Musa, tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi onunla konuşunca, Musa: “Rabbim,
bana kendini göster, sana bakayım” dedi. Allah: “Sen beni göremeyeceksin
ama dağa bak, eğer o yerinde kalırsa sen de Beni göreceksin” buyurdu. Rabbi
dağa tecelli edince onu yerle bir etti. ve Musa da baygın düştü. Ayılınca:
“Yarabbi, münezzehsin, sana tevbe ettim, ben inananların ilkiyim” dedi. (A’raf
7/143)
Bu benzerliklerle ilgili olarak uzun uzun yorumlar yapmaktansa, genel olarak
bu benzerliklerle ilgili ünlü Ezoterizm araştırmacısı Raul Emmanuel’in, “Les
Floralies de L’esprit” adlı eserindeki sözlerinden bir kısmını sizlere aktarmak
istiyorum:
“Mitolojilerin tabiatında zihinsel yoldan anlaşılmaya izin vermeyen bir
karakter vardır. Mitolojilerin hepsi kutsal bilmecelerdir ve hepsi de şu iyi
bilinmesi
gereken
“Ortak
Gövde”den,
“İlk
Büyük
Gelenek”ten
kaynaklanmaktadırlar.
Her din, diğer dinlerle paralel olarak ele alınırsa daha iyi anlaşılır. Eğer her
şey Tanrı’ya aitse, herkes için tek bir Tanrı vardır. Tüm gelenekler, mitolojiler
ve dinler birbirlerini tamamlarlar, güçlendirirler ve aydınlatırlar.”
Yeri gelmişken Raul Emmanuel’in “Les Floralies de L’esprit” adlı eserinin,
son bitiş cümlesini aktararak konumuza devam etmek istiyorum:
“Şu cümleyi söylemiş olan din adamı ile tamamen hemfikiriz: ‘Tek bir kitabı
olan insana ne yazık’; çünkü tüm dinler tek bir Tanrı’nın façetasıdırlar. (*) Çok
geç olmadan bu gerçeği bir an evvel hatırlamaya çalışalım.”
Biz de, Raul Emmanuel’in bu sözlerine sonuna kadar katılıyoruz…
HİPERBOREA VE APOLLON
Dünya tarihinin çok eski dönemlerinde, Mu ve Atlantis’ten de önce varolan
son derece ileri seviyeli uygarlıkların bulunduğundan söz etmiş ve onların
Galaktik Uygarlıklar’ın üyeleri olduklarını söylemiştik. Yunan Mitolojisi’nde
bununla ilgili de anlatılan efsaneler vardır:
Kış gelince gökyüzü kara bulutlarla örtülür. Mavi sema görünmez olur.
Güneş fersiz ışıklarını bize çok uzaklardan göndermeye başlar. Çükü gezgin
bir Tanrı olan Apollon her sene sonbaharda, kendi arzusu ile çok uzak ve
nerede bulunduğu belli olmayan Hiperboreos ülkesine gider. Bu ülke karların
ve buzulların bulunduğu diyarların çok ötesinde bulunan bir yerdi. Burada
ilkbahar sonsuzdu. Buranın insanları gece nedir bilmezlerdi.
Tarif edilen yer Kuzey Kutbu’dur. Gerçekten de Ezoterik kayıtlarda bu
bölgede Hiperborea adı verilen son derece ileri seviyeli bir uygarlığın bir
zamanlar bulunduğundan sözedilir. Efsanede geçen küçük bir ayrıntı da son
derece ilgi çekicidir. Bu bölgenin insanlarının gece nedir bilmemesi, iki
anlama gelir:
Birincisi coğrafik özelliğinden dolayı, gündüz ve gecelerin uzun sürmesi ve
aylar süren gündüz ve gecelerin yaşanması.
İkinci olarak da: Gecenin yaşanmaması, bilgisizliğin değil bilginin hakim
olduğu bir yaşam biçiminin süregeldiğini anlatır.
