3 anlıyorum. Başlangıçta ben da aynı şeyleri duyumsamıştım."

Ama, öyle mi olmuştu? Geriye dönüp baktığında genç adam burada olardan yalın biçimde benimsediğini, bunun belki de hasta oluşundan ve uyuşturucuya pek fazla gereksinişinden kaynaklandığını görüyordu

Eddie, "Bu durumu atlatacaksın" dedi. Kadın bir kez daha , "Hayır" diyerek sözlerini sürdürdü, "Ben, iki şeyden birinin gerçekleştiğine ve bu hangisi olursa olsun şimdi de Mississippi eyaletinin Oxford kentinde bulunduğuma inanıyorum. Gerisi gerçek değil bence."

Kadın konuşmasını sürdürdü. Sesi daha yüksek çıksa (ya da genç adam ona aşık olmaya başlamasa) sözleri bir konferans gibi duyulacaktı. Oysa şimdi genç adam onun sözlerini bir konferans ya da bir ders gibi değil, lirik bir konuşma parçası gibi algılıyordu.

Bu arada genç adam sürekli kendi kendisine şunu anımsatıyordu: Gerçeğin ne olduğunu boş ver! Bunu kadına da telkin etmeye çalışmalısın. Bu, onun iyiliğine olur.

"Bir baş yaralanmasından ötürü boşlukta kalmış olabilirim" diyen kadın ekledi, "Oxford kentinde balta saplarıyla ya da golf sopalarıyla adam döverek adı ünlüye çıkmış kişiler vardır."

Oxford kenti.

Bu ad Eddie'nin aklının gerisine soluk bir tanıma, anımsama duygusu getiriyordu. Odetta sözlerini bazı nedenlerle Henry'e bağlı bir ritmle söylemişti sanki... Henry'i ve nemli çocuk bezlerini anımsatıyordu. Bu neden ve nasıldı? Ancak şimdi önemli değildi.

"Sen bana bütün bunları n bilinçsizken bir uykuda görebileceğin düşler olduğunu mu söylüyorsun?"

"Ya da bir koma halindeyken" diyen Odetta ekledi, "Ve sen bunu akıl almaz bir şey gibi görerek bana bakmak zorunda değilsin. Çünkü, gerçekten akıl almaz bir şey değil, Şuraya bak."

Kadın saçlarının sol tarafını dikkatle kaldırıp ayırdı ve Eddie onun bu saç şeklinden hoşlandığı için saçını öyle ayırmamış olduğunu gördü. Saçların oraya dökülüşünün altında gri beyaz renkte bir yara yeri bulunuyordu.

Genç adam, "Sanırım sen yaşamında pek çok kez kötü şansla karşılaşmışsın" dedi.

Sabırsızlıkla omuzlarını silken Odetta, "Pek çok kötü şans ve birçok güzel olay" diyerek sözünü sürdürdü, "Belki de bunlar birbirlerini dengeler. Yara yerini sana gösterdim çünkü yaralandığımda beş yaşındaydım ve üç hafta süreyle komada kalmıştım. O günlerde pek çok düş görmüştüm. bunların ne türden düşler olduğunu anımsayamıyorum. Ama, o günlerde ölmeyeceğimi çünkü sürekli konuştuğumu annemin söylediğini anımsıyorum. O günden beri de hep konuştum. Annem başımın yaralı olduğu sürede söylediğim her düzine sözcükten yalnızca birini anladıklarını anlatırdı. O sıralarda gördüğüm düşlerin de pek canlı olduklarını anımsıyorum."

Kadın durdu, çevresine bakındı ve ekledi, "Bu yerin ve senin olduğu kadar canlıydılar, Eddie."

Odetta adını söyleyince genç adamın kolları dikenlenmişti. Oh, kolları karıncalanıyor fena halde karıncalanıyordu.

"Ve bir de Roland kadar canlıydılar" diyen kadın titrer gibi oldu. "O burada ki her şeyden daha canlı görünüyor."

"Bizler canlı olmak zorundayız, Odetta. Demek istiyorum ki, biz gerçeğiz. Sen ne düşünürsen düşün, bizler gerçeğiz."

Kadın ona yumuşak bir gülümsemeyle gülümsedi. Sanki inanamaz gibi bakıyordu.

Genç adam sordu, "Bu nasıl oldu? Yani başındaki yara..."

"Yaranın oluşu önemli değil. Ben yalnızca bir zamanlar başıma gelen bir şeyin yeniden olabileceğini anlatmaya çalışıyordum."

"Evet, ama merak ettim."

"Kafama bir tuğla attılar. Kuzeye doğru yaptığım ilk yolcuğunda. New Jersey eyaletinde Elizabeth adlı kente gelmiştik.. Trende zencilere özgü Jim Crow türü bir vagonda yolculuk ediyorduk."

