Yazar: baki ÖZ 1996



Yüklə 0,63 Mb.
səhifə9/15
tarix06.02.2018
ölçüsü0,63 Mb.
#26155
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   15

"Dua edin Rabbinize yalvarıp yakararak gizlice. Şüphe yok ki O, duada haddini aşanları sevmez" (Al-A'raf, 55) (4).

• "Bektaşiliğin İçyüzü"nün yazan M. T. Oytan, Alevi-Bektaşiler'den de namaz kılanların olduğunu yalnız gizli yaptıklannı belirtir. Kent ve kasaba Bektaşileri'nin bir bölümüyse namaz kılarlar. Camiden kaçınmalarının nedeniniyse iki şeye bağlar. Biri camilerin "Al-i Muhammed"e kötü sözlerin söylendiği yerler olması, ikincisiyse, Alevi-Bektaşilerin halıya, keçeye secdeyi uygun (caiz) görmemeleridir. Alevilerde secde toprağa veya onun maddesinden çıkan şeylere yapılır. Kirli yerlere alın konmaz (5). Toprağın en kutsalı da Kerbelâ toprağıdır.

Namazın Biçimini Peygamber Belirlemiş midir?

Gazeteci-yazar Battal Pehlivan'ın bu alanda değerlendirmesi şöyle:

"Alevilere göre, Kuran'da namazın biçimiyle ilgili ayet ve sure yoktur. Hazreti Muhammed'in zamanında ve daha sonra, İslamiyet'in yayılmasını kolaylaştırmak için, şekilciliğe biraz daha önem verilmiştir. Hz. Muhammed ve öteki Müslümanlar birlikte, aynı biçimde namaz kılmışlardır. Çünkü putataparlara ve öteki dinlerden olanlara bu biçimde kendilerini daha iyi anlattıklarına inanıyorlardı. O bir dayanışma göstergesi idi de... Kaldı ki, o günkü namazın biçimi, bugünkü biçimi arasında da önemli farklar vardır. Nedeni de namazın Kuran'da (şöyle kılacaksın, böyle kılacaksın) diye bir şeklinin tarif edilmemesidir" (6).

"Onlar, Allah'ı ayaktayken, otururken ve yanüstü yatarken anarlar..." (Al-i İmrân, 191).

Bu alanda Kuran hükümleri açık. Şunlar deniyor:

"Korkuyorsanız yürüyerek, yahut hayvana binmiş olduğunuz halde kılın (...)" (Bakara, 239).

"Namazı kıldıktan sonra ayaktayken, otururken ve yanınıza yaslanınca Allah'ı anın, tam emniyette ve huzura ulaşınca da namazı dosdoğru kılın, çünkü namaz müminlere muayyen vakitlerde kılınmak üzere farz edilmiştir" (Nisa, 103).

Herkes Kuran'ı İslamın temel kaynağı olarak kabul eder. Kuran ise bugün yapıldığı gibi, namaza öğün (vakit) ve biçim belirlememiştir. Beş öğün ve şu kadar rekat namaz kılınacaktır, namaz da şöyle kılınacaktır diye bir belirlemesi yoktur. İnananlar bu alanda serbest bırakılmıştır. Genellikle gece, iş saatleri dışında, her hangi bir biçimde tapınılabileceği söylenmiştir. Amaç, Tanrı önünde eğilmektir. O'nu içten anmaktır. O'nu içinden duymaktır. Aleviliğin söylediği ve yaptığı budur. Kuran'da da namaz konusunda bir şekil yoktur. Alevi de şekilcilikten kaçınmıştır. Namaz, Alevilikte "niyaz" olarak adlandırılır. Toplu olarak yapılır. Mekanı ise Cemlerdir. Bireysel "niyaz" yoktur. Yani bireysel tapınma olmaz. Tapınma (ibadet) Alevilikte toplumsallık kazanmıştır. Çalışma saatleri dışında, geceleri yapılır.

Namazın biçimi Hz. Muhammed'den sonra oluşmuştur. Örneğin Halife Osman'ın Hac sırasında Mina'de öncekilerin aksine namazı iki rekat yerine dört rekât kıldırdığını biliyoruz (6 a). Oysa gerek peygamber, gerekse ilk iki halife namazı iki rekat kıldırmaktaydılar. Bu durumu peygamberin eşi Ayşe ve Emeviler daha sonraları sürdürmüşlerdir. Dört halifeler döneminde kazanılan biçim daha sonralan mezheplerin ulemalarınca kendi yorumları doğrultusunda şekillendirilmeye çalışılmıştır. Namaz öğünleri, rekâtlar ve kılınış biçimleri mezhepten mezhebe farklı yapılır.