(*) Façeta: Elmasın yüzeylarenden her biri.
NARSİS EFSANESİ’NİN PERDE ARKASI
Son derece geniş bir yelpazeye sahip olan Yunan Mitolojisi’nde geçen bütün
efsaneleri burada ele almamızın imkansızlığını hatırlattıktan sonra; son bir
efsaneyle bu bölümü bitirmek istiyorum…
Kahin Tiresias, Narsis’in ana babasına, onun kendi kendisini görmediği
sürece uzun yıllar yaşayacağını bildirmişti. Efsane bize onun harikulade bir
yakışıklılıkta olduğunu söyler.
Korularda dolaştığı bir gün, su birikintisine dökülen bir kaynağın yanı başına
geldi. Su birikintisine doğru eğildi ve suda kendi yüzünü gördü. Yansıyan bu
çehreye hemen oracıkta aşık oldu. Kendisini bu seyirden bir türlü ayıramadı.
Giderek hissisleşti ve bulunduğu yerde kök salarak kendi ismini taşıyan çiçeğe
(nergis) dönüştü.
Daha sonraları kendini aşırı derecede beğenen egoist kişilere Narsis ismi
takılmış ve Klasik Psikoloji’de buna “Narsizm” denmiştir. Bunun böyle olması
efsanenin anlaşılamamış olmasından kaynaklanmıştır. Nitekim daha sonraları
ortaya çıkan birçok araştırmacı, Psikoloji’de Narsizm anlayışının yanlış
temellere oturtulduğu görüşünde birleşmişlerdir. Çünkü Yunan Mitolojisi’nde
geçen “Narsis Efsanesi”nin altında yatan gerçekler bambaşkaydı… Bu kısa
sürede ortaya çıktı.
Narsis’in
kendisine
aşık
olması,
kendisini
beğendiği
anlamına
gelmemektedir. Burada fizik değil fizik ötesi bir durum söz konusuydu…
Efsanede Narsis kendisini bir su birikintisinde görmüştü. Su, durugörü
yeteneğini harekete geçirmek için kullanılan yöntemlerden biridir. Ve çok eski
çağlardan beri, bu yöntem kullanılır. Konsantrasyon araçlarından biri olan suya
bakarak kehanette bulunmak, hemen hemen bütün toplumların geleneksel
bilgilerinde mevcuttur. Günümüzde hala görücü medyomların bir kısmı
durugörü yeteneklerini harekete geçirebilmek için bir bardak suya bakarlar.
Narsis’in üzerine eğildiği su birikintisi durugörü yeteneğini harekete
geçirmiş ve suda gördüğü kendi yüzü değil, kalpteki tanrı Diyonizos’un
çehresiydi ve bu onu aşktan çılgına çevirmişti. Görmüş olduğu Diyonizos ise
kendi ilahi benliğinden başkası değildi. Böylelikle en büyük sırrın kendi
içinde saklı olduğunu farketmişti…
VIII. BÖLÜM
DOĞU GİZEMLERİ
Mistik dünyanın kapıları işte burada aralanmaktadır.
Hint ve Tibet gizemleri yüz yıllardır insanoğlunun kafasını karıştırmış ama
bu karışılık, Doğu ile ilgili birbirini izleyen araştırmaların yapılmasına
sebebiyet vermiştir.
Bu araştırmalara öncülük eden ve ışık tutan en önemli kılavuz ise yine
Ezoterik bilgiler olmuştur. Ezoterizm sayesinde Doğu’nun gizemleri günümüz
insanının anlayışına sunulabilmiştir. Diğer Ezoterik çalışmalarda olduğu gibi,
bu alandaki ezoterik çalışmalar da maalesef yurdumuzda yeteri kadar dile
getirilememiştir. Dolayısıyla Doğu bizim için sadece mistik dünyanın bir
kapısı olarak kalmıştır. Ama o aralanan kapıdan içeriye bakabilmek
yurdumuzda pek mümkün olamamıştır.
Dostları ilə paylaş: |