Stephen King Maça Kızı



Yüklə 2,05 Mb.
səhifə22/43
tarix22.07.2018
ölçüsü2,05 Mb.
#58435
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   43

O özgür. Bir yerlerde. Ve hatırladı. Bobby, "Beni hatırladı"

"Beni hatırladı."

Yerinden kalkıp mutfağa geçti ve çaydanlığı ocağın üstüne koydu. Sonra, annesinin odasına girdi. Liz yatağındaydı. Üstünde kombinezonuyla ayaklarını yükseğe kaldırarak yatıyordu. Bobby onun yaşlanmış gözükmeye başladığına dikkat etti. Oğlu yanına oturunca kadın yüzünü öbür yana çevirdi. Bobby artık yetişkin bir erkek kadar iriydi. Ama Liz, onun elini avucuna almasına izin verdi. Bobby annesinin elini tutup okşuyor, bir yandan da çaydanlığın ötmeye başlamasını bekliyordu. Liz neden sonra, "Ah, Bobby," deyip onun bulunduğu yana döndü. "Sen ve ben her şeyi yüzümüze, gözümüze bulaştırdık, değil mi? Bundan sonra ne yapacağız?"

Bobby annesinin elini okşamaya devam ederek, "Elimizden gelenin en iyisini," dedi. Annesinin elini dudaklarına götürdü ve avucunu, hayat çizgisiyle kalp çizgisinin kısa bir süre birbirine karışıp sonra birbirinden uzaklaştıkları yerinden öptü. "Elimizden gelenin en iyisini yapacağız."

1966: Kahkahalarımızı durduramıyorduk.

ATLANTİS'DE KUPALAR


1
1966'da Maine Üniversitesine geldiğim vakit bana ağabeyimden kalan eski steyşının üstünde biraz lime lime ve solmuş durumda, ama rahat okunabilir bir Goldwater etiketi vardı. 1970'de üniversiteden ayrıldığım zaman arabam yoktu. Buna karşın bir sakalım, omuzlanma dökülen saçlarım ve üstündeki etikette RICHARD NIXON BİR SAVAŞ SUÇLUSUDUR yazılı bir sırt çantam vardı. Kot ceketimin yakasındaki düğmede ŞANSLI BİR OĞUL DEĞİLİM diye yazılıydı. Sanırım, kolej bir değişim zamanı, çocukluğun son önemli kasılmasıdır. Ama altmışlı yılların sonlarında kampüslerine gelen öğrencilerin karşılaştıkları ölçüde değişimlerin başka zamanlarda görüldüğünden şüpheliyim.

Çoğumuz o yıllar hakkında fazla bir şey söylemeyiz. Hatırlamadığımız için değil, sadece o sıralarda konuştuğumuz dil yok olduğu için. Altmışlı yıllar hakkında konuşmaya çalıştığım -hatta onları düşünmeye çalıştığım zaman bile- hem dehşet duyuyor, hem de neşeleniyorum. Paçaları bollaşan pantolonlar görüyorum. Haşiş ve patçuli, tütsü ve nane kokularını alıyorum. Ve Donovan Leitch'ın, Atlantis anakarası hakkındaki tatlı ve bir o kadar aptal şarkısını söylediğini duyuyorum, bunun güftesi ise geceleri uyuyamadığımda beni derinden etkiliyor. Yaşım ilerledikçe bu şarkıyı budalalığından sıyırıp tatlılığını anımsamak 9iderek zorlaşıyor. O sıralarda daha küçük olduğumuzu, mantarların altında kendi parlak renkli hayatlarımızı yaşayacak ve o mantarları a9aç zannedecek kadar küçük olduğumuzu kendi kendime hatırlatmak zorundayım. Bütün bunların gerçek bir anlamı olmadığını biliyorum, ama bu yapabildiğimin en iyisi: Selam Atlantis.
2
Son sınıfı okurken kampus dışında LSD Acres diye bilinen Stiwter Nehri tarafındaki harap kulübelerde kalıyordum. Ama 1966'da Maine Üniversitesi'ne gelince Chamberlain Hall'da kalmaya başladım Burası üç yatakhaneli bir siteydi: Chamberlain (erkekler), King (erkekler) ve Franklin (kızlar). Bir de yatakhanelerin biraz uzağında Holyoke Commons diye bilinen bir yemekhane bölümü vardı. Aslında pek uzak sayılmazdı, sadece iki yüz metre uzaktaydı, ama rüzgârın kuvvetli olduğu, ısının da sıfırın altına düştüğü kış gecelerinde oldukça uzak geliyordu insana. Holyoke'a Ovaların Sarayı adı takıldığına göre yeterince uzak olsa gerekti.