"O nasıl bir şey ki ?"

Odetta genç adama inanamaz bakışlarla ve biraz gücenmiş gibi baktı. "Sen bugüne kadar nerede yaşadın, Eddie? Bir bomba sığınağında mı?" diye sordu.

"Ben farklı zamanların insanıyım" diyen genç adam ekledi, "Sana, kaç yaşında olduğunu sorabilir miyim, Odetta?"

"Oy verecek kadar yaşlı ama emekli aylığı alamayacak kadar gencim."

"İyi. Sanırım yanıtın beni yerime oturtur."

"Ancak, umut ederim ki incelikle" diyen kadın öyle pırıl pırıl bir gülümsemeyle gülümsedi ki, Eddie bir kez daha kollarının karıncalandığını duyumsadı.

"Ben yirmi üç yaşındayım. Sen, Roland'ın seni aldığı yılda yaşarken 1964'te doğmuşum" dedi.

"Saçma!"

"Hayır, değil. Roland beni aldığında 1987'de yaşıyordum."

"İyi" diyen kadın bir an düşündü ve ekledi, "Bu da senin savunmana gerçeklik adına birçok şey katar, Eddie"

"Jim Crow türü araba ya da vagon... kara derili insanların içinde kalmak zorunda oldukları bir şey mi?"

"Daha doğrusu zencilerin" diyen kadın sözünü sürdürdü, "Bir zenciyi kara derili olarak adlandırmak biraz kabaca olur, öyle düşünmez misin?"

"1980'li yıllar geldiğinde sizler kendinizi her türlü adla adlandıracaksınız. Ben çocukken, kara tenli bir çocuğa zenci demek bizleri kavgaya kadar götürürdü. Onu bir tür küçümsemek gibi bir şey oluyordu bu."

Kadın bir an Eddie'yi güvensizlikle baktı ve bir kez daha başını salladı.

"Şu halde bana o tuğla olayını anlat..."

"Annemin en küçük kardeşi olan teyzem evleniyordu" diyerek Odetta anlatmaya başladı, "Teyzemin adı Sophia idi ama annem ona her zaman Mavi Kızkardeş derdi. Çünkü, mavi her zaman teyzemin sevdiği renkti. Ya da annemin dediği gibi 'Hiç değilse teyzemin sevdiğini hayal ettiği renk maviydi.' Ben de her zaman, hatta teyzemi tanımadan önce ona Mavi Teyze derdim. Bana göre, gördüğüm en hoş düğün teyzeminki olmuştu Düğünden sonra bir de parti verilmişti. O gün onlara gelen tüm hediyeleri anımsarım."

Odetta güldü ve sonra, "Hediyeler her zaman çocuklara pek. görkemli şeylermiş gibi görünür, öyle değil mi?" diye konuştu.

Genç adam da gülümsedi. "Evvett! Bunu doğru söyledin. Hediyeleri unutamazsın. Ne zaman ve kimden aldığın önemli değildir."

"O sıralarda babam henüz iyi para kazanmaya başlamıştı. Ancak benim tüm bildiğim bizim ilerlemeye başlamış olmamızdı. Çünkü, annem hep böyle söylerdi. Küçük bir kız olarak babam zenginmiş gibi oyunlar oynayıp oynayamayacağımızı sorduğunda, annem bana arkadaşlarım sorarsa aynı şeyleri söylememi belirterek ilerlemeye başlıyoruz demişti."

Bir an duraladıktan sonra, "İşte bu nedenle bizler düğününde Mavi Teyze'me çok güzel bir porselen yemek takımı hediye etmiştik.Ve şunu da anımsıyorum...." diyen kadının sesi titredi. Bir elini şakağına götürüp sanki başı ağrımaya başlamış gibi orayı sıkıca oğuşturdu

"Neyi anımsıyorsun, Odetta?"

"Annemin teyzeme ayrıca özel bir hediye verdiğini anımsıyorum."

"Ne gibi bir şey bu?"

"Üzgünüm. Başım ağrıyor ve dilim dolaşıyor. Bütün bunları sana anlatmak üzere neden uğraştığımı da bilemiyorum."

"Anlatmak seni rahatsız ediyor mu?"

"Hayır, etmiyor. Annemin teyzeme özel bir tabak verdiğini anlatıyordum. Tabak beyazdı, çevresinde mavi renkli güzel bir kenar süsü vardı."