Hz. Muhammed ve Kuran'dan önce de namaz vardır. Yani, İslamlığın kendinden önceki zaman olarak nitelediği putataparlık döneminde namaz kılınmaktadır. Genel çizgileriyle gök cisimlerine tapınmayı temel alan Sabiilik Hz. Muhammed'e kaynaklık etmiştir (7). Kuran da Hz. Muhammed'den önceki peygamberlerin ve onlara inananların namaz kıldığını dile getirir. Kuran'da şu hükümleri görmek mümkün:

"Ey Şuayb dediler, kıldığın namaz mı, tuttuğun din mi emrediyor sana bizi atalarımızın taptıklarından vazgeçirmeye uğraşıyorsun (...)" (Hûd, 87).

"Onlardan 'Adem ve Nuh' sonra öyle bir soy geldi ki namazı zayi etti onlar (...)" (Meryem, 59).

"Onları İbrahim, Yakup ve İshak peygamberler öyle rehberler ettik ki emrimizle halkı doğru yola sevkederler ve onlara hayırlı işleri, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik (...)" (Al-Anbiyâ, 73).

"Ey Musa (...), namaz kıl beni anmak için" (Tâhâ, 11-13).

Kuran hükümlerinden de görüldüğü gibi namaz İslamlık öncesi Sabiilik, Yahudilik, Hıristiyanlık gibi Ortadoğu dinlerinde vardır. Peygamberler ve yandaşları namaz kılıyorlardı. Doğallıkla bu namazlar bugünküne göre farklı biçimdedirler. Kuran'ın amaçladığı namaz biçimi de zamanla değişikliğe uğramıştır. Alevilerin de söylediği budur. Ayrıca Alevilik, namazın Tanrı önünde eğilmek (secde) olduğunu vurgular ki İslam öncesi ve sonrası bütün dinlerdeki namazlarda hemen hemen tek ortak nokta burasıdır. Bu ortak nokta aynı zamanda namaz tapınımının temeli ve asıl amacıdır. Alevilik işte bu ortak nokta ve asıl amacı yakalamış ve onu yerine getirmeye çalışmıştır.

Aleviliğe göre temiz ve içten duygularla Tanrı'nın anılması durumunda gerekli tapınım yerine getirilmiş olunur.

Toplu tapınmalarda bu duygu doruktadır. Kuran'daki "Salat"ı Aleviler "namaz" olarak değil, "Tanrı'yı gönülden anmak" olarak yorumlarlar. Tanrı'yı "temiz bir gönülle andıkları an, kendilerini namaz kılmış" sayarlar. Aleviler bu anlayışlarını "Tanrı'yı içimizde duyumsamak..." tümcesiyle dile getirirler. Aleviler kendilerini bu konuda "büyük bir aşama yapmış" Müslümanlar olarak nitelerler. Çünkü Alevilikte amaç "Şeriat", "Tarikat", "Marifet" ve "Hakikat" kapılarından geçip, gerekli olgunluk ve erdemleri kazanıp "Hakikat" aşamasına ulaşmaktır. Alevilikte "Şeriat" erdemlik yolunun ilk aşamasıdır ve namaz, oruç gibi biçimsel tapınmalarla sınırlı kalır. Aleviliğin amacı bunu ilkinden aşmaktır. Aleviliğin yaptığı esastır, usûl değildir. Aleviler usulen tapınmazlar, özden yaparlar. Alevi inançlarında gösteriş için tapınım yoktur. Biçimsellikten kaçınırlar. "Tapınım (ibadet) Hak için yapılır" (8).

Zelyut'un saptadığı gibi İslamlığın kuruluş ve yayılış döneminde namaz; "putataparları terbiye etmede bir araçtı... Eski inançlar bütün gücüyle yaşıyordu. Güçlü bir putataparlık geleneği vardı. Araplar genel olarak cahildi. Bunların disiplini için namaz ve öteki ibadet biçimleri kaçınılmazdı. Günümüzde Müslümanlık yerleşmiş, bütün kıtalara yayılmıştır. Müslümanlar, Müslüman anababalardan gelmektedirler. Bunların putataparlıkla ilgileri kalmamıştır. Bu insanlar için ibadeti ilk haliyle sınırlamak; onların derinlemesine iç olgunlaşmalarına set çekmek olur. Zaten Aleviler namazı reddetmezler; onu aştıklarını dile getirirler. Şekle önem veren darkafalılar bu anlatımdaki derinliği kavrayamazlar" (9).

Kuran; "Biz, peygamberleri ancak müjdeci ve korkutucu olarak gönderdik. Şu halde inananlara ve kedilerini düzgün hale getirenlere ne korku vardır, ne de mahzun olurlar" (Al-An'âm,48) der. Amaç açık. İnsanın kendini düzeltmesi; yani kendini, nefsini eğitmesi amaçlanıyor. Aleviler tüm tapınımların insanın nefsini (benliğini) eğitmesine (ıslah) yönelik olduğuna inanırlar. Kendini eğitmiş, yeterli olgunluk ve erdemliliğe ulaşmış insan için namaz doğallıkla geride kalmıştır. Salt biçimden ibarettir. Alevilikte amaç; kendini, eskileri ve biçimleri aşmaktır.

Anadolu Alevileri genellikle Asya ve Oğuz kökenlidirler. Türkler geçmişlerinin hiçbir döneminde namaz kılmamışlardır. XIII. y.yıl Arap tarihçisi Cuveyni bir şiirinde Türkler'den söz ederken; "Bir ulus ki beş öğün namazı gereksiz görürler" der (10). Zaten namaz sözcüğünü de bir ara girdikleri Manicilikten almışlardır (11). Dolayısıyla Alevilerin namaz gibi İslamsal tapınmaları yerine getirmeyişleri bir yerde tümüyle eski kültürleriyle ilgilidir.

Rüştü Şardağ gibi araştırmacıların Hacı Bektaş'ı "Sünni" gösterip ve "Şerh-i Besmele"yi ona mal etmeleri; namaz, oruç, hac, zekât gibi Sünni öğelerin Bektaşilik'te varlığını kanıtlamaya çalışması boşunadır (12). Alevi-Bektaşiler özünde -Sünni İslamın kurallaştırdığı biçimde- namaz kılmazlar. Alevi-Bektaşilerin namaz gibi İslamsal tapınımları yerine getirmeyişleri tümüyle eski kültür ve inançlarından kaynaklanır (13). Onların kendilerine özgü, kendi inanç temelinde oluşan bir ibadet biçimleri vardır.

Oruç-Zekât-Hac:

Bugün İslamın kaçınılmaz koşulları olarak görülen uy-gulamaların çoğu Hz. Muhammed'den sonra İslam geleneği ve inancına girmiştir. Yani İslam halifeleri Peygamber'in sünneti-ni kendi isteklerine göre değiştirmişlerdir. Peygamber bayramlarda namaz kıldıktan sonra ayakta hutbe okurken, Buhari'ye göre Emevi halife-hükümdarı Mervan namazdan sonra dinleyici kalmaması gerekçesiyle hutbeyi namazdan önceye almıştır (14).

Önce Muaviye, sonra da Abdülmelik b. Mervan Peygamberin Medine'deki minberini Şam'a taşımak isterler. Tepkiler karşısında gerçekleştiremeyince Peygamberin üç ayaklı minberini dokuz ayağa çıkarmışlardır (15).

Kuran'da açık ve net olarak beş öğün dört rekât namaz yoktur. Bu durum Peygamber döneminde kesin değildir. Hatta Emeviler'in son dönemlerinde bile günlük beş öğün namaz ilkesi bulunmaz. Muhammed döneminde abdest ve namaz gelişigüzel ve düzensizdir. Bu kurallar 1. ve 2. yüzyıl kelâmcı ve fıkıhçılarının ürünüdür. Bilindiği gibi Kuran'da namazın biçimi ve ayrıntıları belirtilmez. "Dinin direği" de değildir. Önceliği olmayan bir tapınımdır. Buhari'de namazla ilgili 150 hadis olmasına karşın, namazın biçimine açıklık getirilmez. Belirsizlik abdest konusunda da sürer. Abdest yalnızca cuma namazları için kesin görülür. Öteki namazlarda Peygamber'in de abdest almadığını kaynaklar bildirmektedir. Hz. Muhammed bu alanda tapınımı esnek tutmuştur. Mekke'deyken Kıble Kudüs yönüdür. Kâbe'nin Kıble sayılması Hicret'in ikinci yılında kararlaştırılmıştır. Ramazan ayı oruç ayı olarak belirlenerek, İslam orucu Musevilerin orucundan ayrılır. Böylece Yahudiler'e karşın, İslamlık özgün yanını belirlemeye çalışır (16).