Çoğu dershanelerin dışında olmak üzere kolejde pek çok şey öğrendim. Örneğin, bir kızı öperken aynı zamanda bir prezervatifin nasıl takılacağını, (Bu gerekli, ama çoğu zaman dikkate alınmayan bir hünerdir.) yarım litrelik bir bira kutusunun kusmadan nasıl boşaltılacağını, boş zamanımda nasıl fazladan para kazanacağımı (benden daha fazla parası olan -ki bunlar çoğunluktaydı- çocukların tezlerini yazarak), koca bir Cumhuriyetçi sülalesinden gelmeme rağmen, onlardan biri olmamayı, başımın yukarsında tuttuğum bir pankartla ve "Bir iki üç dört kahrolası savaşınızda biz yokuz" ve "Hey hey LBJ (Lyndon Johnson) bugün kaç çocuk öldürdün?" diye şarkı söyleyerek sokaklarda dolaşmayı öğrendim. Göz yaşartıcı bomba atıldığında rüzgâr yönünde durmak, bu yapılamadığı takdirde de burna bir mendil ya da bir bandana dayayıp hemen ardından yavaş yavaş solunmak gerektiğini de öğrendim. Polisler ortaya çıktığı vakit de yapmanız gereken, kendinizi yanlamasına yere atmak, dizlerinizi göğsünüze kadar çekmek ve başınızın arkasını ellerinizle korumaktır. 1968'de Chicago'da ne kadar iyi korunursanız korunun polislerin pestilinizi çıkarabildiklerini de öğrendim.

Ama bütün bunları öğrenmemden önce Kupa dediğimiz King oyununun zevklerini ve tehlikelerini öğrendim. 1966 sonbaharında Chamberlain Hall'un üçüncü katında bulunan on altı odada otuz iki çocuk vardı. Bu çocukların on dokuzu 1967 sonbaharına kadar King'e kurban olan odaya taşınmış ya da çakmıştı. O sonbahar çok bulaşıcı bir grip salgını hepimizi kırıp geçti. Üçteki delikanlıların sadece üçünün yüzde yüz bağımlı olduğunu sanıyorum. Bunlardan biri oda arkadaşım Nathan Hompstand'dı. Bir tanesi de katın disiplin sorumlusu David 'Dearie' DearLorn'du. Üçüncüsü ise kısa bir zaman sonra Chamberlain Hall'un sakinleri arasında 'Rip-Rip,' diye tanınacak olan Stokely Jones III'dü. Sanırım, arada bir size Rip-Rip'den söz edeceğim. Bazen de sözünü etmek istediğim sonradan Kaptan Kirk diye tanınacak olan o yıllardaki en iyi arkadaşım Skip Kirk ya da belki Carol. Bazen asıl sözünü etmek istediğimin ne kadar olanaksız gözükse de altmışlı yıllar olduğuna inanıyorum. Ama bütün bunlardan söz açmadan önce size asıl King oyunundan bahsetmeliyim.

Skip bir keresinde Whist'in budalaların Briçi, King'in ise gerçek budalaların Briçi olduğunu söylemişti. Bu söyleyiş tam isabetli olmasa bile doğruluğunu tartışacak değilim. Önemli olan King'in eğlenceli oluşu; onu para için oynadığınız zaman da -Chamberlain Üç'de genelde beş cent'e oynanırdı- kısa zamanda vazgeçilemez olur. İdeal oyuncu sayısı dörttür. Bütün kartlar dağıtılır ve onar el şeklinde oynanır. Her elin tutarı yirmi altı puandır: tanesi bir puana on üç kupa, (Kahpe Kız dediğimiz) Maça Kızı ise tek başına on üç puan eder. Oyun, oyunculardan biri yüz puanın üstüne çıktığında sona erer. Galip taraf en düşük skorlu oyuncudur.

Maratonlarımızda üç oyuncunun her biri kendi skoruyla oyunun galibinin skoru arasındaki farka göre paraları sökülür. Örneğin, benim skorumla Skip'inki arasındaki fark yirmi puan olursa bir puan başına beş cent olmak üzere, ona bir dolar ödemek zorundaydım. Şimdi bir dolara bozukluk diyebilirsiniz, ama o sıralarda yıl 1966'ydı ve bir dolar Chamberlain Üç'de kalan budalalar için hiç de bozukluk sayılmazdı.
3
King salgınının ne zaman başladığını çok iyi hatırlıyorum. Ekim ayının ilk hafta sonuydu. Çok iyi hatırlamamın nedeni, sömestrin ilk sınav dizisi başlamıştı ve ben başarmıştım. Başarmak Chamberlain Üç'deki çocukların çoğu için çok önemli bir sorundu; onlar bir dizi bursu (ben dahil, çoğu Ulusal Öğretim Savunma Yasası sayesinde) ve etüt ödevleri sayesinde kolejdeydiler. Bu, çivi yerine tutkalla montajı yanık bir sabun sandığı arabasıyla yol almak gibi bir şeydi ve düzenlerimiz her ne kadar -çoğunlukla formları doldurmaktaki hünerimize ve rehber danışmanlarımızın bizim için ne kadar sıkı çalıştığına bağlı olarak farklılık göstermekteyse de çok katı bir hayat gerçeği söz konusuydu. Bu, King turnuvalarımızı oynadığımız üçüncü kat salonunda asılı bir elişi tarafından özetlenmektedir. Bunu yapan Tony DeLucca'nın annesiydi. Tony'den onu her gün göreceği bir yere asmasını istemiş ve oğlunu bu elişiyle yolcu etmişti. 1966 sonbaharı geride kalıp kışa yerini bırakırken Bayan DeLucca'nın el işi her geçen elle ve her Maça Kızı'yla daha çok büyüyor ve parlıyordu sanki. Ben de her gece ders kitaplarım açılmamış, aldığım notlar okunmamış ve ödevlerim yazılmamış olarak yatağıma sığınıyordum. Bir iki kere bunu düşümde bile gördüm.
2.5.
Tığla işlenmiş kocaman kırmızı sayılar böyle diyordu. Bayan DeLucca bunun ne anlama geldiğini biliyordu. Biz de öyle sıradan yatakhanelerden birinde -Jacklin, Dunn veya Pease veya Chadboume'da-yaşasaydınız 1.6'lık bir ortalamayla 1970 sınıfında yerinizi koruyabilirdiniz, (tabii ki anne ve babalar taksit faturalarını ödemeyi sürdürürlerse) Unutmayın ki bu, eyaletin bağış destekli kolejlerinden biriydi; Harvard veya Wellesley'den söz etmiyoruz. Fakat burs ve kredi paketleriyle sonuca doğru sendeleyen öğrenciler için 2.5 toz içine çizilmiş çizgiydi. 2.5'un altında bir skora ulaşırsanız, yani bir C ortalamasından bir eksi C'ye düşerseniz küçük sabun kutusu arabanız mutlaka parçalanacaktı.

O ilk ön sınav dizisinde iyi bir sonuca ulaştım, bu, yuva hasretinden neredeyse hasta olan bir çocuk için özellikle iyiydi. (Ayağımı burkup ayak parmaklarımla husyelerimin arasındaki garip mantar oluşumuyla döndüğüm bir haftalık basketbol kampı hesaba katılmazsa bütün hayatımca evimden hiç uzak kalmamıştım.) Beş derse devam ediyordum; birinci sınıf İngilizcesi dışında bütün derslerimden B'ler almıştım, bir tek o derste aldığım not A'ydı. Sonradan karısını boşayacak ve Berkeley'in kampüsündeki Sproul Plaza'da yatıp kalkacak öğretmenim yanıtlarımdan birinin yanına şöyle yazmıştı: "Yankı kelime örneğin aslında çok çarpıcı." O sınav kâğıdını eve annemle babama göndermiştim. Annem, arkasına tek bir, "Bravo!" kelimesi karalanmış bir posta kartıyla yanıt verdi. Bunu anımsamak kalbimde beklenmedik bir sızıya yol açar. Sanırım bu, köşesine altın yıldız yapıştırılmış bir sınav kâğıdını eve son sürükleyişim oldu.

Fakat ilk ön sınav dizisinden sonra kendime 3.3'lük bir ortalama hesapladım. Bu sonuca bir daha yaklaşamadım. Aralık sonlarında ise seçeneklerimin çok basitleştiğini anladım: kart oynamayı bırakıp belki bir sonraki sömestre kadar kısıtlı maddi yardım paketimle ayakta kalmak veya Noel'e kadar üçüncü kat salonunda Bayan DeLucca'nın el işinin altında Maça Kızı'nı kovalamak, sonra da temelli olarak kalmak üzere Gates Falls'a dönmek.

Gates Falls dokuma tezgâhlarında bir iş bulabilecektim. Babam, gözlerine mal olan kazaya kadar orada yirmi yıl çalışmıştı. O beni oraya sokardı. Annem bundan nefret edecekti, ama ona istediğimin bu olduğunu izah edersem karşı koymazdı. Günün sonunda o, ailenin gerçekçi üyesi olurdu. Umutları ve düş kırıklıkları onu hemen hemen çıldırttığı zaman bile gerçekçiliğini kaybetmezdi. Üniversite öğrenimimi sürdüremediğim için bir süre üzüntüsünden kahrolacak, ben de bir süre suçluluktan kıvranacaktım, ama sonunda ikimiz de bunu atlatacaktık. Ne de olsa ben bir yazar olmak istiyordum, kahrolası bir İngilizce öğretmeni değil ve sadece aptal gururlu yazarların, yaptıklarını yapmak için bir üniversite diplomasına ihtiyaçları olduğundan şüpheleniyordum.

Ancak, bu arada çakmak ve okuldan atılmak da istemiyordum. Bu, bir yetişkin olarak yeni hayatıma kötü bir başlangıç demekti. Bu başarısızlık kokuyordu ve bir yazarın işini nasıl görmesi gerektiği konusundaki Whitman tarzı düşüncelerim bu başarısızlığın akılcı yanı gibi görünüyordu. Üçüncü kat salonu hâlâ beni çekiyordu; kartların şakırtısı, birisinin bu eli pas geçip geçmeyeceğini, bir başkasının da kozun kimde olduğunu sorması. (Kupalı bir el, ispatinin ikilisini oynamakla, biz üçüncü kat müdavimlerinin Duş dediğimiz kartla başlar Lise üçün kabadayılarını atlatalı beri karşılaştığım ilk anadan doğma budala olan Ronnie Malenfant'ın, "Kahpe Kız'ı avlama zamanı!" diye tiz sesiyle bağırarak arka arkaya maça oynamaya başladığı düşler gördüm. Hemen her zaman çıkarlarımızın hangi yönde olduğunu görürüz sanırım, ama gördüğümüz şey, hissettiklerimizin yanında çok anlamsız kalır. Katı, ama gerçek.
4
Oda arkadaşım King oynamıyordu. Oda arkadaşım Vietnam'daki ilan edilmemiş savaşı umursamıyordu. Oda arkadaşım Wisdom Consolidated Lisesi'nde son sınıf öğrencisi olan kız arkadaşına her gün mektup yazıyordu. Nate Hoppenstand'in yanına bir bardak su koyacak olsanız, daha canlı gözüken su olur.

İkimizin kaldığı 302 numaralı oda merdiven boşluğunun yanında ve yönetici dairesinin (Korkunç Dearie'ninkinin) karşısındaydı. Oyun masaları, ayaklı sigara tablaları ve Ovaların Sarayı'nı gören pencereleriyle salon koridorun uçundaydı. Bir araya gelmemiz -en azından benim için- üniversitenin yerleştirme ofisi hakkında herkesin en kötümser düşüncelerinin doğru olabileceğini kanıtlıyordu. (En büyük tasamın Annemarie Souci'yi son sınıfın balosundan sonra nereye yemeğe götüreceğime karar vermek olduğu) 1966 Nisan'ında yerleştirme ofisine iade ettiğim formda A. Sigara içtiğimi; B. Genç bir Cumhuriyetçi olduğumu; O Hevesli bir folk gitarcısı olduğumu; D. Bir gece kuşu olduğumu söylemiştim. Sağduyusu şüphe götürür yerleştirme ofisi bunun üzerine beni sigara içmeyen bir dişçi adayı olan Nate'le bir odaya koydu. Nate'in ailesi Aroostook Beldesi Demokratlarıydı. (Lyndon Johnson'un Demokrat olması Nate'in, Amerikan askerlerinin Güney Vietnam'da dolaşmalarını hoş görmesini sağlamıyordu.) Benim yatağımın başında bir Humphrey Bogart posteri vardı. Nate'in yatağının başında ise köpeğiyle sevgilisinin resimleri asılıydı. Kız Wisdom Lisesi'nin bando kızı üniformasını giyen ve bu üniformanın bir parçası olan değneği Cop gibi tutan renksiz bir yaratıktı. Adı Cindy'di. Köpeğin adı ise Rinty. Kızla köpeğin sırıtışları birbirinin aynıydı. Bu gerçeküstüydü.

Skip'le bana göre Nate'in en büyük kusuru, Cindy ile Rinty'nin altında, şık ve küçük RCA pikabının hemen üstünde alfabetik olarak bir rafa dizilmiş plak albümü koleksiyonuydu. Üç Mitch Miller plağı (Sing Along with Mitch, More Sing Along with Mitch, Mitch and the Gangsing John Henry and Other American Folk Favorites), Meet Trini Lopez, bir Dean Martin longplay'i (Dino Swings Vegas), bir Gerry and the Pacemakers longplay'i, ilk Dave Clark Beşlisi Albümü -belki de yapılmış en Kötü rock plağı- ve aynı türden daha birçokları vardı. Hepsini hatırlayamamam belki de daha iyi.

Skip bir akşam, "Nate, yapma," dedi. "Çok rica ederim, yapma." Bu King tutkusundan kısa bir zaman, belki de birkaç gün önceydi. "Nate masasının başında yaptığı işten başını kaldırmadan, "Lütfen neyi yapmayacakmışım?" diye sordu. Uyanık saatlerinin en büyük kısmını sınıfta ya da bu masanın başında geçiriyor gibiydi. Bazen onu burnunu karıştırıp parmağına çıkanları (dikkatle inceledikten sonra) orta çekmecenin altına sürerken yakalıyordum. Tek günahı buydu -tabii korkunç müzik zevkini- hesaba katmazsanız.

Skip, Nat'in plak albümlerini gözden geçiriyordu. Bunu ziyaret ettiği bütün çocukların odalarında hiç çekinmeden yapardı. Şimdi bir tanesini yükseğe tutarak bakıyordu. Bu haliyle röntgende kesinlikle habis bir tümöre bakan bir doktora benziyordu. Üstünde bir lise ceketi, başında da Dexter Lisesi beysbol kepiyle Nate'in ve benim yatağımın arasında duruyordu. Kolejde hiçbir zaman, sonraları da nadiren Kaptan kadar Amerikan yakışıklısı bir erkeğe rastlamışımdır. Skip aksine ise yakışıklılığından habersiz görünüyordu. Yine de buna pek inanamam, aksi halde kızlarla o kadar çok ilişkisi olmazdı. O devirde hemen herkes karşı cinsle düşüp kalkıyordu, ama Skip o dönemin kriterlerine göre bile fazlaca meşguldü. Yine de bütün bunlar '66 sonbaharında başlamamıştı; '66 sonbaharında Skip'in kalbi de tıpkı benimki gibi tamamen King'e ait olacaktı.

Skip hafif azarlayan, tatlı bir sesle, "Bu kötü, arkadaş," dedi. "Çok üzgünüm, ama insanın kulak zarlarını incitiyor."

Ben kendi masamda oturmuş, bir Pall Mall tüttürüyor ve yemek karnemi arıyordum. Lanet şeyi daima kaybediyordum zaten.

"Niçin plaklarıma bakıyorsun sanki?" Nate'in botanik kitabı önü de açıktı. Grafik kâğıdına bir yaprak resmediyordu. Mavi birinci sınıf kepini başının üstünde arkaya kaydırmıştı. Öyle sanıyorum ki Nat Hoppenstand, Maine'in şanssız futbol takımı en sonunda Şükran Günü'nden bir hafta önce bir gol atana kadar bu aptal paçavrayı başında taşıyan sınıfındaki tek öğrenciydi.

Skip plak albümünü incelemeyi sürdürüyordu. "Bu, şeytanı bile iktidarsız bırakır dostum," dedi sonunda.

Nate, "Bu şekilde konuşmandan nefret ediyorum," dediyse de hâlâ başını kaldırmamakta inat ediyordu. Skip de bu şekilde konuşmasından Nate'in nefret ettiğini bildiği için inadına öyle konuşuyordu. "Hem neden söz ediyorsun Allah aşkına?"

"Kullandığım lisanın seni incitmesine üzüldüm, ama sözlerimi geri almıyorum. Geri alamam. Çünkü bu kötü ve canımı sıkıyor, dostum. Fena halde canımı sıkıyor."

"Ne?" Nate en sonunda sinirlenerek bir Rand McNaily yol atlasındaki gibi dikkatle işaretlenmiş yaprağı bıraktı ve başını kaldırdı. "NE?"

"Bu."

Skip'in elinde tuttuğu albümün kapağında şirin yüzü ve bluzunun önünden fırlayan şirin küçük memeleri olan bir kız, bir geminin güvertesinde dans ederken görülüyordu. Tek elini selam verir gibi şirin bir hareketle yükseğe kaldırmıştı. Başında da şirin bir küçük denizci kepi dikkati çekiyordu.



Skip, "Senin, Diane Renee Sings Navy Blues'u Amerika'da okula beraberinde getiren biricik üniversite öğrencisi olduğuna bahse girerim," dedi. "Bu yanlış, Nate. O albümün yeri, bütün lise toplantılarına ve kilise davetlerine giydiğini tahmin ettiğim sosis pantolonunla birlikte evinin tavan arası."

Skip'in kastettiği, arkasında işe yaramaz küçük bir tokası olan kemersiz polyester pantolonlarsa, Nate'in beraberinde bütün bir koleksiyon getirdiğini sanıyordum. Şu anda bile üstünde öyle bir pantolon vardı. Ama bir şey söylemedim. Kendi kız arkadaşımın çerçevelenmiş fotoğrafını elime aldım ve yemek karnemin arkasında olduğunu gördüm. Onu yakaladığım gibi Levi's marka kot pantolonumun cebine tıktım.

Nate gururla, "Bu iyi bir plaktır," dedi. "Hem de çok iyi bir plak. İnsanı hareketlendiriyor."

Skip, "Hareketlendiriyor ha?" diyerek plağı Nate'in yatağının üstüne fırlattı. (Nate'i zıvanadan çıkardığını bildiği için Nate'in plaklarını asla raftaki yerlerine koymazdı.) "'Erkek arkadaşım hey gemi diyerek Donanmaya katıldı.' Bu senin iyi tanımına uyuyorsa, sakın beni bir gün muayeneye kalkma."

Nate her kelimesinin üzerine basa basa, "Ben dişçi olacağım, doktor değil," dedi. Boynunun damarları şişmeye başlamıştı. Bildiğim kadarıyla Skip Kirk, Chamberlain Hall'da, belki de bütün kampüste vurdum duymaz oda arkadaşımı fena halde sinirlendirebilen biricik insandı. "Ben pre-dent'teyim," dedi."Pre-dent'teki dent'in ne anlama geldiğini biliyor musun? Diş demektir, Skip! Diş!"

"Dişlerimdeki kahrolası çürüklerden birini doldurmanı istemediğimi sakın unutma."

"Niçin daima bunu söyleyip duruyorsun?"

"Neyi söylüyorum?" Skip yanıtı biliyor, ama Nate'e mutlaka söyletmek istiyordu. Nate sonunda söylüyor, ama söylerken de yüzü pancar gibi oluyordu. Bu ise Skip'i büyülüyordu. Nate'le ilgili her şey Skip'i büyülüyordu zaten; Kaptan bir keresinde bana Nate'in uzaydan geldiğine, İyi Çocuk Gezegeni'nden ışınlandığına inandığını söylemişti.

Nate Hoppenstand de, "Kahrolası diyorsun," dedi ve anında yanakları kızardı. Bir an için Dickens'ın romanlarındaki tiplerden birine benzemişti.

Skip, "Ne yapayım, hayatımda daima kötü örneklerim oldu," dedi. "Ama ben senin geleceğinden korkuyorum, Nate. Ya kahrolası Paul Anka kahrolası bir dönüş yaparsa?"

Nate, "Sen bu plağı hiç dinlemedin," diyerek Diane Renee Sings Navy Blue'yu yatağın üstünden, kaparak tekrar Mitch Miller'le Stella Stevens in Love'ın arasına yerleştirdi.

Skip, "İstemem, kahrolası," dedi. "Haydi gel, Pete, bir şey yemeye gidelim. Kahrolası karnım zil çalıyor."

Jeoloji kitabımı elime aldım, gelecek salıya bir test yapılacaktı kitabı elimden alıp tekrar masanın üstüne fırlattı. Bu arada, bana her türlü zevk verdiği halde bir türlü teslim olmayan kız arkadaşımın resmini çevirdi. Hiç kimse bu açıdan Katolik kızların eline su dökemez. Hayatta bir çok konuda fikrimi değiştirdim, ama bu konuda asla.

"Niçin yaptın bunu?" diye sordum.

"İnsan masada okumaz," dedi. "Bir aşevindeki bulamacı yerken bile. Sen ne biçim bir ambarda doğdun?"

"Doğrusunu istersen, bireyleri masada okuyan bir ailenin içinde dünyaya geldim. Buna inanmak sana zor gelse bile."

Skip aniden ciddileşti. Beni kollarımdan tutarak gözlerimin içine baktı ve, "En azından yerken ders çalışma. Tamam mı?" dedi.

"Tamam," dedimse de, kahrolası canım nerede isterse orada çalışma hakkımı korumaya kararlıydım.

"Bir koç gibi sağa, sola tos atarsan, ergeç ülser olursun. Babamı öldüren de ülserdi. O da tos vurmaya ve bastırmaya son veremedi."

"Ya," dedim. "Üzgünüm."

"Üzülme, uzun zaman önceydi. Şimdi gel artık. Ton balığı tükenmeden gidelim. Sen de geliyor musun, Natebo?"

"Bu yaprağı tamamlamak zorundayım."

"Kahrolası yaprak."

Bir başkası bunu söylemiş olsa, Nate ona bir solucan görmüş gibi bakacak, sonra da sessizce elindeki işe dönecekti. Ama bu kez Nate bir an düşündükten sonra ayağa kalktı, ceketini her zaman astığı kapının arkasından alıp giydi. Kepe de başının üstünde çekidüzen verdi. Skip bile Nate'in bu birinci sınıf kepini giymekteki ısrarını eleştirmeye cesaret edemiyordu. (Skip'e kendi kepinin nereye kaybolduğunu sorduğumda Maine Üniversitesi'ndeki üçüncü günümüzde ve onunla tanışmamızın üçüncü günündeydik. "Onunla kıçımı sildim, sonra da pisliği bir ağacın üstüne fırlattım," dedi. Bu herhalde doğru değildi, ama tamamiyle göz ardı da edemedim.) Üç kat merdiveni hızlı hızlı indik ve ekim ayının ılıman alacakaranlığına çıktık. Her üç yatakhanenin öğrencileri, haftada dokuz yemek süresince çalıştığım Holyoke Commons'un yolunu tuttular. Çatal bıçakla ilgilenen görevlilikten tabak çanakla ilgilenen görevliliğe daha yeni terfi etmiştim. Bir falso yapmazsam Şükran Günü tatilinden önce kütüphaneye terfi edecektim. Chamberlain, King ve Franklin Hall yüksek arazideydi. Ovaların Sarayı da öyle. Öğrenciler oraya ulaşmak için uzun bir oluk gibi arazinin içine batmış asfalt patikaları izliyordu. Bu patikalar daha sonra birleşerek geniş bir tuğla yol oluşturuyor ve tekrar tırmanıyordu. Dört binanın en büyüğü olan Holyoke, alacakaranlığın cinde okyanustaki bir turistik sefer gemisi gibi ışıldıyordu.

Asfalt yolların buluştuğu çukur her nedense Bennett's Run diye biliniyordu. King'le Chamberlain'in delikanlıları bu patikaların ikisini, Franklin'in kızları ise üçüncüsünü izliyordu. Patikaların buluştuğu yerde kızlarla delikanlılar buluşuyor, konuşuyor ve gülüşüyor, hem serbestçe, hem de çekinerek bakışıyorlardı. Oradan Bennett's Walk olarak bilinen geniş tuğla yol boyunca Commons, yani yemekhane binasına doğru birlikte ilerliyorlardı.

Öbür yoldan, sert çizgili soluk yüzünde her zamanki belirsiz ifadeyle Stokely Jones III geliyordu. Uzun boyluydu, ama daima koltuk değneklerinin üzerine eğilerek yürüdüğünden bu fark edilmiyordu. Aralarında bir tek açık telin bulunmadığı kusursuz siyahlıktaki saçlarının perçemleri alnına dökülüyor, kulaklarını gözden gizliyor, birkaç perçemi de çaprazlamasına olarak soluk yanaklarına ulaşıyordu.

Beatle saç kesiminin en parlak çağıydı. Bu kesim çoğu delikanlı için saçların yukarı yerine aşağı taranmasından, böylece alnın (bu arada da bir sivilce kalabalığının) gizlenmesinden oluşuyordu. Stoke Jones'da bu züppelikten eser yoktu. Orta uzunluktaki saçları, gitmek istedikleri yere gidiyorlardı. Sırtı, şimdi olmasa bile çok geçmeden kalıcı şekilde kamburlaşacaktı. Gözleri, koltuk değneklerinin kavislerini izlemek ister gibi genellikle aşağı bakıyordu. Bu gözler eğer yukarıya çevrilip sizinkilerle karşılaşırsa, yansıttıkları doğal zekâyla sizi şaşkınlığa düşünüyorlardı. Kalçalarından aşağısı iskelete dönmüş bir New England Heathcliff'iydi. Derslerine gittiği zaman genellikle dev metal askıların içinde hapsolmuş bacakları, can çekişen bir mürekkepbalığının dokunaçları gibi pek zayıf hareket edebiliyorlardı. Belden yukarısı aksine kuvvetli ve kaslıydı. Bu da garip bir bileşim oluşturuyordu. Stoke Jones ÖNCE ve SONRA'nın her nasılsa aynı vücutta birleştiği bir Charles Atlas reklamıydı. Yemeklerini Holyoke açılır açılmaz yiyordu. İlk sömestrimizin başlamasının üzerine üç hafta geçmeden bunu sakatlığı yüzünden değil, Greta Garbo gibi yalnız kalmak istediği için yaptığını anlamıştık.

Bir gün kahvaltıya gittiğimiz sırada Ronnie Malenfant, "Allah belasını versin," dedi. Jones'a az önce merhaba demiş, ama Jones ona başını bile sallamadan koltuk değneklerine abana abana geçip gitmişti. Bu ara da bir şeyler mırıldandığını hepimiz duymuştuk. "Çekirge kılıklı sakat budala." Bunu söyleyen her zaman anlayışlı olan Ronnie'ydi. Sanırım ona zarafetini, çekiciliğini ve yaşama zevkini veren, Lewiston'da aşağı Lisbon Sokağı birahanelerinin arasında büyümesi olmuştu.


Yüklə 2,05 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə