Saldırgan bir kez daha silahıyla nişan aldı. "Sen öldüğünde, geriye gerçeği bilen tek kişi
ben kalacağım."
Gerçek. Müze müdürü bir anda, durumun gerçek dehşetini kavramıştı. Ben ölürsem,
gerçek sonsuza dek yok olacak. İçgüdüsel olarak, korunmak için sürünmeye çalıştı.
Silah patladığında, müze müdürü midesine giren merminin yakıcı ısısını hissetti. Yüzüstü
düştü... acıya karşı mücadele veriyordu. Sauniére yavaşça döndü ve parmaklıkların arkasında,
saldırganının bulunduğu yere doğru baktı.
Adam şimdi Sauniére'in başına öldürücü bir nişan almıştı.
Sauniére gözlerini kapattı, düşüncelerinde korku ve pişmanlık fırtınaları kopuyordu.
Boş bir mermi kovanından gelen ses, koridorda yankılandı.
Müze müdürünün gözleri aniden açılmıştı.
Adam neredeyse şaşkın bir ifadeyle bakışlarını silahına indirdi. İkinci kez ateş etmeye
yeltendi ama sonra Sauniére'in karnına bakıp sırıtarak, vazgeçti. "Buradaki işim bitti."
Müze müdürü başını eğdiğinde, beyaz pamuklu gömleğindeki kurşun deliğini gördü.
Göğüs kemiğinin birkaç santim altında, ince bir kan dairesiyle çevrelenmişti. Midem. Kurşun,
kalbini insafsızca sıyırmıştı. Bir Cezayir Savaşı gazisi olduğundan, müze müdürü bu korkunç
uzun ölüme daha önce tanık olmuştu. Mide asitleri göğüs boşluğuna sızıp, onu içten içe
yavaşça zehirlerken on beş dakika can çekişecekti.
Adam, "Acı iyidir bayım," dedi.
Ardından gitti.
Artık yalnız kalan Jacques Sauniére, bakışlarını bir kez daha demir kapıya yöneltti.
Kapana kısılmıştı ve kapılar en azından yirmi dakika daha açılmayacaktı. Bu süreden sonra
yanına varan kişi ancak ölüsünü bulabilirdi. Buna rağmen, artık duyduğu korku, ölmekten çok
daha büyük bir korkuydu.
Sırrı birine aktarmalıyım.
Güçlükle doğrulurken, öldürülen diğer üç kardeşini hayal etti. Kendilerinden önceki nesli
düşündü... göreve getirilecek kadar güvenilen bu insanları.
Kırılmayan bir bilgi zinciri vardı.
Artık, tüm tedbirlere... tüm şaşırtmacalara rağmen, Jacques Sauniére geriye kalan tek
halka ve saklanan en güçlü sırlardan birinin tek koruyucusuydu.
Titreyerek ayağa kalktı.
Bir yolunu bulmalıyım...
Büyük Galeri'de kısılıp kalmıştı ve yeryüzünde meşaleyi devredebileceği tek bir kişi
vardı. Sauniére zengin hapishanesinin duvarlarına göz gezdirdi. Dünyanın en ünlü
tablolarından oluşan koleksiyon, ona eski bir dost gibi gülümsüyordu.
Yüzünü acıyla buruşturarak, tüm gücünü topladı. Önündeki vahim görevin, geriye kalan
hayatının tüm saniyelerini alacağını biliyordu.
1
Robert Langdon yavaşça uyandı.
Karanlıkta bir telefon çalıyordu, tiz ve tanıdık gelmeyen bir zil sesiydi. Başucundaki
lambaya doğru uzanıp açtı. Gözlerini kısarak etrafa baktığında, XVI. Louis tarzı mobilyalarla
döşenmiş, duvarlarında el boyaması freskler ve maundan yapılmış devasa bir yatak bulunan,
lüks bir Rönesans yatak odası gördü.
Hangi cehennemdeyim?
Şifoniyerin üstünde duran koyu kırmızı bornozun üstünde, HOTEL RITZ PARİS etiketi
vardı.
Sis perdesi yavaşça kalkmaya başlamıştı.