Aleviler Ramazan orucunu tutmazlar. Kuran'da böyle bir orucun buyurulmadığı kanısındadırlar. Kuran yalnızca "oruç tutun" diyor ve 30 günlük bir süre de vermiyor (Bakara, 183-184-185). Yalnız birtakım suçlara karşı oruç cezasına rastlıyoruz. Örneğin;

100

"Yanlışlıkla bir mümini öldüren (...) iki ay birbiri ardınca oruç tutar" (Nisa, 92).



"Karılarını zihar yapıp sonra dediklerinden dönenler (...) birbiri ardınca tam iki ay oruç tutarlar" (Al-Mucâdele, 3-4).

Genellikle hadislerde oruç "nefsi eğitmek (ıslah)" biçiminde sunulur. Aleviler bu anlayışı "nefsinize hakim olun", "Kötülüklere oruç tutun" doğrultusunda yorumlarlar. Oruç insanın aç kalması değil; eline, diline, beline sahip olmasıdır.

Kuran'da orucun hangi aylarda tutulacağı açık belirtilmemiştir. Böyle olunca Aleviler Muharrem'de tutulmasını kendi inanç yapılarına daha uygun görmüşlerdir. 12 günlük oruç vardır. Buna "Muharrem Orucu" ya da "Oniki İmam Orucu" denir. Amaç; Hz. Ali ve soyuna, özellikle oğlu Hüseyin'e Kerbela'da yapılan züluma karşı çıkmak ve yapılanlar gözönüne alınarak bu soyun anısına saygı göstermektir. 12 günlük oruç süresince sahura kalkılmaz, sulu yiyecekler ve et yenmez, eşler birlikte yatmazlar.

Tarihçi Taberi'ye göre, Muharrem ayında Aşure günü oruç tutmayı bizzat Hz. Muhammed istemiştir (17).

Şiiler 30 günlük Ramazan orucuna ek olarak Muharrem'de 10 gün oruç tutarlar. Prof. Fuat Bozkurt 12 sayısını gözönüne alarak İran Şiiliğinde Muharrem orucu tutulmadığını düşünür (18). Prof. Mehmet Eröz, Alevilerin Muharrem'de 12 gün oruç tutmalarını, Ramazan orucunu ise tutmamalarını ve namaz kılmamalarını eski kültürlerine ve Şamanlığın etkilerine bağlar. Bu konuda ileri sürülen Fars etkisi, savını yadsır (19).

İslamda "salat"a Türkler "namaz" derler. Kökü Hintçe olan bir Farsça sözcüktür. Manicilikten geçmiştir. Pehlevi dilinde Zerdüşt için yapılan duanın karşılığı "namad"dır. "Namaz"ın kaynağı buralardır. "Abdes" de Pehlevice olan "Padi ab" kökenlidir. "Oruç" da Fars kökenlidir (Uruze-Rûze). "Hac" da Yunan kökenlidir ve Ortodoks Hıristiyanların Kudüs'e yapılan dinsel ziyaretleri için kullanılmıştır. Sonradan Mekke'ye yapılan ziyaretler de bu sözcükle karşılanmıştır. Bu farzlar İslamdan önce inanılan birkaç dinin etkisiyle İslam inancına yerleşmiştir. Bu farzlardan Arapça kökenli olanı "zekât"tır. Bu farz Türkler'in önceki dinlerinde yoktur. İslamın temelinde yer almasına karşın, Aleviliğe girmemiştir (20). Zekâtı varlıklı müslümanlar verirler. Genellikle camiler aracılığıyla yapılan bir yardımlaşmadır. Bu yanı, Alevileri bu uygulamadan uzaklaştırmıştır. Aleviler bunun dışında yardımlaşma geleneği geliştirmişlerdir. Yolkardeşliği (musahiplik) bunlardan biridir.

Alevilerde, Sünnilikte olduğu gibi Mekke'yi hac inancı ve geleneği yoktur. Yalnız Kerbela, Hz. Ali ve oğlu Hüseyin'in mezarları ziyaret edilir. Osmanlılar döneminde hac olarak Erdebil'e de gidildiği bilinir. Eleştirenlere "Biz ölüye değil, diriye varırız" anlayışıyla karşılık verilirdi.

Alevilikte hacca gitmek "gönüle girmek"le, "gönül yapmak"la eş tutulur. Aleviler çoğunluk haccı "Pir kapısı" olarak tanımlarlar. N. Birdoğan, "araştırmalarımızda da bu Haccı hep 'insan gönlü' olarak bulduk" der (21). Alevi ozanları ve ileri gelenleri hep bu anlamda algılamışlardır.

Yunus Emre der Hoca

Gerekse bin var Hacca

Hepsinden iyice

Bir gönüle girmektir.

-Yunus Emre-

Dön ziyaret eyleme İbrahim'in bünyadını,

Dertli'nin gönlün ziyaret eyle Beytullah'ı gör.

-Dertli-


Hatai hal çağında

Hak gönül alçağında

Yüzbin Kabe yapmaktır,

Bir gönül alçağında..

-Şah Hatai İsmail-

Bin Kabe'den üstün tutup insandaki aşkı,

Ben Kâbe-i Bektaşiye dört elle sarıldım.

- Çevri -

Hararet nardadır sacda değildir.

Akıl baştadır, tacda değildir.

Her ne arar isen, kendinde ara

Mekke'de, Kudüs'te hacda değildir.

-Hacı Bektaş veya Kaygusuz Abdal-

Aleviler ta başından beri hac konusuna akılcı bir pratikle yaklaşmışlardır. "Gönül yapmayı" amaçlayarak, haccı Anadolu insanının eğitimi anlayışına indirgemişlerdir. Anadolu insanını, parasını ve gücünü Arap çöllerine harcamaktan kurtarmışlardır.

Camiler Peygamber'den Sonra Siyasal İşlevlik Kazanırlar:

Camiler ilkin İslamlığın ilke ve kurallarını yeni inanan topluma öğretme, birlikte tapınma yerleriydi. Etrafı çevrili, görkemli olmayan, basit yapılardı. Giderek camiler yeni görevler üstlendiler. Dört Halife döneminde kutuplaşmalar başladı. Camiler günün siyasetine merkez oldular. Emeviler dönemindeyse zaten Ali ve soyuna karşı propoganda yürütülen merkezlerdi (22).

Camiler, ta Hz. Muhammed döneminde asli görevinin dışına çekilir. Bir takım çevreler camiler kurarak kendi siyasetlerini, islamlık içinde sunmaya çalışırlar. Örneğin Mekke-Medine yolu üzerinde Kube köyünde "Mescid-i Dirar" adlı bir cami yaparlar. Hz. Muhammed kendi iradesi dışında kurulan ve "dedikodu üreten" bu merkezi Malik ibni Dehşem ve ibni Adi'den oluşan bir kurul göndererek yıktırır. Kuran da olay şöyle yer alır:

"Zarar vermek, kafirlikte bulunmak, inananların aralarını açmak, daha önce Allah'la ve Peygamberiyle savaşanın gelmesini gözlemek için mescit kuranlara gelince: Biz ancak iyilik istemekteyiz diye yemin edecekler ve Allah'sa tanıklık etmektedir ki onlar yalancıdır. Orada hiçbir zaman namaz kılma. İlk günden itibaren Allah'tan çekinmek ve ona itaat etmek üstüne kurulmuş olan mescit, elbette namaz kılmana daha layıktır. Orada öyle erenler vardır ki arınmayı severler ve Allah, temizlenip arınanları sever" (Al-Tavba,107-108)

Daha sonraları Halife Ömer Medineli yerlilerin (Ensar) karşı çıkmalarını kırımla bastırarak bu camiyi yeniden yaptırır. İlerde ise bu işlevlikte cami yapma yöntemini Muaviye ve Emeviler sürdüreceklerdir (24)

Halife Ömer (634-644), Bizans ve Sasani imparatorluklarını ortadan kaldırarak Mısır, Suriye, Irak, İran ve Filistin gibi eski ve köklü uygarlık merkezlerini Arap-İslam Devleti'ne katar. Döneminde çeşitli ülkelere ait 1036 kent alınır. Sanatsal yapı ve dinsel tapınakların tümü yakılır-yıkılır. Bunların yerine dört binden çok cami yapılır (25). İslam ülkeleri tümüyle cami ağıyla döşenir. Görünürde İslamlığın, özünde ise yöneticilerin siyasal ideolojilerinin yayılmasıdır, bu.

Camiler, başında basit ve gösterişsiz, ama insanların "kötülüklerden arındıkları", bir "iç duyuş" içerisinde oldukları yapılardır. İslamlığın devletleşme, hanedanlaşma ve imparatorluklaşmasıyla birlikte bu ilk özellik yerini görkemli yapılara ve saltanat yaşantılarına bırakır. İslamlık ük toplumcu (komünal) ve eşitçi yapısından uzaklaşmış, sınıfsal bir yapı kazanmıştır. Bu gelişmeler dinsel yapılarda da kendini gösterir. IX. yüzyıl tarihçisi Belâzuri'ye göre mescidlere ilk revakı Halife Osman koydurtur. Zalimliğiyle ünlü Haccac, Hz. İbrahim'den beri Araplar'ca saygınlığı olan Kâbe'yi yıktırır. Sonra yeniden yaptırılacaktır. İlk minare I. Muaviye zamanında (661-680) Basra camiini onartan vali Ubeydullah bin Ziyad tarafından yapılır. I. Velid dönemindeyse (705-715) mescidlere minare yapılması buyurulur. İlk maksure de bunun döneminde yapılır. Bundan sonra minare yapımları gelenek olur. O şatafatlı yapılar kurulur. Muaviye, Mervan ve I. Velid'ler Şam kiliselerini camiye çevirirler (26).

Görüldüğü gibi din alanında yer alan birçok şey Peygamber dönemi İslamiyetinde yoktur. Cami, hac, oruç, zekât, namazla ilgili birçok şey sonradan çeşitli halifeler döneminde İslamlığa sokulmuş, Peygamber'in sünneti durumuna getirilmiştir.

Şer'i-İslamda güzel sanatlar yasak olmasına karşın, Alevilikte serbestçe yaşama ve gelişme olanağı bulmuştur (27).

Alevilik, İslamın saf özüne bağlıdır. Yönetimlerce getirilen bu siyasal amaçlı eklentileri kendine ve kendi anlayışındaki İslamlığa yabancı bulur.

Alevilik bu tür oluşumların bilincinde olacak ki, sistemini Sünni İslamın katı kuralları üzerine kurmaz. Namaz, oruç, zekat, hac gibi Sünni İslamın tapınım kuralları Alevi-Bektaşilikte yer edinemez. Eliştirilir. Alevi-Bektaşiliğin temel taşları olan Yunus, Kaygusuz, Abdal Musa, Pir Sultan, Nesimi gibi düşünür-ozanlar İslamın şer'i kurallarına karşı çıkarlar. İslamın koşulları olarak ortaya sürülen ilkelere katılmazlar. İnsan yaşamına aykırı bulurlar. Alevi-Bektaşiliği bunların ötesinde bir inanç ve düşünce temeline oturturlar. Alevi-Bektaşiliğin belkemiği olan ozan-düşünürlerin şer'i kurallara yaklaşımları konusunda işte birkaç örnek:

Oruç namaz zekat hac cürm-ü cinayettir

Fakir bundan zattır has-ül havas içinde

Oruç namaz gusül hac hicaptır aşıklara

Aşık andan münezzeh halis heves içinde

Kılarsın riya namaz yazığın çok hayrın az

Dinle neye varır söz cehennemde yatarsın

Ne Kabe vü ne mescid ne rüku u ne sücud

Hak ile daim becid olur munacatımız.

-Yunus Emre-

Hak katında hac kılandan yeğ durur bir ehl-i dil

Bir sınuk gönül bitirsin yoksa doyursun bir ac

Din ü iman ü namaz u hac u erkân-ı zekât

Bahs-ü da'vi şeriat kamu güftar nedir.

-Nesimi-

İşte Alevi-Bektaşiliğin Şer'i-İslamın getirdiği yapılanmaya yaklaşımı bu...

KESİM VII - DİPNOTLAR:

(1) Taberi, Mesudi ve Emir Ali'ye dayanılarak yapılan anlatım için bkz: Doç. Bahriye Üçok - İslam Tarihi (Emeviler - Abbasiler), Milli Eğitim Basımevi, Ank. 1979, s: 44.

(2) Geniş bilgi için bkz: Üçok, s: 31 -88; Zelyut, s: 67 v.d.

(3) Bkz: Zelyut, s: 71.

(4) Kuran ayetlerinde şu çeviri esas alınmıştır. A. Gölpınarlı - Kuran-ı Kerim Anlamı, Remzi Kitapevi; İst. 1968.

(5) Oytam, s: 265 v.d.

(6) Bkz: Battal Pehlivan - Anadolu'da Alevilik, Alev yay. İst. 1992, s: 80.

(6 a) Bilgi veren çağdaş kaynaklar için bkz: Tarihi Taberi Tercemesi, İst. 1983, 111/149, 158; Dr. Muhammed Et-Ticani Es-Semavi-... Ve Hidayete Erdiler, Can yay. İst. 1993, s: 111; Özkırımlı (1990), s: 19.

(7) Ayrıntılı ve belgesel açıklamalar için bkz: Turan Dursun - Din Bu, Kaynak yay. İst. 1991, II. kitap.

(8) Bkz: Pehlivan, s: 81.

(9) Zelyut, s: 73.

(10) Prof. İlhan Arsel - Arap Milliyetçiliği ve Türkler, İnkılap Kitabevi, İst 1987 s: 95.

(11) Prof Hilmi Ziya Ülken - "Anadolu Örf Adetlerinde Eski Kültürlerin İzleri" N. Birdoğan'ın Anadolu Aleviliğinde Yol Ayrımı'ndan, s: 620.

(12) Rüştü Şardağ - Her Yönüyle Hacı Bektaş Veli ve En Yeni Eseri Şerh-i Besmele, İzmir, 1985, s: 66 v.d., 86.

(13) Bozkurt (1990), s: 140.

(14) Dr. Muhammed El-ticani Es-Semavi, s: 106 v.d.

(15) Tarih-i Taberi Tercemesi, III/229 v.d.

(16) Geniş bilgi için bkz: Prof. Fuat Bozkurt - Türklerin Dini, Cem yay. İst. 1995, s: 100 v.d.; Birdoğan (1995), s: 196 v.d.

(17) Tarih-i Taberi Tercemesi, II/388.

(18) Bozkurt (1990), s: 141.

(19) Eröz, s: 174.

(20) Bkz: Prof. H. Ziya Ülken - Anadolu Örf Adetlerinde Eski Kültürlerin İzleri, a.g.k.s.: 620 v.d.

(21) Birdoğan (1990), s: 326

(22) Camilerin siyaset yuvasına dönüşmesini, Ali ve soyuna karşı sövgü merkezleri olduğunu ilahiyat çevreleri de kabul eder. Bkz: Fıglalı, s: 257.

(23) "Tarih" Taberi Tercemesi, 11/497

(24) S. Koeçn, ???...: ^ S: 208; 75- Öztoprak, s: 22

(25) .....???? Kürt Uygarlığında Alevilik, Kaynak yay. İst.

(26) Kanıtlar için şu çağdaş kaynağa bakınız. El-Belâzuri-Fütûhu'l-Büldan (Çev.: Mustafa Fayda), Kültür ve Tur. Bak. yay. Ank. 1987, s: 67, 178, 204, 427, 500 v.d.; Üçok, s: 60 v.d.

(27) Birdoğan (1995), s: 242 v.d., 263 v.d.

...


KESİM: VIII

TAVŞAN NEDEN YENMEZ?

Tavşan Yememenin Gerekçeleri:

Alevi-Bektaşiler tavşan yemiyor diye bilinirler. Sünni çevrelerin bu yönde suçlamaları da vardır. Alevi-Sünni çevrelerin, Alevilerin tavşan yemedikleri konusunda genellikle gerekçeleri ve savları şunlar:

• Tavşan çeşitli canlılara benzer. Kafası kediye, kuyruğu domuza, adet (hayız) görmesiyle insana, kulakları eşeğe, ayakları köpeğe benzer. Birleşme ve doğurma biçimlerinde gariplikler vardır. Eti yoktur. Pıhtılaşmış kan külçesidir. Pişirmek için çok malzeme gerektirmektedir (1).

• Sünni çevrelere göre, Hz. Ali'nin atını ürküttüğü için Aleviler tavşanı sevmez ve yemezler (2).

• Tavşan, Hz. Ali'nin kedisidir. O nedenle yenmez (3).

• Tavşan kirli (neces) kabul edilir. Adet olmaktadır. O nedenle yenmez (4).

• Hüseyin'i öldüren Yezid'in ruhunun bir yabanıl tavşana geçtiği için Aleviler tavşanı yemezler (5).

• Kadın kılığına giren Halife Ömer'in; yeniden erkek donuna girdiğinde, tavşanları bulan iki çocuğu dünyaya getirdiği için tavşan eti yenmez (6).

Tavşan, Alevilerce uğursuz sayılan hayvanların başında gelir. Alevi ve Sünni müslümanları ayıran en belirgin biçimsel öğelerdendir. Alevilerin; üzerinde tavşanın geçtiği tarlalarını yedi yıl ekmedikleri söylenerek, alay edilirler. Oysa tavşanın geçtiği her tarlanın ekilmemesi durumunda bir çiftçi toplumu olan Alevilerin köyleri beklememeleri, tüm arazilerini ham bırakmaları gerekirdi. Bir yabanıl hayvan olan tavşanın geçmediği arazi düşünülemez.

Tavşan Başka Toplumlarca da Yasak:

Tavşan, İran Şiiliğinde de kirli kabul edilir. Etini Şiiler de yemezler (7). Yahudi inancı da tavşanı yasaklamıştır. Tavşan yememe hakkında Tevrat'ta kayıt vardır (Bab: 14, Ayet: VII) (8). Alevi Türkler arasında "Yahudiye bile helal demedi Musa" sözü söylenir. Fransız tarihçi ve doğubilimci J. P. Roux bu inancın Şii geleneğinden kaynaklanmış olacağına inanmaz. Olguyu yerel olarak görür. Ona göre, "tavşanı cezalandıran yasakçı anlayış evrensel olmayan, ama çok yaygın olan bir olgudur" (9). Tavşan, Hititler'de "tabu"dur, yasaktır. Oysa Kaşgar'da X. y.yılda kutsaldır.

Aleviler'de Uğurlu-Uğursuz Kabul Edilen Hayvanlar:

Keklik, kızıl ayaklıdır. Ayaklarını Hüseyin'in kanına bulandırdığı inancıyla Aleviler kekliği sevmezler. Türkmenler'ce de keklik bir ünlü dedenin saklandığı yeri düşmanlanna bildirdiği, ihbarda bulunduğu inancıyla sevilmez. Katır da sevilmeyen hayvanlardandır. Tanrı'nın lanetine uğradığından dölü olmadığına inanılır. Ayı da sevilmez, adı anılmaz. "Dağdaki", "Kocaoğlan" gibi gibi gönderme adlarla dile getirilir. Domuz ve hindi de sevilmez. Tavus kuşu makbul kabul edilir. Baykuş uğursuz, keklik müfsit, turna ise en hayırlı kuştur. Sesi, Hz. Ali'nin sesi gibi kabul edilir. Kırlangıç kutsal sayılır. Geyik, Hz. Muhammed'in sevdiği hayvan olduğundan avlanmaz, öldürülmez. Koyun, koç kurbanlık olarak "mübarek"tir. At, kardeş ve murat sayılır. Hızır bile "Bozatlı"dır ve "dar"da kalanlara bu atıyla yetişir. Hz. Ali de "düldül" denen atıyla birlikte Alevi'nin kafasında yer etmiştir. Alevilerce bülbül de çok sevilir. Güvercin Alevilerde kutsaldır. Avlanmaz, kesilmez ve yenmez. Hacı Bektaş'ın Sulucakarahöyük'e güvercin biçiminde (donunda) geldiği inanışı (lejandı) vardır. Bir takım şoförlerin yoluna tavşan çıkmasını uğursuz saydıkları, yılan görmeyi de rahat yolculuk belirtisi olarak inandıklan bilinir (10).


Yüklə 0,63 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə