rupa’dan çok daha etkili bir durumdaydı”, ama adı geçen devrim “geri
kalmış Avrupa”da ortaya çıktı.
53
Özel bir bilgi biçiminin bulunması ve
geliştirilmesi son derece özgül ve tekrarlanamaz bir süreçtir. Şimdi bu
istisnai ve kültüre-bağımlı bir yolla bulunan (dolayısıyla kültüre-bağımlı
terimlerle ifade edilen) şeylerin bizzat o yoldan bağımsız bir şekilde var
olduğunu göstermeye çalışan şu argümanın bir anlamı var mı? Vardığımız
sonucu feda etmeden onu keşfediliş tarzından ayırabileceğimizi kim
garanti edebilir? Bazı kavramların yerine başkalarını koysak, aralarındaki
fark çok çok küçük olsa bile, aynı sonuçlara varamaz, hattâ onları
anlayamaz bir hale geliriz; tıpkı bilim tarihinin ilk evrelerini biraz
karıştırdığımızda gördüğümüz gibi, farklı sonuçlara çıkar ve farklı
doğrulayıcı kanıtlar getiririz. Ama onlara nasıl ulaştığımızı unutmamızdan
çok sonra bile, bu sonuçların “dünyada” kalmaya devam edeceği varsayılır
her nedense.
Dahası modern nesnelciler kendi fantezilerini dünyaya yansıtan yegâne
insanlar değillerdir. Kadim Yunanlılara göre Yunan tanrıları insanların
arzularından bağımsız olarak var olur ve davranırlardı. “Oradaydılar”, o
kadar.
54
Şimdi bize bunujı bir hata olduğu söyleniyor. Modern akılcıların
gözünde Yunan tanrıları Yunan kültürünün ayrılmaz bir parçasıydı, hayal
ürünü şeylerdi ve gerçekte yoklardı. Bu tekzip niye? Çünkü Homeros’un
tanrıları bilimsel bir dünyada var olamazlar. Bu anlaşmazlık durumunda
niçin bilimsel dünya değil de tanrılar güme gitsin ki? Her ikisi de niyet
olarak nesneldir ve her ikisi de kültüre-bağımlı bir yoldan ortaya çıkmıştır.
Bu soruya şimdiye kadar işittiğim yegâne cevap bilimsel nesnelerin
tanrılardan daha yasaya-gelir bir tarzda davrandığı, daha ayrıntılı incelenip
kontrol edilebileceğidir. Bu cevap, gösterilmesi gereken şeyi, yani bilimsel
yasaların gerçek, tanrıların gerçek olmadığı iddiasını daha baştan
varsayıyor. Ayrıca erişilebilirlik ve yasaya-gelirliği bir gerçeklik ölçütü
yapıyor. Demek ki anarşistler ve ürkek kuşlar da gerçek değil. Neyse,
başka yolu yok: ya hem tanrılar hem de kuarklar, varoluşlarını
53. J. Needham, Science in Traditional China, Harvard University Press, China
University Press, Hong Kong 1981, s.3, 22 ve devamı.
54. Daha fazla ayrıntı ve literatür için krş. Against Method, 17. Bölüm, Londra 1975.
Ayrıca krş. benim yakında çıkacak Stereotypes of Reality, 4. ve 5. Bölüm.
farklı ortamlara borçlu ama eşit ölçüde gerçek şeylerdir diyeceğiz, ya
da şeylerin “gerçekliği”nden bahsetmeyi toptan bir yana bırakacak ve
yerine daha karmaşık, düzenleyici şemalar koyacağız (krş. Kesim
F’nin başı).
Hangisini seçersek seçelim bu, ille de, bilimin kültürümüzdeki
rolünü etkileyecek filan değildir. Zaten bilimsiz yapabileceğimizi de
söylüyor değilim. Yapamayız. Bilimsel yasaların hem maddi anlamda
-teknolojik ürünlerde- hem de manevi anlamda -temel kararların
alınmasında öncülük etmesine izin verilen düşüncelerde- baş köşede
oturduğu bir çevrenin yaratılmasına katılmış, ya da göz yummuş
bizler, yani bilimadamlan kadar Batı uygarlığının ortalama
yurttaşları, bilimlerin hükümranlığı altındayız. Fakat toplumsal
koşullar değiştikçe bilim de değişir. 19. yüzyıl bilimi kültürel
çoğulculuğun yararlarını görmezlikten gelmişti; altüst edici bir dizi
devrimle aklım başına toplamış ve sosyolog ve antropologlardan
sıkıyı yemiş 20. yüzyıl bilimi bugün bunları görüyor ve tanıyor.
Bilimi destekleyen aynı politikacı, felsefeci ve bilimadamı tam da bu
destekle bilimi değiştiriyor, onunla birlikte de dünyayı. Bu dünya,
üzerinde hiçbir etkide bulunmadan köşe bucak, adım adım onun
özelliklerini keşfe çıkmış düşünen karıncalarla dolu, dural bir varlık
değildir. Kaşiflerinin faaliyetlerini hem yansıtan hem de etkileyen
dinamik, çok-veçheli bir varlıktır. Bir zamanlar silme tanrılarla
doluydu; sonra kasvetli maddi bir dünya haline geldi ve şimdi, ümit
ediyorum ki, madde ve hayatın, düşünce ve duygunun, yenilik ve
geleneğin hepimizin yararına el ele verdiği daha barışçıl bir dünyaya
doğru değişecek.
II. AKIL, KSENOFANES VE
HOMEROS ’UN TANRILARI
Akılcılık ve bilim, küremizin gitgide daha büyük bir bölümünü işgal
ediyor. Eğitim onları “uygar” ulusların çocuklarının beyinlerine çaka
çaka doldurmakla meşgul, kalkınma “ilkeller”in ve “azgelişmiş”
toplumlarm onlardan yararlanabilmelerine özen gösteriyor, siyasal
bağlaşmalardan bağımsız ve uluslararası bir girişim olarak yürüyen silah
araştırmaları onları gerçek iktidar merkezleriyle tanıştırıyor, en küçük
bir proje bile kabul görmek istiyorsa bilimsel standartlara uymak
zorunda. Bu gidişatın birtakım avantajları yok değil -ama ciddi kusurları
da var. Örneğin “kalkm(dır)ma” şu anda çare bulmaya çalıştığı bir
kıtlığı çoğu kez kendisi yarattı, birçok insanın hayatını sürdürmesini
sağlayan kurum ve kültürleri tahrip etti. Bazı eleştirmenler bilimin yet-
kilerinin daha fazla genişletilmesine karşı çıkarken bu kusurları
düşünmektedirler. Bu insanlar
hayat
meselesine önem veriyor. Açlığı,
hastalığı, korkuyu ortadan kaldırmak istiyorlar ama bilime dayalı
teknolojilerin tehlikelerinin de farkındalar; barıştan yanalar ve
bizimkinden farklı kültürler için bağımsızlık istiyor ve bilimsel
akılcılığın bu amaçlan sağlayabileceğine inanmıyorlar.
Haldeki gidişattan kaygı duyan başka ve daha batınî eleştirmenler de
var. Bunlar, genel koruyucu sağlık tedbirleri ya da nükleer savaş ihtimali
gibi avami konular düzeyine inmeye pek tenezzül etmezler. Kadın,
erkek, çocuk, köpek, ağaç ya da kuşlar gibi canlı şeylerin gündelik
varoluşlan onları pek ilgilendirmez. İlgi ve kaygı duydukları şey özel
gruplar tarafından yürütülen faaliyetler ve bunların etki gücüdür. Bu güç,
derler, bilimlerin genişlemesiyle birlikte büyük bir sıkıntıya düşmüştür;
örneğin bugün beşeri bilimler öteki bilimlere oranla çok daha az saygı
görüyor ve “mit” nüfuzunun büyük bir kısmını yitirdi. Ardından pozitif
teklifler gelir: sanatlara ve beşeri bilimlere daha çok para ay- nlmalı,
insan hayatının mitik boyutları canlandınlmalı!
Bu teklifler suni kategorilerle donanmış saf düşünce ile insan hayatını
bir bütün olarak kucaklayan ve ona anlamını veren şiirsel tahayyül ya da
mit arasında keskin bir ayrım olduğunu varsayar. Ve bizzat ayrımın
kendisinin akılcı bir ayrım olduğunu gözden kaçırır. Yani bu
eleştirmenler akılcılığı bizzat aklın en ön safa yerleştirdiği kategoriler
zemininde eleştirdiklerinin farkında değiller. Homeros akıl ve miti,
(soyut) teori ile (ampirik) sağduyuyu, felsefe ile şiiri ayırmaz. Modern
batını düşünürlerin aklındaki “mitler”, “şiirsel tahayyül” sakın o
canlandırmak istedikleri geçmişten, zenginleştirmek istedikleri
hayatlardan ışık yılı uzaktaki mistifikasyonlar olmasın? Ve akılcı
yaklaşımlann yerleştirdiği ay- nmlara başvurmadan bu dünya ahvali ve
banndırdığı fikir ve kurumlar karşısında nasıl bir tutum takınabiliriz? O
eski şeylere sevgi duyan entelektüellerle karşılaştıkça kendi kendime
sorduğum sorular bunlar. Bir cevap bulma umuduyla tarihe bir göz
atmak ve geleneği eleştiren ilk “akılcı” düşünürlerin nasıl bir yol
tuttuklarım, tespitlerinin nasıl kabul bulduğunu incelemek istiyorum.
Özellikle de Ksenofanes’in döneminin gelenekleri üzerine söylediklerini
tartışacağım.
Dostları ilə paylaş: |