Langdon ahizeyi kaldırdı. "Alo?"
Bir erkek sesi, "Bay Langdon?" dedi. "Umarım sizi uyandırmamışımdır."
Langdon sersemlemiş bir halde başucundaki saate baktı. 00.32'yi gösteriyordu. Yalnızca
bir saattir uyuyordu ama kendini ölü gibi hissediyordu.
"Resepsiyondan arıyorum efendim. Rahatsız ettiğim için özür dilerim, fakat bir
ziyaretçiniz var. Acil olduğu konusunda ısrar ediyor."
Langdon hâlâ kendine gelememişti. Bir ziyaretçi mi? Bakışları, komodinin üstündeki
buruşuk el ilanına sabitlendi.
PARİS AMERİKAN ÜNİVERSİTESİ
İftiharla sunar!
HARVARD ÜNİVERSİTESİ, DİNİ SİMGEBİLİM PROFESÖRÜ
ROBERT LANGDON ile BİR AKŞAM
Langdon inledi. Bu akşamki seminer Chartres Katedrali taşları arasına saklanmış bazı
pagan sembolleri ile ilgili bir dia gösterisi seyirciler arasındaki bazı muhafazakâr tipleri
kızdırmış olmalıydı. Herhalde koyu dindar bir alim, biraz kavga etmek için onu kaldığı yere
kadar takip etmişti.
Langdon, "Üzgünüm," dedi. "Ama çok yorgunum ve..."
Ses tonunu alçaltıp, fısıldayarak konuşan resepsiyon görevlisi, "Fakat efendim," diye ısrar
etti. "Ziyaretçiniz önemli bir adam." '
Langdon biraz duraksadı. Dini tablolar ve simgebilim kültü hakkında yazdığı kitaplar onu
sanat dünyasında istemese de ünlü biri haline getirmişti. Üstelik geçen yıl Vatikan'da karıştığı
ve genişçe haber yapılan hadise, ününü yüzlerce kez artırmıştı. O günden beri kapısına
dayanan kendini beğenmiş tarihçilerle, sanat meraklılarının arkası kesilmiyordu.
Nezaketi elden bırakmamaya özen gösteren Langdon, "Rica etsem," dedi. "Bu kişinin
ismini ve telefon numarasını alıp salı günü Paris'ten ayrılmadan önce kendisini arayacağımı
söyleyebilir misiniz? Teşekkür ederim." Resepsiyon görevlisi itiraz edemeden telefonu
kapattı.
Artık yatakta oturan Langdon, kapağında IŞIKLAR ŞEHRİNDE BEBEKLER GİBİ
UYUYUN. PARİS RITZ'DE UYKU, diyerek övünen Misafir İlişkileri Broşürü'ne kaşlarını
çatarak baktı. Arkasını dönüp, odanın diğer ucundaki boy aynasına yorgun gözlerle baktı.
Karşısında ona bakan adam -saçları dağılmış ve bitkin- bir yabancıydı.
Tatile ihtiyacın var Robert.
Geçen yıl ondan çok şey götürmüştü ama aynaların bunu ispat etmesi hoşuna gitmiyordu.
Genelde sert bakan gözleri bu gece bulanık ve içine çökmüş görünüyordu. Kirli sakalı
çenesini ve gamzeli yanaklarını örtmüştü. Şakaklarındaki griler artmaya, simsiyah saçlarının
içlerine sokulmaya başlamıştı. Bayan meslektaşları, gri saçların bilim adamı görüntüsünü
vurguladığı hususunda ısrar etseler de, Langdon durumu çok daha iyi anlıyordu.
Boston Magazine beni böyle bir görseydi.
Geçen ay Boston Magazine, Langdon'ı mahcup ederek onun ismini, en fazla merak
uyandıran on kişi arasında yazmıştı... ne işe yaradığı anlaşılmaz bu onur onu, Harvard'lı
meslektaşlarının attığı taşların hedefi haline getirmişti. Bu gece, evden dört bin beş yüz
kilometre uzakta, bu paye onu kendi verdiği seminerde avlamak üzere yeniden yüzeye
çıkmıştı.
Paris Amerikan Üniversitesi'nin, Dauphine Salonu'ndaki ev sahibesi, "Bayanlar baylar..."
diye duyurmuştu. "Bu akşamki konuğumuzun tanıtılmaya ihtiyacı yok. Kendisi sayısız kitabın
yazandır: Gizli Mezheplerin Sembolojileri, Illuminati Sanatı, İdeogramların Kaybolan Dili ve
Dini İkonoloji kitaplarının yazarı olduğunu söylediğimde abartmış sayılmam. Pek çoğunuz
sınıflarda onun yazdığı kitapları okuyorsunuz."
Kalabalıktaki öğrenciler hararetle başlarını salladılar.
"Bu gece kendisini etkileyici özgeçmişini anlatarak tanıtmayı planlamıştım. Ama..."
Muzip bakışlarını sahnede oturan Langdon'a çevirmişti. "Dinleyicilerden biri az önce bana
çok daha fazlasını verdi... ilginç bir tanıtıma ne dersiniz?"
Boston Magazine'in bir kopyasını elinde tutuyordu.
Langdon korkuyla irkilmişti. Bunu hangi cehennemden buldu?
Ev sahibesi budala makaleden seçtiği pasajları okudukça, Langdon sandalyesinde biraz
daha büzülüyordu. Otuz saniye sonra kalabalık sırıtmaya başlamıştı ve kadının susmaya niyeti
yoktu. "Ayrıca Bay Langdon'ın, geçen yıl Vatikan'daki kardinaller meclisinde aldığı
alışılmadık rol konusunda konuşmayı reddetmesi ona merak sayacında daha büyük puanlar
kazandırıyor." Ev sahibesi kalabalığı kışkırtıyordu. "Daha fazlasını duymak ister misiniz?"
Kalabalık alkışladı.
Kadın yeniden makaleye daldığında, Langdon adeta yalvarıyordu. Biri onu durdursun.
"Bazı genç onur konuklarımız gibi yakışıklı ve seksi olmasa da, kırklı yaşlarındaki bu
akademisyende bilimsel çekicilikten daha fazlası var. Onun büyüleyiciliği, bayan
meslektaşlarının 'kulaklara çikolata' diye nitelendirdiği, alçak ve bariton sesinde yatıyor."
Salon kahkahaya boğulmuştu.
Langdon gülümsemek için kendini zorladı. Bundan sonra ne olacağını biliyordu "Harris
tüviti giyen Harrison Ford" ile ilgili saçma sapan bir dize ve o akşam Harris tüvitiyle,
balıkçıyaka Burberry'sini giymenin sakıncası olmayacağı sonucuna varmış olduğundan,
müdahale etmeye karar vermişti.
Langdon zamansız bir anda ayağa kalkıp, onu podyumun kenarına iterken, "Teşekkürler
Monique," dedi. "Gerçekten de Boston Magazine'in uydurma hikâyeler yazmakta üstüne yok."
Utangaç bir tavırla içini çekerek dinleyicilere döndü. "O makaleyi kimin getirdiğini
öğrenebilirsem, konsolosluktan sınırdışı etmesini isteyeceğim."
Kalabalık gülmüştü.
"Pekâlâ, arkadaşlar hepinizin bildiği gibi, bu akşam sembollerin gücü hakkında konuşmak
için buradayım..."
Langdon'ın otel odasında çalan telefonunun sesi, bir kez daha sessizliği bölmüştü.
Kulaklarına inanamayarak homurdandı ve telefonu açtı. "Evet?"
Tahmin ettiği gibi, arayan resepsiyon görevlisiydi. "Bay Langdon, tekrar özür dilerim.
Misafirinizin şu an odanıza doğru gelmekte olduğunu bildirmek için aradım. Sizi uyarmam
gerektiğini düşündüm."
Langdon artık iyice ayılmıştı. " Odama birini mi gönderdin?"
"Özür dilerim efendim, ama böyle bir adam... onu durduracak yetkim yok."
"Bu adam tam olarak kim?"
Dostları ilə paylaş: |