türel ya da daha başka bir temas kurmaksızm yan yana yaşamaktan
memnunsalar, bu onların bileceği bir iştir ve ne idüğü belirsiz birtakım
‘'düşünürler”in onların bu tutumlarını nasıl gördüğünün önemi yoktur.
Eğer Amerikalılar “eşya, imaj, fikir ve gelenek enflasyonundan"
hoşlanıyor, dört gözle yeni ve geliştirilmiş saç spreyleri, araba
modelleri ve dizi filmler bekliyorlar ve tek ve nihai değer Ölçüsü olarak
parayı alıyorlarsa, gayri-memnun bir entelektüel şüphesiz bir vaiz gibi
yalvarıp yakararak, ricalarda bulunarak onlarla boğuşabilir, ama tutup
daha güçlü ikna araçları kullanmaya kalkıyorsa bir tiran haline gelmiş
demektir.
The Crisis of the European Sciences and Transcendental
Phenomenology
(1936) isimli dikkate değer incelemesinde, “Biz
filozoflar”, diye yaizıyordu Edmund Husserl, “
insanlık partizanlarıyız
[vurgular onun]. Bir filozof olarak kendi gerçek varlığımıza, kendi
derin, özel uğraşımıza karşı taşıdığımız son derece kişisel sorumluluk,
aynı zamanda kendi içinde, insanlığın gerçek varlığına karşı sorumluluk
duymak gibi de bir boyut taşır.” Siz burdaki düşünceyi
onaylayabilirsiniz. Ama bence felaket bir cahillik (Husserl, Nu- erler’in
“gerçek varlığı” hakkında ne bilebilir?), hastanelik bir kibir (“insanlığın
gerçek varlığı”ndan bahsedebilmek için tek başına tüm ırklar, kültürler,
uygarlıklar hakkında yeterli bilgi sahibi bir kimse var mı?) ve şüphesiz
ondan farklı düşünen ve yaşayan herkese karşı büyücek bir küçümseme
kokuyor.
Bir toplumdaki çeşitli grupların ya da ulusların birbiriyle sık sık
yakın ilişkiler kurdukları doğrudur, ama bunu yapmakla onların “ortak
bir üstsöylem” ya da ortak bir kültürel bağ yarattıklarını ya da kabul
ettiklerini söylemek doğru değildir. Bağlantılar geçici,
ad hoc
ve son
derece yüzeysel olabilir: Güney Afrikalı Beyaz liderler, Siyah
Müslümanlar ve Avrupalı teröristlerin hepsi de dolar hastasıdır -fakat
onları birleştiren başka çok az şey bulabilirsiniz.
A, B, C, vs. gibi kültürler arasındaki çok daha yakın bir ilişkinin
bile “tutarlı bir yapı” tarafından “düzene sokulması”na ihtiyaç yoktur;
hepi topu ihtiyaç duyulan, A’nın B ile B’nin C ile, C’nin D ile, vb.
karşılıklı etkileşim içine girmesidir,; tabii, karşılıklı etkileşim tarzı
çiftten çifte, hattâ aynı çift içinde dönemden döneme değişebilir. İlk
Enternasyonalizm’de Akkadca’mn kul-
lanılması bu açıdan isabetli bir örnektir. Akkadca’nın kullanımı, adı
geçen uygarlığın zorunlu bir ön varsayımı değil, onun birçok
özelliğinden sadece birisiydi; Akkadca, yaptıklarını yazıya döken özel
gruplarca kullanılagelmiş ve bu yüzden de onlardan binyıllar sonra
faaliyet gösteren birtakım çalakalem yazarların, yani bizim
akademisyenlerin dikkatini çekmiştir. Fakat her alışveriş Akkadca
değildi: dar bir bölgenin lehçe ve dilleriyle yapılan yerel temaslar vardı,
hattâ bunların alanı tek başına katılımcıların merak ve ihtiyaçlarının
itkisiyle genişlemişti de. Ayrıca bir kültür yazılı tezahürlerinden ya da
sanatçı ve düşünürlerinin ürünlerinden ibaret görülmemelidir: yazılı
Hammurabi kanunlarının hukuki pratik üzerinde çok az bir etkisi vardı;
Lineer B’nin ilk kullanımları ta- mamiyle ticariydi fakat Yunan
eğitimine bakarsanız bu eğitim iş ve ticaret düşüncesi üzerine değil
Homeros, yani sözlü şiir üzerine inşa edilmişti (Platon’nun da arasında
bulunduğu bazı daha geç şairler, eserlerinin yazılı olarak dağıtılmasını
hiçbir zaman bütünüyle içlerine sindirememişlerdir -krş. Platon,
Phaedrus
274d vd., ve Yedinci Mektup, özellikle 241b vd.). Bugün tüm
üniversite ve araştırma merkezlerimiz etrafında yüzen, yayımlanan pek
çok Marksist kitap ve Marksist düşünce var -bu, “bizim kültürümüzü”
Marksizme mi boyayıveriyor? Sanmıyorum, dizi filmlerimizde ve dini
yayın yapan kanallarımızda Marksizmin izini bile bulamazsınız.
Bir
kültür entelektüellerden oluşmaz.
Şüphesiz, kültür eşittir edebiyat artı
sanat artı bilim gibi bir kayıt getirmek mümkün -fakat o zaman edebiyat
ve diğer kalemlerin bir kültürdeki yeri ve etkileri sorusunu araştırmayla
değil tepeden inme karara bağlıyorsunuzdur.
Kültürler arası temas ve bağlantıların zaıiıan zaman çok güçlendiğini
ve sizin aklınızdan geçirdiğiniz anlamda kültürel birliklere çıktığını da
kabul ediyorum -fakat bunun nasıl meydana geldiğine daha dikkatli
bakın: çoğu zaman birlik güç kullanarak kabul ettirilmiştir ve ilgili
insanların eylem ve arzularıyla gerçekleştiği durumlar nadirdir.
Bilimadamı, sanatçı ve alelâde entelektüellerin bu tür gelişmelere bir
itirazı yok gibi görünüyor, hattâ bunları teşvik ediyor bile olabilirler -işte
bundan dolayıdır ki idari makamlara sızmaya çalışıyorlar, işte bundan
dolayıdır ki imalatları kamu denetimine tabi tutulduğunda böyle ne
yapacaklarını
şaşırıyorlar, işte bundan dolayıdır ki onların ideolojisini ve iktidar
arzularını paylaşan ve onlara kendi iktidar oyunlarıyla arka çıkan
kültürel “Liderler”e hayranlık duyuyorlar. Sizin yeni bir “üst- sÖylem”e
duyduğunuz hasrette yeni bir Bizans oyununun ya da yeni bir Amerika
yerlilerinin “eğitilmesi” fikrinin pis kokusunu alıyorum. Ben kendi
hesabıma geçici bağlantıların tesadüfi, kendiliğinden kaynaşmalarından
doğan ve bu bağlantılar cazibesini yitirdiği anda bozulabilen birliklere
dayalı bir yaşam biçiminden yanayım.
Söylemek istediğim ikinci nokta şu. Bana öyle geliyor ki siz bugünkü
“dünya kültürü”nün ahvali konusunda bir karara varmakta güçlük
çekiyorsunuz. Yazdığınız
Sunuş Notunda
ortada birleştirici bir bağın
görülmediği bir “kültürel kaos”tan bahsediyor, mektubunuzda ise, sizin
nefret ettiğiniz bir bağ da (para) olsa, birtakım bağlar olabilir demeye
getiriyorsunuz. Mektupta söylediklerinize katılıyorum: anan bir
tektipleşme var, sadece şu bizim “birinci” dünyada (küstah bir sonradan
görmeyi “birinci” dünya diye adlandırmak ne müthiş bir düzenbazlık)
değil, tüm diğer yörelerde de; mevcut bütün farklılık ve çoğulluklar, bu
tek- tipleşmeyle karşılaştınldığında, yok olup gidiyor. Bu yok olanlar
küçük, eğlencelik şaşkınlıklardır, o kadar; General Motors, Proctor and
Gamble ya da Pentagon’un keyfini kaçırmaz. Yine de bir yolunu bulup,
mektubunuzda bile “kültürümüzün özünü istila etmiş” kaostan bir kere
daha söz ediyorsunuz. Bu hoş ve felsefi bir soyutlama gibi duruyor fakat
meseleyi ne ölçüde incelediğinizi merak ediyorum. Melodramlann ya da
Reverend Fal
-
well
’in ya da
Super Bowl’
un müşterileriyle modern
sanatın ya da felsefedeki akılcılık/akıldışıcılık konusunun müşterilerini
karşılaştırdınız mı hiç? Elinizde bunlarla ilgili rakamlar var mı? Bu
müşteriler onlara nasıl bir bağlılık duyuyorlar, bağlılığın gücü? Bizim
gibiler dışındaki insanların hayatları üzerinde etkileri?
Araştırdığınızı sanmıyorum. Ben de bilmiyorum ama en basit bir
hesap bile muhtemelen sizin haklı olmadığınızı gösteriyor: bugün ABD
ve Kanada’da ders veren ortalama 10.000 felsefeci var. Bunların çoğu
itaatkâr statüko hizmetkârlarıdır, fakat kor-
Dostları ilə paylaş: |