Odetta gülümsedi ama Eddie bunun tümüyle rahat bir gülümseme olduğunu düşünmüyordu. Anlattıklarıyla ilgili bir anısı kadını rahatsız ediyor ve aşırı derecede rahatsız edici bir durumun öncelikle canını sıkıp dikkatini dağıttığı belli oluyordu

"Şimdi o tabağı seni gördüğüm kadar belirgin biçimde görebiliyorum, Eddie. Annem tabağı verince teyzemin çocukluklarında görüp beğendikleri ama analarıyla babalarının satın almaya paralarının yetmeyeceği bir tabağın benzeriymiş. Annemin tüm kardeşleri arasında o güne değin böylesine güzel bir hediyeyi alan olmamış. Düğün partisinden sonra Mavi Teyze'mle eniştem Büyük Dumanlı Dağlara balayına gitmişler. Yola bir trenle çıkmışlar" diye anlatan Odetta, Eddie'ye baktı.

"Jim Crow vagonunda! O günlerde zencilerin binip içinde yemek yedikleri vagonlar onlarmış. İşte bugün, Oxford kentinde bunu değiştirmeye çalışıyorlar."

Genç kadın kendisinin orada bulunmasını genç adamın beklediğini göstermesini ister gibi Eddie'ye baktı. Oysa, Eddie Dean bir kez daha kendi belleğinin örümcek ağlarına, ıslak çocuk bezlerine ve benzeri sözcüklere takılmış bulunuyordu. Oxford kenti. Ve birdenbire diğer sözcükler tek bir dize halinde aklına geldiler. Ağabeyi Henry'nin o dizeyi bir şarkı olarak tekrar söylediğini ve annesinin Walter Cronkite'i dinlemek için ona "Lütfen susar mısın, Henry?" dediğini anımsadı.

Birisi bunu hemen araştırsa iyi olur. Dizedeki sözcükler bunlardı. Henry genizden gelen sesiyle dizeyi şarkı olarak tekrar tekrar söylerdi. Ağabeyi şarkının diğer sözlerini de anımsamaya çalışır, ama, bulamazdı. Bu gerçekten şaşırtıcı mıydı? Henry bir şarkıyı söylerken beş, altı sözcükten başkasını anımsayamazdı. Birisi bunu hemen araştırsa iyi olurdu. Bu sözcükler her zaman Eddie'yi titretir türdendiler. Şimdi de Eddie üşümüş gibi olmuştu.

"Eddie, iyi misin?"

"Evet, neden sordun?"

"Titredin de."

Genç adam gülümsedi ve, "Mezarımın üzerinden ünlü çizgi film kahramanı Doland Duck geçmiş olmalı" dedi.

Genç kadın da güldü ve anlatışını sürdürdü: "Herneyse. Hiç değilse orada ben düğünün keyfini kaçırmamıştım. Olay düğünden sonra tren istasyonuna giderken başımıza geldi. Gece Mavi Teyze'min bir arkadaşının evinde kalmıştık. Sabah babam bir taksi çağırdı. Araba hemen geldi ama taksi sürücüsü bizim kara derili olduğumuzu görünce yangın varmış ve poposu (!) tutuşmuş gibi gaza basıp kaçtı. Mavi Teyze'm daha önce bizim valizlerimizi de alarak istasyona gitmişti. Yanımızda pek çok valiz vardı çünkü New York'ta bir hafta kalacaktık. Babamın bana, Merkez Parkı'nda saat çalınca tüm hayvanların dans edişlerini gördüğümde yüzümün nasıl ışıklanacağını görmeyi sabırsızlıkla beklediğini söyleyişini anımsıyorum...

"Babam, istasyona kadar yürüyebileceğimizi de söylemişti. Annem hemen babamı onaylayıp bunun çok iyi olacağını eklemişti. Çünkü yol bir buçuk kilometre kadar bile değildi. Üstelik kısa süre önce üç günlük uzun bir tren yolculuğu yapmıştık. Önümüzde yarım günlük bir yolculuk daha vardı Arada biraz bacaklarımız çalışırsa iyi olacaktı. Hava da çok güzeldi. Ancak o günlerde daha beş yaşımda olmama karşın babamın taksi sürücüsüne pek öfkelenmiş olduğunu ve annemle babamın aynı şey başlarına bir kez daha gelir diye utandıklarından yeni bir taksi çağırmak istemediklerini anlıyordum.

"Bu yüzden cadde boyunca yürümeye başladık. Annem ve babam trafikten ürktükleri için beni kaldırımın iç yanında yürütüyorlardı. New York'taki Merkez Parkı'nı gördüğünde yüzümün gerçekten ışıyıp ışınlamayacağını merak ederek yürürken birden kafama bir tuğla çarptı. Bir süre çevremdeki her şey kapkaranlık oldu. Sonra o düşleri, canlı düşleri görmeye başladım."


Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   33




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə